İtaru - İris
27 Haziran 2010, 5 yıl sonra vatana dönüşümüzün ilk günü. Havaalanından bizi üniversiteden arkadaşlarımız olan Selim ve Nazlı karşılamış, bağajlarımızı teslim alır almaz misafir olacağımız Sarıyerdeki eve doğru sevinç çığlıkları, sarılmalar uzun uzun sohbetlerin arasında bir kaç günlük İstanbul turu yapmış, Sarp ve ben Selimlerde geçirdiğimiz günlerde yılların özlemini silip atmıştık. Selim ve Nazlı İstanbulda bir müzede çalışmayı tercih etmişlerdi, bizse keşfetmeye olan tutkumuzdan vazgeçemeyip arkeolojik kazılara adamıştık ve kendi araştırmalarımızı yapmak için Türkiyeden küçük bir ekip toparlayıp çalışmalara başlamak üzere Komanaya doğru yola çıkmıştık. Yaptığımız bu iş adeta yaşam tarzımız olmuş her yeni kazıda binlerce yıl öncesini keşfetmenin verdiği heyecanla güzergahımızda ilerliyorduk. Ekiple bir kaç gün sonra Komana yakınlarındaki kır evimizde buluşacağımızdan ön hazırlıkları yapabilmemiz için yeterli zamanımız vardı. Sarp arabayı kullanırken bir yandan da şarkılar söylüyor Kahire çalışmalarından tanıdığımız Abdullah’ın gür bıyıklarının altından çıkan ince sesini taklit edip beni kahkahalara boğuyordu. 10 saat süren uzun ama keyifli yolculuğun sonunda yıllardır ziyaret edemediğim kır evine ulaşmıştık. Hala bakir olan bu topraklarda muazzam bir manzaranın ortasında ufak odalardan oluşan tek katlı bu ahşap ev bakımsız kalsada kısa sürede toparlanabilirdi. Planladığımız herşeyi uygulayabileceğimiz ve çalışmalar sırasında barınmamızı sağlayacak yerdi burası ve bir hayli işimize yarayacaktı.
...
İlk gün, kır evini toparlamak ve ekip için kalacakları odaları hazırlamakla geçmişti, ayrıca bulmayı umduğumuz kalıntılarında sağlıklı bir şekilde temizlenip analizini yapabileceğimiz bir alana ihtiyaç duyduğumuzdan bahçenin hemen sonundaki taş kulübeyi küçük bir arkeoloji laboratuvarına çevirmeyi planlamıştık.İşe burayı boşaltmakla başlamalıydık çünkü ıvır zıvırlarla doldurulmuş ışık alması engellenmişti, yakın bir köyden çağırdığımız at arabasına buradan çıkan bir iki masa ve sandalye dışındaki tüm eşyayı yükleyip, kullanılabilir durumda olanlarını araba sahibinin alabileceğini söyleyerek göndermiştik. işin en zor kısmıda bu tozlu yeri adam etmekteydi, en büyük yardımcı ve kocam olan adamın sızlanmalarının arasında yorucuda olsa umduğumuzdan daha iyi sonuçlar almıştık. Artık şirin bir laboratuvarımız vardı, yolunda gitmeyen şey zeminden gelen hava akımıydı ki burası taş bir bina olmasına rağmen zeminde ahşap kullanılmış ve zamana yenik düşmüştü bu malzeme. Yinede bu kadar uğultulu bir hava gelmesi garipti. Ben bunları düşünürken Sarp’ın hadi bırakalım artık sesiyle irkilip, kulübeden çıkmıştım. İlk günün yorgunluğuna yenik düşmeden birşeyler atıştırıp, ılık esen rüzgarın koynunda derin bir uykuya dalmıştık ki gece yarısını biraz geçe dışarıdan gelen seslere yataktan fırlamıştım, ani davranışım Sarp’ı da uyandırmıştı. Uzun uzun sakinleştirmeye çalıştı beni ama duyduğum sesleri o duymamıştı ve yaşadığım huzursuzluktanda habersizdi, sadece sarılıp sakinleştirme çabalarının sonunda yeniden uykuya dalabilmiştim.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber gece olanları unutmuş bir şekilde uyandığımda yatakta yalnız olduğumu gördüm, minik adımlarla mutfağa doğru ilerlerken Sarp’ın yine Abdullah’ın sesiyle söylediği şarkılarla kahvaltı hazırlamasını bir süre izledikten sonra bende ona eşlik ettim. Kahvatıyı toparladıktan sonra Haydi küçük hanım işler bizi bekler diyen Sarp’ın peşine takılıp, laboratuvarı düzenlemeye koyulmuştuk, gerekli tüm malzemeleri yerleştirmiş, zemindeki sorunlu tahtaları değiştirmek için eskileri çıkarttığımızda gözlerimiz bizi biraz şaşırtmıştı. Gördüğümüz şey bir kapaktı ve bildiğimiz kadarıyla bu yapının bir bodrum katı yoktu. Kapağı açıp açmama konusunda tereddüt yaşasakta, dışarıdan gelen korna sesiyle tahta parçalarını gelişi güzel yerleştirip bahçeye yöneldiğimizde gelenlerin birlikte çalışacağımız ekip arkadaşlarımız olduğunu anladık. Gelenlerin arasında stajer konumda olan arkeoloğlar ve işin ehli bir kaç eski dostumuz vardı. Tam tamına 8 kişilik güzel bir ekip olmuştuk. Yöre hakkındaki bilgilerimizi uzun süreli bir beyin fırtınasından sonra derleyip işe civarı gezerek kazı yapacağımız alanın keşfiyle başlamıştık. Gezi sırasında mekan ve aile geçmişimizde anlatılmaktan efsaneleşmiş bir kaç detaydan bahsederken geceki huzursuzluğumu yeniden hatırlamıştım ve bugün bulduğumuz kapağın açıldığı yolu da araştırmalarımızın içerisine almaya karar vermiştim. Ekiple de bu düşüncemi paylaştığımda herkes buna olumlu bakmış ve başlangıcı buradan yürütme konusunda sözleşmiştik.İkinci gece de herkes odasına çekildiğinde kır evinin balkonunda kahvemi yudumlarken bir yandan da kulübeyi izliyordum, önce geceki sesler, zemindeki gizli kapak ve kendiliğinden açılıp kapanan bir kapı menteşeleri paslanmış olmalıydı ki korkunç bir gıcırtıyla gecede yankılanıyordu. Sabah ilk işimiz kapıları yağlamak olmalıydı.
Üçüncü günün sabahında tüm ekip kapağın başında sanki Karunun hazinesini bulmuşcasına büyük bir heyecanla kapağın başına toplanmıştık. Büyük heyecan ve zorlukla Ali ve Başarın kapağı kaldırmasıyla içeriye buz gibi havanın dolması bir olmuştu. Öncelikle buranın eski bir soğuk hava deposu olabileceğini düşünerek hayal kırıklığı yaşasakta merakla derinliği kontrol edip içine girmeye karar verdik. Gereken aydınlatma ve malzemeyle aşağı indiğimizde buranın odalardan oluşan bir tünel olduğunu görüp ikişerli gruplar halinde keşfe çıkmıştık. İçeride neyle karşılaşacağımızı bilmediğimizden dikkatli ve yavaş hareketlerle ilerliyorduk. Bir kaç dakika sonra Başar’ın "hey buraya gelin yeni bir kapı daha var burada" demesi üzerine geldiğimiz yönü takip ederek sesine ilerlediğimizde taş bir kapının önünde merakla üzerindeki yazı ve işaretleri çözmeye çalışıyorduk. Aramızda hiyeroglif konusunda iyi bilgiye sahip olanlarımız kısa sürede yazıların açıklamasını yaptığında bir kez daha şaşırmıştık. Eski Mısır mezar odalarından birine açılan bir kapıydı bu ve Hitit coğrafyasında bu yapının ne işi vardı hemde atalarımdan kalma bu arazinin ortasında. Daha fazla beklemek istememiş olacağız ki hep bir elden kapağı uygun yöntemlerle açmayı zorda olsa başarmıştık. Tedirginliğimizi bir yana bırakıp büyük salon tabir edilen asıl kısıma girdiğimizde burada yatanın kim olduğunu ve neden burada olduğunu çözeceğimizi sanmıştık ki, büyük bir muammanın ortasında kala kalmıştık. Kutu içinde kutu, sürekli karşımıza çıkan kapılar nasıl bir bilmeceydi ki bu lahit büyük büyük atalarımın bilerek sakladığı hatta bulunmasından korktukları bu yeri binlerce yıl sonra Komona da biz keşfetmiştik. Birisi hadi çıkalım gidelim burdan dese çıkıp unutacaktım gördüklerimi, ama bunu diyen olmadığı gibi hadi artık yapalım şunu sesleri arasında lahit açılmış, nerdeyse karşılaşmayı umduğumuz mumyalanmış ceset yerine altın bir magenle karşılaştığımızda bilmem kaçıncı şokumuzu yaşıyorduk. Magen se görülmeye değerdi gerçekten tam olarak som altından kartal işlemeli ve tüm çevresi harita ve yazılarla kaplı olan bu kalkan muazzamdı. Yine de yalnış giden birşeyler vardı. Kalkanı ve diğer bir kaç parça tableti alıp kulübeye döndüğümüzde çoktan gece olmuştu. Halen açtığımız bu kapıların ardında büyük bir gizem bizi bekliyordu ama pek cesaret edebileceğimiz bir yer değildi burası. Nihayetinde önce nedenlerimize cevaplar bulmaklıydık ve elimizdeki ip uçlarını çözmeliydik. Bu zahmetli ve zaman alan bir işti ayrıca böyle mekanlar çeşitli yöntemlerle korunurdu ki biz insanların pek karşılaşmak istemeyeceği türden şeylerdi bunlar. Yarı uyur yarı uyanık bu geceyi de sonlandırdığımızda çoktan gün ağarmaya başlamıştı. Bir kaç saatlik uykunun ardından ekibi toparlayıp bulduğumuz her parçayı her detayı bir araya getirmeye çalışıyorduk, bir puzzledan farksızdı aslında elimizdekiler, dahası bu iki ayrı coğrafyayı birleştirenin bir aşk olduğunu anladığımızda Elif’in okuduğu tableti bir kez daha inceleme gereği duymuştuk. Yazılmış herşey oldukça önemliydi mısırlı bir gelinin aşkına adadığı bir anıt mezarın üzerinde geride bıraktıkları bu magendeki sırrı henüz çözememişken her iki nehrinde birbirine zamanın birinde karışmış olduğunu, geçmiş zamanın insanlarını kesiştirmiş olduğunu bilmiyorduk. Büyüklerimizin bu sırrı bildiğinden neredeyse emindim artık. Neden bilinmez onlar bu izi sürmemişler sadece insanlığın karmaşasından uzak tutmayı tercih etmişlerdi. Peki şimdi ne yapmalıydık, bu keşfi paylaşmalı mı yoksa üzerine bir kapı da biz mi örtmeliydik.
YORUMLAR
Komana hakkında detaya girmek istemedim değil ama o zaman kimseler merak edip araştırmayacaktı tokatta bir antik kentmiş denecekti.
tüm yazılarımda stilim buydu siyah zemin üzerine gri yazılar ama sizin için beyaz olarak değiştirdim. Umarım kolaylıkla okunabiliyordur.
ve konuya dönersek evet ilgimizi hep çeker yeni birşeyler keşfetmek özellikle de geçmişi anlatan şeylerse ve bu kadar kolay bulunmuyor tabiki kalıntılar ama şunu belirtmeliydim sanırım büyük atalarımın zaten keşfetmiş olduğu ve sakladığı bir oda burası ve ailede anlatılan bir efsane bizi oraya yönelten. Biraz eksik anlatım yapmışım sanırım :)
Yazıyı okuyunca,
önce Google'a girip,
Komana'nın neresi olduğunu araştırdık.
Sonuçta bizler arkeolog değiliz ve hikayenin yazarı da bu konuda bir bilgi vermiyor.
Tokat'ın 9 km kuzeyinde, Kızılırmak kenarında bir yer imiş.
Fırsat bulduğumuzda gidip görmeliyiz.
Hikayeye dönelim.
Siyah zemin zerine gri yazı,
hikayenin gizemini tamamlamış ancak,
bizim gibi göz problemi yaşayanlar için oldukça zahmet sunar bir hale bürünmüş.
Zor okuduk diyelim.
Konu,
ilgi çekici.
Arkeoloji hep ilgi çekmez mi zaten.
Anlatım gerçekten güzel.
Cümlelerin estetiğine bayıldım.
Tek eleştirim,
gizem çabuk çözülüyor sanki.
Bu kadar kolay mıdır tarihi kalıntılara rast gelmek?
Öyledir belki, bilemiyorum.