- 492 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (32)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (11)
UHUD SAVAŞI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (4)
Bedir savaşının ardından savaşı her yönden analiz eden Enfal suresi gibi geniş bir sure, Uhud savaşının ardından gelmemişti. Ancak Haşr suresi gibi kısa bir sure ve değişik surelerin içinde Uhud savaşını konu edinen ayetler var. Bundan önceki bölümlerde konular içinde Haşr suresinin bazı ayetlerini incelemiştik. Bugün Haşr suresine genel olarak bakacağız.
Haşr Suresinin 1-4 ayetlerinde Allah; “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tespih etmektedir. O, üstündür, hikmet sahibidir. Ehli kitaptan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem de müminlerin elleriyle harap ediyorlardı. Ey akıl sahipleri! İbret alın. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada cezalandıracaktı. Ahirette de onlar için cehennem azabı vardır. Bu, onların Allah’a ve Peygamberine karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah’a karşı gelirse bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir” diyor.
Haşr suresinin ilk ayetleri olarak gelen bu ayetler, Müslümanların Beni Nadr kabilesini Medine’den sürüp çıkarmaları neticesinde gelmiştir. 625 yılında olan bu hadise, üç yıl önce 622 yılında devleti kuran, başlarına Muhammed’i geçiren Medine toplumunu düşündürmeye başladı. Zira Medine’de devlet kuran toplum içinde en kalabalık olan Yahudilerdi. Dindaşları Beni Nadrlıların Medine’den sürülüp çıkarılmaları onları endişeye sevk etti. Muhammed güçlendikçe kendilerini de kovabilirdi. Mekkeliler zaten bu yönde sürekli propaganda ediyorlardı. Medine’de yaşayan putperest Araplar da aynı propagandadan etkileniyorlardı. Onlara göre Muhammed’in kesin bir kararla Beni Nadr kabilesinin üzerine yürümesi, kale dışındaki bağlarını bahçelerini talan etmesi, hiç kimsenin aklına gelmemişti. Olayları duydukça hayretler içinde kalıyorlar. Hayretleri bir yana mallarının, canlarının tehlikeye düştüğünü hissediyorlardı. Üstelik Muhammed her zamanki yaptığı gibi, Beni Nadr üzerine hareket ederken, Medine vesikasının altına imza atanlarla istişarede bulunmamıştı.
Uhud savaşı sırasında Beni Nadr kabilesi devleti kurarken verdiği söze aykırı hareket etmişi. Beni Nadır kabilesinin yaptığı ihanetin bu kadar ağır cezalandırılması onlara göre fazlaydı. Sözleşme yeniden gözden geçirilebilirdi. İhtar edilebilirdi. Ancak Muhammed onların Medine’den çıkıp gitmelerini istemişti. Birçoğu bu olayı Muhammed’in kişiselleştirdiğinden söz ediyordu. Sanki bazı yorumlara göre, Beni Nadr ile Muhammed arasında Medine devletinin yönetimiyle ilgili problem vardı. Peygamber ve Müslümanlar aleyhine değişik yönde yapılan tüm kara propagandaları, Haşr suresinin bu ilk ayetleri bitirdi. Ayetlerin özüne baktığımızda bazı hususlar ortaya çıkıyor.
- Allah Beni Nadr kabilesinin Medine’den sürülüp çıkarılmasının sorumluluğunu üstleniyor. “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tespih etmektedir. O, üstündür, hikmet sahibidir. Ehli kitaptan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız” Muhammed’in peygamber olduğuna iman etmemiş olsalar da, ayet denilince ne olduğunu kavrayan Yahudiler peygamberi suçlarken Allah’ın sorumluluğu üzerine aldığını görünce şaşırdılar. Nüfus olarak azınlıkta olan Müslümanlar etraflarında kalabalık olan Yahudi ve putperest Arapların bazen açıkça, bazen gizlice yaptıkları propagandalardan etkilenirlerken, ayet onlara sizin kabahatiniz yok diyordu. Üzülmeyin sizin kabahatiniz yok. Rabbiniz onları kendisi, sizin elinizle cezalandırdı. “Ey akıl sahipleri! İbret alın. Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada cezalandıracaktı. Ahirette de onlar için cehennem azabı vardır” diyen Allah, sözlerini yerine getirmeyenlerin cezalandırılacaklarını belirtmişti. İnsanlar hem söz verecekler, hem sözlerini yerine getirmeyecekler bu mümkün değildi. Elbette sözlerini yerine getirmeyenler cezalandırılacaklardı. Ayette “onlara sürgün yazmamış olsaydı” ifadesi bir kadercilik anlayışını değil, önceden suçların belirlendiğini, suçu işleyenin suçunun gereği cezalandırılacağını belirtmekti. Ayetlerin vurucu gücünü artırmak için Allah’ın kullandığı üslup bazen insanlara garip gelebiliyor. Suçundan dolayı cezalandırılanlara sanki ta baştan bu ceza kaderine zaten yazılmıştı anlayışı doğuruyor. Allah’ın ayetleriyle birbirini bağlamadan yapılan bu düşünceler ne yazık ki, Allah’ın düzeninin nasıl işlediğini anlamadıklarını gösteriyor. Allah adaleti gereği hiçbir suçu karşılıksız bırakmaz. Suçu ilan etmedikten sonra da cezalandırmaz. Yani Allah önce suçu, suç kapsamlarının ne olduğunu ayetleriyle bildirir. Uymayanları cezalandırır. Cezalandırmalar değişik şekillerde olabilir. Bazen suç işleyenleri bizzat, suçu işledikleri hak sahipleri eliyle cezalandırır. Yani suçlu mağdur ettikleri tarafından cezalandırılır. Nitekim Beni Nadr kabilesi, Muhammed’e verdikleri sözü çiğnemişler buna karşılık, Muhammed’in eliyle cezalandırılmışlardır. Allah bazen de suçluları doğal olaylarla cezalandırabilir. Başlarına gelen, depremler, sel baskınları, tahammül edilemez rüzgârlar, gökten düşen parçalar, yıldırımlar, hastalıklar vesaire. Bütün doğal olaylar cezalandırma şekillerinden olarak değerlendirilebilir. Allah ayetlerinde buna işaret ediyor. İnsanlar suçlu olanlara baksınlar. Onlar dünyada bir şekilde cezalandırılmışlardır. Ama, eğer insanlar suçluların dünyada cezalandırılmadığı görüyorlarsa bilsinler ki ahirette mutlaka cezalandırılacaklardır. Allah’ın önceden suçluların cezalandırılacağına ilişkin belirttiği hükümler insanların başına geldiğinde ceza uygulanmış olur. Allah; hükümran bir ifadeyle, onlara bu cezayı yazmıştık derken, bazı insanlar konuyu saptırarak, cezalandırmayı “alın yazısı” olarak algılıyorlar. Halbuki konunun alın yazısıyla ilgisi yoktur. Konu, suç, suçu işleyecek olan ile Allah arasında bir ilişkidir. Allah diyor ki, bunlar suçtur. Suçu işleyenler bilsinler ki, mutlaka cezalandırılacaklardır. Cezayı öyle sadece dünyada verilen ceza olarak görmeyin. Rabbiniz cezayı ahirette de verebilir. Ama bilin ki hiçbir suç cezasız kalmaz. Af hariç. Allah’ın bu yöndeki bilgilendirmeleri, hükümleri suçun işleniş tarihine göre, önceden yazılmıştır. Dolayısıyla önceden yazdık ifadesi, yapılan eylemin önceden suç olarak bildirildiğinden ibarettir. Alın yazısıyla bir ilgisi yoktur.
Elbette ayetler geldiği zaman, ne peygamber, ne de Müslümanlar Allah onlara cezayı yazdık ifadesinden alın yazısı çıkarmadılar. Onlar akitlerini yerine getirmeyenlerin cezalandırılacağının baştan söylendiğini anladılar. Ancak zaman içinde Müslümanlar konuların özünü kaçırarak ayetleri yanlış yorumlamaya doğru kaymışlar. Böylece yoldan çıkmışlardır.
Ayetleri okuyan Müslümanlar Allah’ın peygamberi onayladığını görünce sevindiler. Kara propagandaların etkisinden kurtuldular. Yahudilerle, putperest Araplarla birlikte yaşayan Müslümanlar ne olursa olsun ortalıkta dolaşan sözlerden etkileniyorlardı. Ayetler hükmünü koyunca etkileşim durdu.
Günümüzde de Müslümanlar ayetlere dikkat etmeden gündemlerden etkileniyor. Müslümanların inançlarını oluşturan, yollarını çizen ayetler yaşama indiremeyen Müslümanlar gündemlerin atmosferinde kaybolup gidiyor. İçinde yaşadığımız olaylar. İktidar muhalefet çatışması… Ortadoğu’daki gelişmeler. Ülkemizdeki siyasi ekonomik olaylar. Ne yazık ki Müslümanların gündemine düşüyor. Müslümanlar ayetlerin özü doğrultusunda değil, gündemlerin savrulmasıyla yerlerini tayin ediyorlar. Halbuki Medine’de gelen ayetler savrulan Müslümanların durumlarını düzeltiyordu. Ancak savrulmaya başlayan Müslümanlar nedense tevhidi çizgide durma, çizgiyi koruma yolunda yeterli, azimli, sabırlı görünmüyorlar.
Resul zamanında Medine’de de, Mekkelilerle yapılan savaşlar. Medine’de devletini oluşturan toplumlarla ilişkiler zaman içinde Müslümanları savuruyordu. Ama o dönemde Müslümanların şansı, olaylar geliştikçe ayetlerin onları düzeltmesiydi. Bugün ayetler gündemlere göre inmiyor. Müslümanların 1500 yıl öncesinde inen ayetlerin özleriyle olayları yorumlamaları, kendilerine ayetlere göre yön vermeleri gerekiyor. Fakat böyle olmuyor. Olaylar sıralanıyor, sonra ayetlerin özüne aykırı yorumlar yapılıyor. Ayetlere aykırı olarak tavırlar alınıyor. Niçin böyle, neden böyle sorgusunda ise “zamanın gerçeklerine göre yorum yapıyoruz” denilerek ayetler zamanın çıkarlarına göre yorumlanıyor.
- Haşr suresinin ilk ayetleri, Müslümanların elini güçlendirmiş. Müslümanların aleyhine yorum yapanları da tehdit altına almıştı. Ayetler sanki şöyle diyordu. Peygamberle sözleşme yapanlar dikkat edin. Sözleşmenize aykırı hareket eder. Peygamberin aleyhine davranırsanız suç işlersiniz. Allah işlediğiniz suçun cezasını mutlaka verir. Allah bu konuda kararlıdır, adildir. Sözleşmelerine aykırı hareket edenler Müslümanlar dahi olsa, Allah onları da mutlaka cezalandırır. Allah taraf tutmaz. Allah verilen sözlere bakar. Söz verenlerin yaptıklarına bakar. Kim sözleşme hükümlerine aykırı hareket ederse suç işlemiştir. Allah suçlulardan yana değildir. Suçu işleyen Müslüman da olsa, Yahudi de olsa, Putperest de olsa, Allah suçluya karşıdır, haklıdan yanadır. Allah ezeli ve ebedi hükmünde suçluların durumlarını belirtmiş, cezalandırılacağını da yazmıştır. Allah suçluyu, dünyada da, ahirette de cezalandırabilir. Suçla mağdur edilen kişi veya toplumlar eliyle de, başka şekillerde de cezayı gerçekleştirebilir. Zannetmeyin ki, kişiye veya topluma verdiği sözleri yerine getirmeyerek. Sözleri aleyhine hareket ederek suç işleyenler kurtulabilirler. Aleyhine davrandığınız toplumlar sizi cezalandıramasalar bile, Allah sizi başka yönlerden cezalandırır. Dünyada cezalandırmasa bile, ahirette cezalandırır. Kısaca suçluların cezadan kurtulması mümkün değildir. Ta ki, af dilesinler, af edilsinler. Başka kurtuluş yolu yoktur.
- Allah gönderdiği bu ayetlerle Müslümanların moralini yükseltiyor. Medine devletinin yöneticisi Muhammed’e inananlar olarak, kendilerinin Allah tarafından korunduğunu hissediyorlar. Azınlıkta kaldıkları toplum içinde güç kazanıyorlar. Ayetler topluma okundukça, Yahudiler, putperest Araplar ayetlere inanmasalar da, Müslümanlar ayetlere inanarak onların propagandasından etkilenmiyorlar. Böylece kişisel ve toplumsal psikolojilerini üstün tutuyorlardı. Yahudiler, Putperest Araplar ise; Ebu Süfyan’ın dediği “gücünün kaynağını bilemediğimiz bir inançla, bir Allah ile nasıl mücadele edebiliriz” anlayışına ulaşıyorlardı. Müslümanlar karşılarındaydı. Muhammed karşılarındaydı. Kendileri Muhammed ve Müslümanlar kendileri gibi insanlardı. İnsan olarak ele alındıklarında alt edilmeleri mümkündü. Ama onlara güç veren, onların moralini yükselten din vardı. Dinin ayetleri sürekli geliyor. Muhammed’in elini güçlendiriyor. Müslümanların direncini artırıyordu.
Allah Müslümanlara Haşr suresinin 13,14. Ayetleriyle sesleniyor. “Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya siperler arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur”
Suresinin başındaki ayetlerle Müslümanların moralini yükselten Allah, inkâr edenlerin durumları hakkında bilgi vererek, onları iyice günlendiriyor. İnkâr edenlerin de durumunu açığa çıkarıyordu. İnkâr edenlerin özelliği enteresandı. Yahudiler Allah’a inandıklarını söylüyorlar ama Allah’tan korkmuyorlardı. Putperest Araplar putlara inanırken Allah’a da inanıyorlar ama Allah’tan korkmuyorlardı. Onların korktuğu şey Müslümanlardı. Bedir’de galip gelen, Uhud’da Mekkelilere yenilmeyen Müslümanlardan korkuyorlardı. Halbuki asıl korkulması gereken Allah’tı. Cezayı veren Allah’tı. Onlar peygambere karşı işledikleri suç nedeniyle cezalandırılmaktan korkuyorlardı. Bu nedenle, sağlam kalelerine sığınıyorlar. Ortalıkta yaygara çıkararak kendilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlardı. Müslümanlar onların yaygarasına bakarak güçlü olduklarını düşünebilirdi. Ancak onların yaygarasının ardında korku vardı. İnkâr edenler korkularıyla birlikmiş gibi görünüyorlardı. Aslında onlar darmadağınıktı. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklar derindi. Allah inkâr edenlerin psikolojik yapısını ortaya koyarak, Müslümanlara onların korkulacak bir yanı yok diyordu. Onların durumu “korkanların, içten gelen içgüdüsel tepkiyle korkutma isteğinden ibaretti. Değilse yapabilecekleri bir şey yoktu. Üzerlerine gidiliverdiğinde kaçacak yer arayacaklardı” Hani toplumda bir söylem vardır. “Köpek korktuğu için havlar. Kendine güvenen, korkmayan köpek havlamaz. Veya ısıracak köpek havlamaz” İyi bililin ki, bir taraf çok gürültü çıkarıyorsa, çıkardığı gürültü kadar korkuyordur.
Günümüzde de öyle değil mi? İnananlar sessizken, inkâr edenler sürekli gürültü, sürekli yaygara içindedirler. Bütün planlarını buna göre yaparlar. Siyasetlerinin yalan üzerine kurgulanışı. Yazılı görsel medyadaki güçlülükleri bu nedenledir. Şöyle bir bakın etrafınıza, Müslüman topluluklar sessizdir. Gürültüyü sevmezler. Bilerek veya bilmeyerek ortaya koydukları tavır, inançlarının gereğidir. Müslümanlar inkâr edenler gibi korku içinde değillerdir. Allah’a inanır, Allah’a güvenirler. İnkâr edenlerin güvendikleri şeyler ise, sağlam kaleleri, üstün silahları, maddi varlıkları, süsleridir. Şatafatlı giysiler, altın renkli madalyalar. Büyük saraylar, şatolar. Korunaklı silahlar. Üzerlerine geçirdikleri zırhlar. Uzaktan kumandalı silahlar. Etrafındaki korumalar. Yaşadıkları korkunun tezahürü büyüklüğündedir.
Ülkemize gelen Amerikan başkanının korkusunu anlayabiliyor musunuz? Gelmeden önce yüzlerce koruması geldi. Bütün uğrayacağı yerleri kontrol ettiler. Planlar yaptılar. Kendileriyle işbirliği yapacak Türkiye Cumhuriyetinin güvenlik güçlerini tek tek elden geçirip incelediler. Sonra Amerikan başkanı geldi. Aşçılarıyla, uşaklarıyla, korumalarıyla geldi. Bir kişi bir ülkeye ziyarete gidiyor. Yanında en az bin kişi taşıyor. Ziyarete gittiği ülkenin aşçısına, uşağına, korumasına güvenmiyor. Büyük bir kibir içinde, gösteriş içinde geliyor. Zannediyorsun ki, zenginliğinin verdiği kibri, şımarıklığı gösteriyor. Hayır. Allah onların durumunu açıklıyor. Aslında onlar suçludur. Suçluluk psikolojisiyle korku içindedirler. Gittikleri yerlerdeki insanlara karşı suçludurlar. Onlardan alabildiğine korkarlar. Korktukları için sağlam kalelerine sığınırlar. Kendilerine yaşam kaleleri oluştururlar. Türk yemeği mi yiyecek? Aşçılarına aşçılarımız tarif edecek. Onlar pişirecek. Odaları mı temizlenecek, ziyaret ettiği ülkenin oda temizleyicileri ortalıkta görünmeyecek. Kendi temizlikçilerini getirecekler. Böyle bir korkuyu yaşamak gerçekten çok zordur. Allah yarattığı insanı çok iyi bilmektedir. Müslümanlar ayetleri dikkatle okurlarsa, göreceklerdir ki, inkâr edenler, sokaktaki bir insandan bile korkarlar. Onun için zırhlarına bürünürler.
Gösteriş, süs, yaygara, övünmek, korkanların kaderidir. Meydan okumak, tehdit etmek korkanların kaderidir. Çünkü onlar Allah’a inanmazlar. Çünkü onlar Allah’tan korkmazlar. Dünya hayatından sonra hayatlarının olmadığına inanırlar. Söylemlerinde Allah’a inandıklarını, Allah’tan korktuklarını söyleseler de, gerçekte inançları yoktur. Allah’ın hesabından korkmazlar. Ama dilden korktuklarını söylerler. Onun için ölümden korkarlar. Kendilerine ölümü yaklaştıracak her şeye karşı tedbir alırlar. Korunaklı kaleler, zırhlar, silahlar, saraylar, şatolar, korumalar, tehditler… Hepsi korkularının büyüklüğünce büyür. Allah diyor ki, “Ey Müslüman, onlar sizin varlığınızdan korkarlar” Müslüman’ın bunu anlaması gerekir. Müslümanların, onların korkularıyla büyüttükleri şeylerden korkmamaları gerekir. İnançlarına sahip çıkarak, güçlü durmaları, Allah’a güvenmeleri gerekir. İşte Amerika’nın dünyada yaptıkları savaşları görüyoruz. Üstün silahları içindeyken güçlüler. Yeryüzüne inip, insanlarla, aynı güneşi, aynı toprağı, aynı havayı kokladıklarında eşitleniveriyorlar. Birebir mücadelede sürekli kaybediyorlar. Vietnam batağından çıkamadılar. Irak batağından çıkamadılar. Şu an Afganistan batağında sürünüyorlar. Her türlü üstün silahlarına rağmen. Yerli işbirlikçilerine rağmen... Paralarıyla kendini satanları alabilmelerine rağmen… Dünyada kendi çıkarlarına göre her türlü propagandayı yapmalarına rağmen… Bütün dünyayı düşmanlarına karşı kışkırtmalarına rağmen… Galip gelemiyorlar. Çıkıp gitmek zorunda kalıyorlar. Amerika Vietnam savaşında 58.000 askerini kaybetti. Savaş sırasında ve bittikten sonra ülkesine dönen askerlerin önemli bir kısmı ya intihar etti ya da psikolojik sorunlar yaşadılar. Irak’ta Amerikalılar 4.747 asker kaybettiler. Vietnam’dan ders alan Amerikalılar Irak’ta öne kendilerini destekleyen Iraklıları sürdüler. Kendilerini korunaklı yerlere yerleştirdiler. Buna rağmen 4.747 askerlerini kaybettiler. Amerika Afganistan’da 2.111 askerini kaybetti. Kayıplarla ilgili rakamlar, zaman zaman Amerikan askeri kaynaklarının ilan ettiği rakamlardır. Dikkat edin, bütün bu kayıpların çoğunluğu ülkeleri işgal ettikten sonraki kayıplarıdır. Onlar üstün silahlarıyla binlerce, milyonlarca insan öldürürler. Ülkeleri işgal ederler. İşgal etikten sonra üstün silahları olmasına rağmen eşitlenirler. Her türlü tedbirlerine rağmen… Yerli işbirlikçileri öne sürmelerine rağmen, kayıplar verirler. Aslında kayıplara, Amerikalılar ve işbirlikçileri olarak baktığımızda, sayı bir hayli fazladır. Günümüzde Amerika, girdiği ülkelerde kendi yöneticileriyle, askeriyle kalamıyor. Ancak yerli işbirlikçilerini yönetime atıyor. Askerini çekiyor. Yerli işbirlikçileriyle ülkeleri yönetiyorlar. Uzaktan kumandayla yönettikleri ülkeleri sömürüyorlar. Müslümanlar inançlarına sahip çıksalar… Allah’ın ayetlerine göre inançlarını, yaşamlarını oluştursalar… İçlerinden hiç kimse düşmanla işbirliği yapmaz. Ne yazık ki, Müslüman’ım diyenler, Allah’ın ayetlerinden uzak yaşayanlar. Amerikan düzenleriyle işbirlikçilik yapıyor. Değilse hiçbir düşman, Müslüman ülkelerde boy gösteremez. Çünkü onlarda böyle bir cesaret yoktur. Onlar büyük korku içindedirler.
Uzun yıllar İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan, Mamatha Gandh’nin üç cümlesiyle yıkılıp gittiler. “İngilizlere çalışmayın. İngilizlerden mal almayın. İngilizlere mal satmayın” Üç kısacak cümle. Tek cümleye indirgendiğinde, alma, satma, çalışma... İnsanlar inandığında düşman hiçbir şey yapamıyor. İneğe tapan Hintli, Gandh’nin bu söylemine inandı. Yüzlerce yıl Hindistan’a hükümran olan İngilizlerin eli kolu bağlandı. Hindistan’ı terk etmek zorunda kaldılar. Çünkü; çalıştıracak adam bulamıyorlardı. Mallarını satamıyorlardı. Hintlilerden mal alamıyorlardı. İnanç en büyük onurdur. İnanç en yüce kimliktir. Çünkü onda azim, sabır, kararlılık vardır. Hayatını başkasına teslim etmemek vardır. Günümüzün Müslümanlarını görüyoruz. Herkesten önce, inkar edenlerin mallarını kullanıyorlar. Herkesten önce İnkar edenleri destekliyorlar. Herkesten önce, inkar edenlerinin düzenlerinin destekçisi, propagandacısı oluyorlar. Bugün Amerikan düzeni demokrasinin, Fransız inancı laikliğin propagandasını bütün Müslüman ülkelere Müslümanlık adına yapıyorlar. Amerika’ya karşı olan sol ideolojiye inanlar. Amerikan barlarından, fesfutlarından, burgerlerinden çıkmıyorlar. Sonra özgürlükten söz ediyorlar. Emperyalizmden söz ediyorlar. İnançlarını çiğneyip tükürenler asla özgür olamazlar. Hangi inançtan olurlarsa olsunlar. İnançlarının gereğini yapanlar özgürleşirler. Hangi inançtan olurlarsa olsunlar. İşte İneğe tapan Hintli… Gandh’nin üç cümlesiyle ayağa kalktı. İşte İran, istedikleri kadar Ayetullahları ilahlık konuma getirsinler. Humeyni’nin tek sözüyle ayağa kalktı. Amerika şeytandır, şeytanı ülkenizden kovun. İşte Mao, ateist olmasına rağmen, bütün kast sistemini, krallıkları Çin’de yıkıp geçti. Allah Müslümanlara yeryüzünü dolaşın. İnsanlığın örneklerinden ders çıkarın diyor. Allah’ı dinleyecek Müslümanlar yeryüzünü, toplumları, insanları dikkatle izlemek zorundadırlar. İzleyecekleri insanlar, toplumlar hangi inançta olursa olsun fark etmez. Her insandan, her toplumdan çıkarılacak dersler olacaktır. Zira Allah’ın ayetleri, sadece hükümler bildirmiyor. Allah’ın ayetleri aynı zamanda, insan karakterlerini analiz ediyor. İnançlarına, verdikleri sözlere riyakar olanlarla, dürüst olanları Müslümanlara anlatıyor. Önemli olan bu karakterleri anlamak, yaşmamıza sokabilmektir.
Allah Medine’deki Müslümanlara inkar edenleri bir başka açıdan tanıtıyor. “Onlar derin ayrılıklar içindedir, darmadağınıktır” Müslümanlar olarak inançlı durun, birlik içinde olun, dağılmayın emrini gönderiyor. Tabi bugün bize de aynı şeyleri söylüyor. Ne yazık ki Müslümanlar uzun yıllardır, Allah’a inançları doğrultusunda hareket edeceklerine, inkar edenlere benzeyerek dünyevi çıkarlarına göre hareket ediyorlar. Mesela; bakınız Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransız kralına yazdığı mektuba… “Ben ki…” diye başlıyor. Sonra “sultanların sultanı, hakanların başı, krallara taç giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (lafa bakın Allah aşkına) ve atalarımın fethettiği Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un, Zülkadriye Vilayeti’nin, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Halep’in, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arap memleketlerinin, Yemen’in ve daha nice ülkelerin ki, büyük atalarımın Allah kabirlerini nurlu etsin karşı konulmaz kuvvetleriyle fethettikleri ve benim muhteşemliğimle de ateş saçan mızrağımın ve zafer getiren kılıcımın gücüyle fethettiğim nice memleketlerin sultanı ve padişahı olan Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sulan Süleyman Han’ım...
Sen ki, Fransa vilayetinin kralı olan Françesko’sun” diye devam ediyor. Şimdi Müslüman’ca düşünün. Allah’ın gücüne kuvvetine inanan bir mümin, böyle bir mektup yazabilir mi? Dünyevi güçlerini bu şekilde dile getirebilir mi? Gösterişin esiri olabilir mi? Tabi mektubun devamını biliyoruz. Tehdit var. Bir kralı kurtarmak için ordularını seferber edecek. Başka bir krala haddini bildirecek. Binlerce insanın ölümüne sebebiyet verecek. Niçin? Görünürde Fransız kralını kurtarmak için… Görünmezde ise, dünyaya gücünü göstermek, kibriyle hükümran olmak için…
İşte Haşr suresinin 13 ve 14. Ayetleri, insan davranışlarının köküne iniyor. Allah’tan korkmayanlar, insanlardan korkarlar. Korkularını da, sağlam kaleleriyle, güçlü ordularıyla, korku salmalarıyla, tehditleriyle kapatırlar. Bu konuda açıkça Allah’ın ayetlerini inkâr edenlerle, İnandığını söyleyip gerçekte ayetlere göre hareket etmeyenler aynıdır.
Allah ayetlerine devam ediyor. Haşr suresinin 17, 18. Ayetleriyle “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir” diyerek, Müslümanlara rotasını çiziyor.
Evet, işin özeti budur. Müslümanlar inkâr edenler gibi insanlardan korkmamalıdırlar. Müslümanların korkacağı tek şey Allah’tır. Elbette Müslümanlar Allah’a olan sevgileriyle, saygılarıyla inançlarının gereğini yapacaklardır. Müslümanlardan bazıları bu tür ayetleri göstererek, dinin korkutma dini olduğunu zannına kapılıyorlar. Allah’a inanan, Allah’a olan bağını korkuyla oluşturamaz. Sevgiyle, saygıyla oluşturur. Allah buna ihlas diyor. İhlas Allah’a olan samimiyet, sevgi, saygıdır. Sevgiyle, saygıyla Allah’a yakınlaşmaktır. Allah Müslümanlara korkuyla ilgili ayetleri gönderirken, Müslümanların Allah’tan korkarak amel etmelerini değil, insanlardan korkmamalarını anlatıyor. Bu tür ayetlerin özetinde anlatılmak istenen, eğer korkmanız gereken bir şey varsa o da Allah’tır. Kısaca Allah Müslümanlara, insanlardan korkmayın. Yarattıklarımdan korkmayın demekte, korkuyu Müslümanların kalbinden almaktadır. Allah’ın korkuyla ilgili ayetlerine kesin olarak inanan Müslüman artık hiçbir şeyden korkmaz. Bilirler ki, korkulacak tek varlık Allah’tır. Müslüman ise Allah’ı sever, sayar. Allah’tan değil, Allah’ı razı edememekten korkar. Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkar. Yani Müslüman Allah’tan değil kendinden, kendi zaaflarından korkar. İnkar edenler ise, ne Allah’tan korkar, ne de Allah’ı sever ve sayarlar. Onlar insanlardan korkar. Çıkarları doğrultusunda insanları sever ve sayarlar.
Allah’ın Müslümanlara öğrettiği bu mantık, korkuyu yaratılış kanunlarına göre düşündürür. Allah’ın yaratılış kanununda insanın Allah’tan korkmasını gerektirecek hiç bir şey yoktur. Çünkü Allah rahman, yani kuşatıcı, rahim, yani koruyucudur. Yarattıklarını koruyan ve kuşatan Allah, günahkârlara tövbe kapısını, hidayet kapısını ardına kadar açık tutar. Öyleyse insanlardaki korkunun kaynağı nedir? Allah buna ayetiyle cevap veriyor. İnkâr edenler Allah’tan korkmaz. İnananlar Allah’tan korkmaz. İnsanlar insanlardan korkarlar. Eğer gerçekten insanlar Allah’tan korksalardı hiçbir şeyden korkmazlardı. İş bu kadar basittir. İslam korku, korkutma dini değildir. İslam; barış, esenlik, huzur dinidir. Hiçbir zaman, barış, esenlik, huzur korkuyla teşekkül etmez. Daima; barış, esenlik, huzur sevgiden, saygıdan doğar. Korkular ise, sadece huzursuzluk, endişe, karışıklık doğurur.
Allah haşr suresinin 21. Ayetiyle hükmünü koyuyor. “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz” Ayet çarpıcı bir anlama sahiptir. Eğer biz bu kuran-ı yani ayetleri dağa indirseydik, dağ ayetlerdeki gerçekler karşısında Allah’tan korkar, başını eğerek, parçalanır, darmadağın olurdu.
Dağın korkusundan parçalanması, ayetlerdeki gerçeklerdir. Gerçeklerle yüklenilen sorumluluktur. Ayetlerdeki sorumlulukları üstlenmek her babayiğidin harcı değildir. Yaratılanlar zayıftır. Güçsüzdür. Dağ da olsa, insan da olsa, güçsüzdür, zayıftır. Allah’ın gücü karşısında başını eğer, dağılır, çözülür gider. Ayette söz edilen korku, Allah’ın gücünün karşısındaki saygıdan kaynaklanır. Gereken saygıyı gösterememekten kaynaklanır. Değilse, Allah dağı da, insanı da rahman ve rahim sıfatlarıyla kuşatmıştır. Bizler insan olarak ayetle şöyle düşünmek durumundayız. Etrafımızda devasa yükseklikleriyle, sağlam duran dağlar bile, ayetlerin yüklediği gerçeklik karşısında, sorumluluklar karşısında darmadağın olacaklarsa, biz onların yanında neyiz ki? Bizim Allah’a daha çok saygılı olmamız gerekir. Allah’a olan saygımız, sevgimizle sorumluklarımızı üstlenmeliyiz. Allah’ın; Rahmanlığına, rahimliğine, yani kuşatıcılığına, koruyuculuğuna sığınmalı, kendimizi Allah’a teslim etmeliyiz. Kendisini Allah’a teslim edenlerin korkacağı bir şey kalmaz. Dünya hayatında insan çok şey kaybedebilir. Malını mülkünü kaybedebilir. Ailesini, çocuklarını kaybedebilir. İnsana gelen ayetler öğretir ki, dünyaya hiçbir şeyi olmadan geldi. Geldiğinde her şeye muhtaçtı. Sonra büyüdü, güçlendi, dünyadan bazı şeylere sahip çıktı. Mal edindi. Mülk edindi. Aile edindi. Evlat edindi. Dünyadan giderken hepsini burada bırakacak. Ahirette malı, mülkü, ailesi, evladı kendisine fayda vermeyecek. Onun için bunları kaybetmekten korkmamalıdır. Zira bunların hepsi imtihanı için Allah tarafından verilmiştir. Allah imtihan için verdiği her şeyi elinden alabilir. Veren Allah’tır. Alacak olan Allah’tır. Bunu kim değiştirebilir? Buna kim engel olabilir? İnsanı korkutacak en önemli şeylerden biri de ölümdür ki, ölüm insanın Rabbine kavuşmasıdır. Rabbini seven, sayan insanın ölümden korkması düşünülebilir mi? İnsan sevdiğine, saydığına kavuşmaktan korkar mı? Bu gerçekler Allah’ın ayetlerinde sürekli açıklanır. Ayetlerde açıklanan her şey yaratılışın, yaşamın gerçekleridir. Bu gerçekler karşısında, dünyadaki tüm değerler parçalanır, dağılır gider. Biz bu ayetten bu anlamları çıkarıp, yeryüzündeki yerimizi bilmemiz. Allah karşısındaki yerimizi bilmemiz gerekir. Biz yeryüzündeki yerimizi, Allah karşısındaki yerimizi bildiğimiz müddetçe hiçbir şeyden korkmayız. Yeryüzündeki misafirliğimiz bir gün mutlaka bitecektir. Allah’ın ayetlerinde açıkladığı gibi, ahirette herkes hesabını verme telaşına düşecek. Kimse kimseyi tanımayacaktır. Analar evladını, evlatlar analarını, babalarını tanımayacak. Kardeşler birbirini tanımayacaktır. Sanki dünyada bir oyun oynanmış. Herkes rolünün imtihanını dünyada vermiş. Oyuna son denilmiştir. Oyununun başlangıcında birbirinin hiçbir şeyi olmayanlar oyun içinde, ana baba, kardeş, akraba olmuşlar. Oyun bitince asıl kimliklerine dönmüşlerdir. Sıra oyun içindeki rollerin hesabına gelince, herkes inancının, yaptığının karşılığında değerlendirilecektir.
Korkunun boyutlarını tahlil eden bu ayetler, bizi Allah’a yaklaştırdıkça Allah’tan korkmamıza gerek yoktur. Yeter ki Allah’ı anlayalım. Ayetlerine göre inancımızı, yaşamımızı oluşturalım. Allah’ın öğrettiği saygıyı, sevgiyi hayatımıza hakim kılalım. Ayetler bütün korkularımızın kaynağının insani zaaflarımız olduğunu gösterir. İçimizdeki korkuları bitirmeyi öğretir. Allah’a göre inananlar insani zaaflarından sıyrılanlardır. İnkâr edenler ise, insani zaaflarından kaynaklanan korularıyla baş başa kalanlardır. İnşallah Allah’a göre müminlerden olur. İmtihanımızı müminler olarak tamamlarız.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.