DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIZ… VAKİT ÇOK GEÇ…
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIZ… VAKİT ÇOK GEÇ…
Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç.
Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince
Ya, aşk içinde harab ol, ya şevk içinde gönül
Ya, lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül.
Yahya Kemal Beyatlı
Sevgili okurlar, ölümü en güzel anlatan ve Türk Sanat Müziğimizin bir klasiği olan "Dönülmez Akşamın Ufkundayız" şarkısının şiiri ile açmak istiyoruz Evrensel Işık penceremizi. Bu yazımızda ölümü ve bize düşündürdüklerini anlatmaya çalışacağız, insanlık için kabul edilmesi en zor gerçek olan ölümü... Kaybettiğimiz her yakınımız veya tanıdığımız bize acıyı tattırır. Paylaştığımız zaman dilimi ne kadar çok olursa bir canlıdan, hatta cansız maddeden ayrılmak bize o kadar zor gelir. Bazen paylaştığımız zaman dilimi azdır fakat o kadar yoğun duygu yüklü yaşanmıştır ki, yıllara değer. Bazılarımızın hayatın bir anında yaşadıklarını, tüm hayatları boyunca yaşayamayacak birçok insan vardır.
Bizler, yaşanan her anın değerli olduğunu bilen ve ona göre yaşamaya çalışan insanlardanız. Çevremizdeki insanlara da bunu anlatmak istiyoruz. Sonuçta hepimiz ölümlüyüz ve bu gerçek ile yaşamak zorundaysak yaşamın değerini bir an bile olsun unutmamalıyız. Çünkü hayatı bize anlamlı kılan, bir gün
sonlanacağı gerçeğidir. Oysa yaşam şartları bize bu gerçeği o kadar güzel unutturmaktadır ki, ne yaptığını bile
bilmeyen, yaşama amacının ne olduğunu unutan robotlar gibi olmaktayız. İnsanı diğer varlıklardan ayıran özellikleri unutan ve değerlerini kaybeden bir toplum yaşantısı içinde yaptıklarımızın doğru olduğu bilinci ile yaşıyoruz(!) Yaşam sizce nedir?
Bu fiziksel bedenimiz, bir ucu mutfakta, diğer ucu tuvalette olan bir öğütme makinesi midir? Bedeniniz yok olduğunda geriye ne kalacak? İşte her ölüm bana bu soruları bir kez daha sorma ve unuttuklarımı hatırlama nedeni oluyor. Aranızda hiç cenazeye veya mezarlığa gitmeyen varsa, bir gün yakınını kaybetmeden bu ortamları görmesini tavsiye ederiz. Sadece yaşam değil, ölüm de bize unutulmayacak dersler veriyor. Oysa biz her zaman ondan korkarız. Siz sonucunu bildiğiniz bir maçı televizyondan tekrarını izlerken korku veya heyecan duyarmısınız?
Duymazsınız, o halde bu maçın da sonucunu bildiğimize göre bence ölüm hakkında çıkarabileceğimiz ilk ders "Ondan Korkmamak" olmalıdır. Bu duygu insan egosuna ve kendini koruma içgüdüsüne aykırı bir durumdur. Hatta bu güdü içimize öyle yerleşmiştir ki sonun yaklaştığını bildiğimiz halde bizi bırakmaz ve sonuna kadar ayakta kalır. Bu sondan kaçış değil, içgüdüsel yapılan bir harekettir. Fakat çok ilginçtir ki bu içgüdü sayesinde pek çok kez de ölümden kurtulmayı başarabiliriz. Burada anlatmaya çalıştığız bu güdünün yok edilmesi değil, bir son gerçeği ile yaşamanın aslında ürkütücü algılanmaması gerekliliğidir.
Dünyasal varlığımız bir dualite gerçeği ile sınırlı değildir. Fiziksel olarak belki evet ama varlık olarak hayır. Bu beden içinde dolaştırdığımız ruhumuz, eğitilmek ve öğrenmek için belki daha birçok kez bedenleşecektir. Yahya Kemal üstadın o güzel şiirinde de "Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle" demektedir. Bu düşünce bazı insanlar için bir kaçış yolu, bazıları için bir kâbus, bazıları içinse asla
olmayacak bir düşüncedir. Bazıları içinse bir dersi tekrarlamak değil, diğerlerine yardımcı olmak için gönüllü yapılan bir seçimdir. Bir daha gelişimde "şu olacağım" veya "bunu yapacağım" düşünceleri ise bence bir avuntudan öte bir şey değildir. Her uzay/zaman diliminde bu şansın yaşayan varlıklara tanındığına inanıyorum.
Bence alınacak ders için bir yaşam değil, bir AN yeterlidir.
Bakınız ünlü yazar Jorge Louis Borges şiirinde bunu ne güzel anlatmış. “Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama. İkincisinde daha çok hata yapardım. Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım. Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar. Çok az şeyi ciddiyetle yapardım. Temizlik sorun bile olmazdı, asla. Daha çok riske girerdim. Seyahat ederdim, daha fazla. Daha çok güneş doğuşu izler, daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim. Görmediğim birçok yere giderdim. Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye. Gerçek sorunlarım olurdu.
Hayali olanların yerine. Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben. Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu. Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten: Anlar sadece anlar. Sizde anı yaşayın. Eğer yeniden başlayabilseydim. İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım. Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla. Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır. Çocuklarla oynardım. Bir şansım daha olsaydı eğer. Ama işte seksen beşimdeyim ve biliyorum... Sona doğru hızlıca yürüyorum” diye ölümden korkmadığını ifade ediyor, yazar…
Efendim, her birimiz biliyoruz ve ölüyoruz, peki ne bekliyorduk hayattan ve neler aldık? Bu soruyu sorma cesaretini insan sanırım aslında ölüm karşısında ne kadar aciz olduğunu gördüğü an sormaya başlıyor. İşte bu nedenledir ki onunla çok yakınlaşan insanların hayata bakış açıları değişmektedir, hatta kişilikleri. Hayata daha sıkı sarılıp daha az kırıcı, daha çok paylaşımcı ve daha barışçı olmaktadırlar. Sonu hatırlamak, ölüm anını düşünmek burada bırakacaklarımızın neler olması gerektiği sorusunun yanıtını bize verecektir.
Dikkat edilecek olursa neleri bırakacaklarımız dışında bir şeyden de bahsedemiyoruz, çünkü götüreceğimiz hiçbir fiziksel madde olmayacaktır. Bırakacağımız eserler maddi veya manevi uzunca bir süre yaşama şansına sahiptir. Hatta o kadar değerli bir eser bırakabilirsiniz ki on yıllar değil, bin yıllar boyunca değerini kaybetmeden kalabilir. Bunun yanında duyacağınız manevi tatmin ve alınan derslerin de ruhsal gelişimimize katkıda bulunacağını unutmamalıyız.
Sevgi yazarı Leo Buscaglia’nın bir kitabında anlattığı öykü beni çok etkilemişti. Yazar ders verdiği sınıfa girer ve bir kompozisyon ister öğrencilerinden. Konu ise şudur: Bir ay ömrünüz kaldığını size söyleseler ne yapardınız? Gelen kompozisyonları sınıfta okur, yazar. Herkesin bu yoğunlaştırılmış zaman diliminde kendine göre yapmayı istediği hayaller vardır, fakat hiçbiri gerçekleşmeyecek türden değildir. Bu nedenle yazarımız sınıfa dönerek "Bunları yapmak için size birisinin ölüm zamanını mı hatırlatması gerekiyor, niçin hemen şimdi bu dileklerinizi gerçekleştirmiyorsunuz?" diye sorar.
Çünkü hayatta hiç kimsenin yarına canlı olarak girme garantisi yoktur ve gerçekten "Ölüm bize şah damarımızdan daha yakındır". O zaman şöyle diyebilir miyiz? Bir maça çıkıyoruz, sonucu belli, fakat ne zaman biteceği belli değil. Sizce zevkli mi? Bence evet. Her ne kadar bitiş süresini bilmediğimiz fakat sonucunu bildiğimiz bir maçın doğrudan içinde yer alsak da kimse bu maçı nasıl oynayacağımızla ve kurallarla ilgilenmiyor.
İşte özgür irade burada. Seçimler bize bırakılıyor. Maç kimsenin ilgisini çekmeyecek kadar tatsız veya tüm dünyanın ilgisini çekebilecek ve hayranlık uyandırabilecek kadar zevkli olabilir. Seçimlerimiz bu zaman dilimini değerli kılacaktır. Fakat bazıları bu yaklaşım tarzını hatalı yorumlamakta, yaşamın sonuçta bir ölüm sunduğu, bu nedenle hiçbir beklenti olmaması gerektiğini düşünüp yaşam tarzını buna göre yönlendirmektedir. Bir şey alamayacağını düşündüğü yaşam için vermek de gereksizdir bu yaklaşımda. Bazıları ise bunu daha farklı yorumlar, maç süresince fiziksel dünyanın sunduğu zevklerden maksimum yararlanarak hayatı bir eğlence merkezi olarak görür. Bu iki yaklaşım ne derece doğrudur ve ne derece tatmin edicidir?
Sizce bedensel istekleri bastırmak veya onları hayatın temel amacı yapmak ne kadar doğrudur? Yaşamda vermeden almak veya alamayacağını düşünerek vermemek… O zaman şu soruyu soruyoruz, ne için yaşıyoruz?
Bir dostum bana geçenlerde hayat felsefesini güzel bir hikâyecik ile anlattı. "Bana hayatı hiç ciddiye almıyorsun, sürekli işin eğlenceli yönünü görüyorsun, olaylar üzerine takılmıyorsun, kendini sıkmıyorsun diyorlar. Beni hayatı ciddiye almamakla suçlayan bu insanlara ben de ‘Tam tersine ben hayatı sizden daha çok ciddiye alıyor ve
önemsiyorum’ diyorum. Çünkü insanoğlunun ortalama yaşam süresi 70–80 yıl. Bu süre dünya tarihiyle karşılaştırıldığında aslında hiçte o kadar uzun bir süre değil.
Bu süre içinde yaptıklarımıza bir bakın. Savaşıyor, kendimizi boş yere üzüyor, kısıtlıyor, söyleyeceklerimizi söyleyemiyor, hayallerimizi bile gerçekleştiremiyoruz. Buna değer mi? Bu kısa ömürde birbirimizi kırmadan, hayatın tadını çıkararak yaşamak bence hayatı ciddiye almaktır." Bu dostuma katılmamak mümkün değil. Bizler burada kendi özgür irademizle hareket edebilen varlıklarız.
Hayatı güzelleştirmek, güzel görmek ve insanları kırmadan yaşamak bizim elimizde. Bizler yaşamımızdaki her anı güzel kılmak için özgür irademizi kullanabilecek varlıklarız. Bunu yapma gücü elimizdeyse ve hayatımızın bir gün sona ereceğini de biliyorsak yaşamımızı buna göre düzenleyebiliriz.
Sevgili okur, hayatı dolu dolu yaşayabilmek için, bir kutu dolusu yaşam gönderiyoruz sizlere, sade bir kurdeleyle süslenmiş. Çözünüz kurdeleyi ve kaldırınız yavaşça kutunun kapağını... Kocaman bir fırça ve bin bir renk koyduk o kutuya bir cennet resmi yapıp içine girebilelim diye... Düşler serpiştirdik gizlice, düş kurmayı unutmayalım diye. Bir tane de elma şekeri yerleştirdik, içimizdeki çocuğu yeniden tadabilelim diye... Güneşin batışını, billur suyun sesini, kırmızıyı gelinciklerin saflığını, taze ekmeğin kokusunu ve bir gül sıcaklığını da sığdırdık. Ruhlarımız aç kalmasın diye...
Kutuya biraz da sevecenlik koyduk, güçlü olalım diye, çünkü acımasız olan güçsüzdür. Beyaz bir güvercin uçup kendi kondu bu kutuya, bizlere barışı ve özgürlüğü sunmak için... Bir buket sevgi, bir yudum aşk ve yarım bir elma da koymadan da edemedik. Paylaşmayı anımsayalım diye... Sevdiklerimize onları sevdiğimizi söylemek için yarını beklemeyelim. Hemen şimdi bunu yapalım diye... İçtenliği, umudu neşeyi “Ben” in dışına çıkıp “Biz”e ulaşabilelim diye...
Son olarak da bir kart iliştirdik kutuya bakınız bu kartta neler yazıyor. “Bu kutunun kapağını her kaldırışınızda yaşamla ilgili yepyeni şeyler keşfedeceksiniz. Yaşamak için yarını beklemeyelim, alalım yaşamı kollarımızın arasına ve sımsıkı sarılalım, yaşamdan yalnızca almak yerine ona bir şeyler vermeye çalışalım. Kısacası bütünüyle ’İnsan’ olalım. Unutmayalım ki (!) yaşam dokuması henüz tamamlanmamış, olağanüstü güzellikte bir duvar halısıdır. Kimseyi kırmamak ve üzmemek şartıyla istediğimiz her şeyi deneyelim, bir gün sonsuzluğun bulutlarına oturduğumuzda ne aklımız kalsın ne de kırık bir yüreğimiz”… Sağlıcakla kalınız…
Hüseyin A. Tuna
T U N A C A N
YORUMLAR
Çok hoş bir yazıydı okuduğum. Şu bir hakikat ki insanoğlu acı gerçekleri düşünmekten yoksun. Bu eksiklik
nasıl yaşamamız gerektiğine de engel. Hakikatleri dosdoğru görüp gereğini ona göre yapabilsek hayat
dünyamız da öylesine güzelleşir diyorum, bu güzel kalemi kutluyorum; saygılarımla.
Teşekkür ederiz dost.
Postacı,
aldı getirdi gönül kutunu,
yürek imzamızla teslim etti bizler.
Aldık,
kabul ettik,
sahiplendik...
Ve,
tebessümlerle bezedik,
güzelliklerle sardık sarmaladık,
hayat sandığımızın en müstesna köşesine yerleştirdik.
Sağ olasın...
Yazı mükemmeldi...
İçine serpiştirilen küçücük örnekler de...
Çok beğendim..