- 583 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kaybedenler Kuşağı
Yıllar sonra bodrumdaki eski eşyaları karıştırma lüzumu hissettim. Emekli olduktan sonra zaman benim için bir salyangoz yavaşlığı içinde ilerliyordu. Meşgul olacak, vakit geçirecek bir şeyler arıyordu insan. Almanya’dan döndükten sonra bu evi satın almıştık, ancak rahmetli eşim fazla yaşamadı. Cefasını çekip sefasını süremeden aramızdan ayrıldı, yalnız bıraktı beni. Alışmak aylar sürdü, ama hala alışamadım yalnızlığa. Allah bize bir çocuk vermedi, bizde modern tıbbın imkânlarından yararlanmayı düşünmedik. Bir tercih meselesiydi biz seçimimizi bu şekilde kullandık. Aklımızdan evlat edinmek geçmedi değil, ancak bu düşünceden de kısa sürede vazgeçtik. Hata mı ettik bilmiyorum ama şimdi koskoca evde sabahtan akşama, akşamdan sabaha dolanıp duruyorum.
İşte yine böyle sıradan, bayat bir gündü. Pencereler kalın perdelerle örtülü olduğundan günün hangi saati olduğunu idrak edemiyordum, zaten zaman kavramı hafızamdan yavaş yavaş silinmeye başlamıştı. Uzatmayalım, bodruma indim. Karton kutuları açtım. Kutulardaki her bir eşyanın ayrı bir değeri vardı gönlümde. Omzumdan hiç düşürmediğim deri iş çantam içinde termos ve kumanya kutuları ile mahsun bir duruşu vardı. İzin dönüşü eski Yugoslavya bugünkü Bosna Herkes, Makedonya topraklarından geçerken satın aldığım bizim İstanbul, Bursa, Denizli işi dokuma havular, bezler, el işlemeleri, hediyelik süs eşyaları telkari takılar, kolyeler... Kutunun dibinde dikişleri atmış, kumaşı epriyip dağılmış oyuncak bebeği görünce dayanamadım ve hüngür hüngür ağladım.
İhtiyarlayınca hüzünleniyor, duygulanıyor insan daha hassas daha sulu göz oluveriyor. Bu bebeği eşim bir bit pazarından (flohmarkt) satın almış ve bir ömür boyu saklamıştı. Diğer bir kutuda kitaplarım vardı. Almanya’nın uzun kış gecelerinde sabahlara kadar okuduğum ve orada bırakmaya kıyamadığım kitaplar. Kitaplar arasında mavi bir dosya dikkati çekti. Bu dosyada gurbet yıllarında tanıdığım, hayatın belli bir kesitinde hukukumuz geçmiş insanlar hakkında notlar tutmuş ve bu kişilerle ilgili Bild gazetesinde yayımlanan haberler kupürlerini kesip saklamıştım, çünkü bu insanların ortak özelliği intihar etmiş olmalarıydı. Dosyanın tozunu silkeledim, gözlüğümü taktım. Yazıları pek seçemesem de şu anı pek hatırlayamayan hafızam geçmişi ayniyle hatırlıyordu.
Konyalı Hacı: Askerdeyken duymuştu. Taşı, toprağı altın olan Almanya diye bir ülke vardı. Oraya gidecek, çalışıp para biriktirecek ailesine sefaleti, yokluğu çektirmeyecekti. Tezkeresini alıp memleketine döndü. Ana babasının ellerini öpüp duasını, karısının yanaklarından öpüp gönlünü aldı.
"Allah sayini bol, ekmeğini yağlı etsin" dedi anası arkasından ağlayarak. Allah var ya çalıştı, hakikaten çok çalıştı. Yerin bin metre altında maden ocaklarında çalıştı. Doğru, dürüst çalıştı. Harama uçkur çözmedi, aileleri perişan eden kumara para yatırmadı. Kahvehanenin önünden bile geçmedi. Tek gittiği yer hafta sonları camiydi. İşte hacca da bu zamanlarda gitmişti. Çok paralar kazandı. Cepte para olunca duruşu, yürüyüşüyle beraber düşünceleri de değişti. Bizler Edirne’den hududu geçince marktan başka bir şey görmez, paradan başka bir şey düşünmeyiz gibi laflar etmeye başladı. Memlekete gönderdiği paraların musluğunu yavaş yavaş kesti önce. Para atıl durmamalı gelir, akar getirmeliydi. Tuttu hepsini faize yatırdı. Zaten Dar-ul Harpte faiz yemek günah değildi, fetvasını almıştı hocalardan. Gel zaman git zaman holdingler ortaya çıktı. Bankalar bire beş verirken holdingler bire yirmi vermeyi taahhüt ve garanti ediyordu. Sordu soruşturdu, iştişarelerde bulundu. Kürsüde vaiz efendiden, hutbede İmam efendiden olumlu şeyler duydu. Dava dendi, hizmet dendi, ama Hacı bunların ötesinde kazancına kazanç eklemeyi düşünüyordu. Senetsiz, kefilsiz bir çırpıda tüm parasını evine gelen holding yetkililerine teslim etti. Kara haber tez duyuldu, önce fısıltı halinde sonra yüksek sesle holdinglerin iflas ettiği konuşulmaya başlandı. Para yatıranlar bir bardak soğuk su içtiler giden paracıkların üzerine. Hacı yandı, tutuştu. Ateşini bir bardak su söndürecek gibi değildi. Kolay mı? Ortada otuz yıllık bir birikim söz konusu. Çıktı köprüye attı kendini Rhein nehrinin soğuk gibi sularına. Cesedi alkolikler tarafından bulundu.
Bursalı Mehmet Usta: Evlat acısı yürek yarası. Bursalının yarası derinlerde. O da Konyalı Hacı gibi çalışkan, işine sadıktı. Yirmi yıllık iş hayatında bir gün olsun hasta olmuş, krank basmış değildi. İşine azami hassasiyet ve en yüksek önemi veriyordu. Gözlerini bağlasanız bile o devasa fabrikada hiç şaşırmadan işine devam edebilirdi. Bir nevi robotluk hali. İki çocuğu vardı; birisi kız diğeri oğlan.
Erkek olanı küçükken camiye ve futbol oynamaya giderdi. Zaten Avrupa’da her Türk ailesi evlatlarını himaye edebilmek için camiye ve futbola gönderir. Talent sahibi, kabiliyetli bir çocuktu. İlerde büyük bir futbolcu olabilir belki de Türk mili takımında oynardı. Ancak ergenlik çağları geldiğinde sokağı ve kızları keşfetti. Okulu, futbolu ve camiye gitmeyi bıraktı. Sigarayla birlikte içki ve esrara alıştı. Babasından para alamadığı zamanlar Afrika kökenli zehir tacirlerine kuryelik yaptı. Bir gün diskotekte mal satarken yakalandı. Yaşı küçük olduğundan birkaç seneyle paçayı kurtardı. Hapisten çıktığında aynı işine devam etti ve bir gece polisle girdiği çatışmada öldürüldü.
Kız ise Rus kökenli bir Almana aşıktı. Almanın Müslüman olup sünnet olması beklenirken kız Hıristiyan oldu. Nikahları kilisede kıyıldı. Kocası hafta sonları evde parti verirdi. Başlangıçta bu partiler çok hoşuna gider, partisiz geçen günlerine hayıflanırdı. Sabahlara kadar dans, müzik, eğlence ve partinin olmazsa olmaz unsuru alkol ve bira. Üzerine bira döküldü. Elbisesini değiştirmek için odasına çıktı, ensesinde bira kokulu sıcak bir nefes hissetti. Onu tanıyordu, kocasının en yakın arkadaşıydı. Burada ne işin var diyecekti ki üzerine çullandı ve kendi yatağında tecavüze uğradı. Aşağıya indi, kocasını aradı, onu bulmak fazla uzun sürmedi. Bir kadınla beraberdi hem de kendine tecavüz eden adamın karısıyla. Kocası sırıtarak birasından yudumluyor ve partnerleri bir geceliğine değiştik(frauntausch) nasıl iyi yapmış mıyız diye soruyordu. Bir ara parasız kaldılar ve para için kocası tarafından umumhanede çalışması için zorlandı. Derdini kimselere anlatamadı. Bir gün ziyaretine eski arkadaşı geldi. Çay demlediler, pasta börek yaptılar ve uzun uzun sohbet edip dertleştiler. Kocası eve sarhoş geldi. Kız arkadaşın çok şirin olduğunu söyledi ve ona teklifte bulundu hatta ısrarcı oldu. Bana yapmadığını bırakmadın ama o pis ellerini misafirime süremezsin deyip çekti bıçağı ve kocasının sinesine sapladı, sapladı. Tutuklandı, kasten adam öldürmekten hapse mahkum odu.
Her zaman olduğu gibi Bursalı erken uyandı. Yılların verdiği alışkanlıkla iş çantasını bir çırpıda hazırladı; termosunu sıcak çayla doldurdu, ekmek arasına yağ sürüp domates, peynir koydu. Karısını eşi dostu görsün diye iki haftalığına Türkiye’ye göndermişti. Sabah namazını kıldı, seccadeyi ikiye büküp kaldırdı. Çekmeceden tabancasını çıkardı, alnına dayadı ve tetiğe bastı.
Yozgatlı Şeref: Ahlaklı, temiz, saf bir çocuktu. Ne de olsa Anadolu’nun engin kültüründe yetişmiş havasını koklamış, suyundan içmişti. İşinin ehliydi; on parmağında on marifet. Bir arabayı civatasına kadar parça parça söker ve en kısa zamanda tekrar monte edebilirdi. Tek bir kusuru vardı:ithal damattı. Gurbet ellerde yalnızlığı, kimsesizliği, lisan bilmemesi neyse de karısından yediği hakaretlere dayanamıyordu. İşte bu onun yüreğini korlar gibi yakar, içini kemirir dururdu. Ne istiyordu bu kadın? Kocalık vazifesini bihakkın yapıyordu işte, ve gece geç saatlere kadar işinin başındaydı, ekmek parasını kazanıyordu ya. Neymiş, biraz daha medeni modern, hassas olmalıymış. Nasıl bir modernlikmiş bu bir türlü anlayamıyordu. Atadan kadına el kalkmaz diye öğrenmişti. Hem elin memleketinde bir aile dramı çıkartıp polisle yüz göz olmak istemiyordu. Sıktı dişini, baskıya, hakarete, horlanmaya dayandı, ta ki bıçak kemiğe dayanıncaya kadar ta ki ailenin kutsallığı ayaklar altına alınıncaya kadar. Aldı ceketini sırtına çekip gitti, nereye gittiğini bilmeden nereye gittiğine bakmadan çekip gitti. Parasız, aç, biilaç kaldı. Soğuk caddelerde gezindi, bakımsız pis bekar evlerinde kaldı. Her şeye dayandı da yalnızlığa ve dostsuzluğa dayanamadı. Dört yılda dört tane hakiki dost edinemediysem eğer yaşanır mı bu dünyada diye düşündü. Günlerce odasından dışarıya çıkmadı, ne arayanı oldu ne de soranı. Tavana bağladığı bir iple kendini astı.
Erzurumlu Seda: Hangi anne baba olmasın ki en güzelini istemesin evladı için en güzelin. Benim kızımda mersedeslerden inmesin, geniş, temiz caddelerde gezsin, lüks mağazalardan alış versin diyerek Almanya’ya gelin olarak göndermişti kızını. Kısa bir süre sonra da annesinin tüm temennileri yerine geldi, maddi olarak her şeye sahip oldu. Dünyanın hayat standartları yüksek bir toplumunda gelecek kaygısı çekmeden yaşıyordu, yalnız bir şeyler eksikti hayatında bir şeylerin özlemini ve hasretini çekiyordu; mutlu değildi ve annesi aslında bunu kulaklarına fısıldamıştı; "bak kızım gideceğin yerde zengin bir mutsuz olma ihtimalin yüksek ama yine de fakir mutlu olmaktan daha iyidir." Kendine sorulsaydı eğer belki de fakir ama mutlu olmayı tercih ederdi.
Kocasıyla paylaşacağı hiçbir şeyi yoktu. Kocasının bahanesi hafta içi işti, kimse kimseyi görmezdi, hafta sonları ise eğlence yerlerine giderdi. Bir gün beni de götür demişti. Kocası buna çok kızmış senin gideceğin yerler değil oralar deyip kestirip atmıştı. Evin içinde oturmaktan, kayınlarına hizmet etmekten bıkmıştı artık, kendini bir köle gibi hissediyordu; modern bir köle.
O gece kocası sabaha yakın geldi eve, çok sarhoştu hemen de sızdı. Az sonra cep telefonuna mesajlar yağmaya başladı. Mesajlar almanca olduğundan anlayamadı ama kelimesi kelimesine kaydetti, sabah olunca da arkadaşına tercüme ettirdi.
Hemen evi terk etti. Bir müddet yakınlarının yanında kaldı. Kaynataları devreye girdiler; hata dediler, hoş gör dediler, nihayetinde evine döner dediler ama hangi bir kadın aldatılmayı hoş görebilirdi. Kendine küçük bir ev tuttu, iş buldu çalıştı, hayat tutunmaya çalıştı, kırık kanatlı bir kuş hayata ne kadar tutunabildi ise öyle tutunmaya çalıştı hayata, ama arkasına dönüp baktığında yılların geçtiğini gördü. Ne bir aileye sahip olabildi ne de geriye memleketine dönebildi. Böyle bir dünya da yaşanmaz dedi, iki rekat namaz kıldı, ellerini açtı dua etti, bir kutu hapı içti, yatağa uzandı, bir daha hiç uyanmadı.
Ne kazandık ve neler kaybettik? Para, mal, mülk, ev, arsa, araba… vs kazanç hanemize yazabiliriz, ancak uzun bir tarih süreci olan kapitalist bir topluma alışamadık. Alışabilmek için ise ailemizi, çocuklarımızı, moral ve kültürel değerlerimizi ve ruhumuzu kaybettik. İnsana güven duygusunu, itimadı, samimiyeti, sıcak ve candan olabilmeyi kaybettik. Sıcak bir gülümsememiz vardı çehremizde onu kaybettik. Peki en başta insanı insan, aileyi aile ve milleti millet yapan bu değerler değil midir?
Eşyaları özenle tekrar kutulara yerleştirdim, dosyayı ise yanıma aldım. Az sonra dışarıya çıkacağım. Biraz temiz hava alayım hem uyuşan eklemlerin açılsın. Köşede bir matbaa biliyorum, bu dosyayı ona vereceğim belki ilgisini çeker, çeker de kitap haline getirir ve kim bilir belki yazılanlar gelecek nesillere ders olur.