- 1065 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
Yansıma
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Erken yorulmuş, gücü solgun orta yaşlı adam, kıyısına vardığında denizin, durdu. Dinlemek ister gibi oldu güneşi, dalgaları, maviyi.. Süzgün kanatlı martılara hasretti nicedir. Soyutlamak niyetindeydi varlığını bu dünyadan. Kendi kendine başaracaktı bunu. Oturdu oracığa. Hiç keyifli sayılmazdı fakat gittikçe açılan nefesi ona sanrılardan uzak bir ömrü fısıldıyorlardı sanki. Çok geçmedi, dingin hale büründü ruhu. Hasır şapkasını kafasında yarı araladı. Gökyüzüne uzattı gözlerini. Boğuk görüyordu biraz; zira netliği sağlayan çerçevelerini getirmemişti yanında. Yine de kısıp göz kapaklarını, göğe, oradan da ufak, kibar ufuk çizgisine daldı. Kulağında yüzünü tebessüm ettirip çalan naif şarkı, ruhunu gıdıklıyordu. Ah! Ne de rahatlamıştı şu an aklı. Yorulan gözlerini kapadı, ruhu, varlığını dinliyordu artık. Gemisiz bir denizin sessiz kıyılarında, yalnız bir adam olarak ne denli mutlu duyumsuyordu kendini.. Şapkasını çıkartıp attı sonra sağ tarafına. Kumral saçlarının terbiyeli uçuşları rüzgara takıldı; irkildiler sonra. Derken onları da bıraktı, yalnızca dinlenecekmiş ve ömrünün geri kalanını burada geçirecekmiş gibi, o denli huzurlu duyumsamak istiyordu benliğini. Denedi, denedi... Bir süreliğine daldı, gitti. Ilık bir akşamüstü güneşi çıplak omuzlarından, ayak parmaklarına kadar işliyordu. Hala çalmakta ısrarcı mp3’ünü kapadı. Onu da unuttu o anda. Çünkü şu an ihtiyacı olan tek şey, telaşsız, koşturmasız, hesapsız bir yaşamın var olabileceğine dair güç toplamaktı.
Uzandı artık yakıcılığı kalmamış ince kuma. Kollarını başının altında birleştirdi, gözlerini zor aralamıyordu artık. Sonuna dek açmıştı ve karşısında, son derece incelikle batmakta olan güneşe çevirmişti onları. Suskunluğu, ona iyi geliyordu. ’Kadınlar..’ diyordu içinden. ’Nasıl da şu güneş gibi ince ruhludur onlar, kimi zaman da nasıl canımıza okurlar..’ Küçük bir kahkaha, delip geçmişti kalbinin o kırılmaz zırhını. Anlayamadı ne olduğunu, aldırmaz gibi göründü gün batana dek. Uzandığı yerde, nefis akşam serinliğinin lütfuyla, kısa bir uykucuğa daldı.
Bu öyle kısa bir uykuydu ki, rüya görmeye başlasa kesinkes sonuçlanamazdı. Yine de gördüğünü sandı. Yine burdaydı fakat bu kez yalnız değildi. Karısı da yanıbaşında öylece uzanıyordu denize karşı. O, karısını izlerken geçmişinden taze esintiler burnuna doluyor, eskisinden kat kat daha çok huzurlanıyordu. Ne de güzel gülümsüyordu karısı, öylesine ince ve zarifti ki, az önce batan güneşle tıpatıp aynıydı sanki. Fakat, aralarında geçilmez, saydam bir engel vardı. Ona dokunamıyor, onu öpemiyor, onunla konuşamıyordu. Korktu, telaşlandı. Tekrar aynı ayrılığı yaşayacağından belki, tam manasıyla titremeye başladı ürküntüden. İstemiyordu; şuracıkta onunla sonsuza değin kalmak, var olmak, yokluğu tatmamak istiyordu. Aradaki zırhı zorluyor, ittiriyor, tekmeliyor, yine de kaldıramıyordu.
Vahşi bir olmaza takılıp kalmıştı. Ona, canından çok benimsediği biricik eşine ulaşamıyordu işte bir türlü. Kapkaranlık oluyordu dünyası; o olmayınca böyle keder basıyordu işte her yanını. Aradaki engeli değil kaldırmak, onu olduğu yerde titretemiyordu bile. Gücü kırılıyordu, bıkmadan usanmadan deniyordu ama nafile. Karısı da ona bakmaya başlamıştı. Buz mavisi saydam gözleri içine işleyip, onu irdeliyordu. Bir yandan kokuyor, diğer yandan onun varlığına sığınarak güç topluyordu. Defalarca deniyor fakat hiçbir sonuç elde edemiyordu. Sonunda bıraktı, pes etti. Merakla ve şefkatle hala kendisine bakmakta olan karısına daldı, gitti. Dalgalı, kuru kahve kokulu saçlarını idrak edebiliyordu. Sonra da, çıkık elmacık kemiklerine gerdiği o tarifsiz gülümseyişini. Kusursuz bedenini, zarif ellerini, pamuktan beyaz tenini... Duyumsuyor, kahroluyor, iyice solmaya başlayan yüzünü bir neşe kaplıyor, bir keder ele geçiriyordu..
İçine düşen hain bir çaresizlikle, aniden, uçurumdan yuvarlanırmışçasına uyandı. Yattığı yerden doğruldu, sol tarafına baktı, kimse yoktu. Rüyanın tesiriyle bin perişan etrafına bakındı tekrar. Hayır! Ne karısı vardı görünürlerde, ne de geçmişine dair bir iz.. Nefesi hızlandı birden, sakinlemeye çalıştı. Denize koştu, yüzünü yıkadı. Yığıldı sonra olduğu yere.
Deniz vahşice salınıyordu bir aşağı, bir yukarı. Akşam iyiden iyiye hissettiriyordu varlığını. Güneşe dair tek bir iz kalmamıştı. Ayın cılız yansıması da olmasa, ortalık zifiri karanlığa bulanacaktı.
Yığılan adam, karısını düşünüyordu. Onun öldüğüne yıllardır inanmak istemiyordu. Bilinci karmaşıklaştı, ayak uçları denizin tuzuna karışıyordu. Seyreldi sonra gittikçe nefesi. Net göremeyen yarı kapalı gözleri, daha fazla tutamadı biriken yaşları, indiler hep bir elden. Gittikçe denize doğru kayan adam, uyudu, derinleşti. Az sonra da, pürüzsüz denizin kucağına gömüldü öylece; var olan yokluk hissiyle..
Haziran/2014
Filiz Karaca