- 745 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ninni
…Bu ninniyle sana, varlığımda hayat bulmuş üç kişiye ait ruhların, saygı duyulması gerekmeyen anılarını da gönderiyorum. İlki öldüğünde 12 yaşımda ya vardım ya yoktum. Bilemiyorum tam olarak ne zaman beni terk ettiğini. Hiç beni sevmemiş ki bana hissettirmeden çekip gitmiş. Ya da beni sevme ihtiyacı hissettirememişim ona. Gün gelirdi bana zevkli oyunlar bulur gönlümü hoş tutmaya çalışırdı. Beni uzaktan, sefalet içinde yaşayan bir afrikan’a bakar gibi, acıyan, ilgi duyan sahte mimiklerle izlediğini, gittiğinde onu hatırlamaya çalışırken keşfettim. Maalesef geç kalan bu keşiflerin de insana bir nefes acı sigara tadında geldiğini sigarayı ilk kez tatdıktan sonra anladım. İşte, sigaradaki dumanın giderken geride bıraktığı küller gibi beni kül tablasına silkeleyip gitmişti. Henüz o zaman filmler de sigara külleri de siyah beyazdı, güzeldi tabi ki, hayatın acısı da bu iki renk gibi sade ve az nikotinliydi. Sonra sonra çıktı acının anlaşılmaz değişik renkleri. Bana çok şey öğretmemişti bunun dışında. Oysa ben fazla ilgi beklemişim bir bebek gibi, gereksiz bir güvenin boyunduruğuyla, bilinçsizce, kaygısızca ona değişik roller yüklemişim. Oysa, her nehirin kendi yatağını derine doğru kazdığını da gözümden kaçırmışım. Gerçi gözden kaçmaması imkânsızdı. Her şey bedavaydı. Düşünmek, yemek, içmek, hava, su. Tıpkı bir kadın ve erkekten dünyaya gelmenin bedava olması gibi. Neyse ki o en doğrusunu yapmıştı kendince. Gitmesi gerektiği yerde gitmişti. O benim büyüklüğümdü. Huzur içinde yatsın.
İlk ölümümün tadına alışmaya çalışırken, yeşil gözlü, buğday tenli, yüzündeki benlerle daha da güzel hale gelmiş; sakin bir ormanda esen rüzgarın, ağaçların üst dallarında bıraktığı kulak okşayan hışırtısı gibi mest eden bir sesi olan; gözlerinde, daima sevecenliğin ve boşvermişliğin ışıltısını taşıyacak kadar bana yakın, fırsatını buldukça ukalalığı yanından ayırmayan bir kız tanıdım. Nefesini ilk kez sol yanağımda hissettiğimde alçıya alınmış bir kol gibi içten içe bir sıcaklık sardı her yanımı. Tek başıma olduğumda gözlerimi kapayıp hep o anı hayal ettim, her defasında gözlerimi kapatıp yavaşça nefes alarak onun kokusunu hatırlamaya çalıştım. Hatırlıyordum. Bu anı yakaladığımda derin bir nefesle onu bencilce içime hapsettim. Bilmiyordum ki o da pek farklı değilmiş. Ömrümde bir daha asla duymadığım bir tedirginlik ve heyecana kapılmıştım. Kimileri buna aşk, kimileri de sevgi dedi. Aslında bunun anlamı sadece körü körüne bir tutkuydu. Ben, tam bu haldeyken artık beni izleyen ikinci ruhumun içimde bir köşe kaptığını ve birincinin bıraktığı yeri doldurmaya geldiğini anlamıştım. Mutluydum. Fakat bu yeni ruh bana öncekinden daha fazla önem vermiyordu. Ben ne düşünsem benden önce kendisi yapıyordu. Kıskançtı. Benim meftun olduğum kızı o da sevdi, ama sonra onu bana verdi. Sevmiştim bu yeni ruhumu. Bazen aklı başında olmasa da hep bana çalışıyordu. Tutkun olduğum kızı, ruhumda en önce aşka dönüştürdü, sonra arkadaşa, sonra da alıp götürdü. Meğer bana yeni aşklar gerekliymiş, yenilerini aramalıymışım. Aradım, buldum birkaçını. Kimini uzaktan sevdim, kimini ta içinden. Ama hiç birinin kokusu, ilk kez içime hapsettiğim koku kadar beni alıkoyamamıştı. Hiç biri de acıtmamıştı canımı. Her biri yeni bir taş yerleştirdi gözlerimin önüne. Ama neden? Bir gün, günlerden perşembeydi, ikinci ruhum gidiyorum dedi. Yapılacak daha mühim işleri varmış. Bunu söyler söylemez, düşünmeme fırsat bile vermeden yok oldu. O benim 23 yaşımdı. Kulakları çınlasın.
Ardından olgunlaştığımı hissettiğim bir gün, çocukluğum çıktı karşıma. “Hoş geldin” demedim ona. Geç gelen kişiye “hoş geldin” mi denirmiş. O, diğer ikisinden de zalim çıktı. Beni günlerce sorguya çekti. Bunu, benim ona yapmam gerekiyordu ama boşverdim. Düşünmekte olduğum bir çok işim vardı. Alıkoydu beni. İşkence etti. Meğer ne zalim bir çocukluk göndermiş, giden diğer ikisi. Hiç bir şey yapmadım. Ağzımdan bir tek kelime alamadı. Suçluydum. Yalnız bunun vicdan azabını çekecek kadar da iyi değildim ki ben. Sadece boşa geçen yanlış zamanlarda yapılan yanlış şeyler vardı. Her şey tersten yaşanıyordu. Tuhaf olan yaşantım değildi. Sadece, dünyanın bana yüklediği gereksiz anlamlar, bozuk bir turşu tadan birisi gibi yüzümü buruşturmamı istiyordu. Ancak benim ne dünün muhasebesini yapacak kadar geniş bir yaşamım ne de bundan sonrasını önemseyecek kadar aradığını bilen bir ruhum var. Çocukluğum, acizliğim karşısında sessiz kaldı günlerce. Kulaklarımı sağır eden bir sessizlikti. Ne sessizliği bozuyor ne de bana güç veriyordu. Onun da yanımda yaşlanacağından korktum. Sonra yavrusunu kaybolmaması için sıkı sıkıya bileğinden tutan bir anne gibi kavradı bileğimi. Götürdü beni eski ruhlarımın yanına. Daha derine yerleştirdi, üzerime temiz, yağmurun yeni ıslattığı bir toprak attı. Bunu yaparken hiç ses çıkarmadım, mızıkçılık yapmadım. Tıpkı söz dinleyen bir çocuk gibi. O benim 32 yaşımdı. Toprağı bol olsun.
Şimdi burada her yer göz alabildiğince karanlık. Kemiklerime kadar işleyen soğuğun himayesinde, eski günlerimi unuttum. Mutluyum artık. Çünkü gerçekleşmeyeceği hissine kapıldığım hiçbir ümidim yok. Her şey duru, anlaşılır ve formüle edilmiş bir yaşamın hissini veriyor bana. Çocukluğum, bir gün üzerimdeki toprağı aralayıp beni tekrar dünyaya gönderir mi bilmiyorum. Gönderip de ne olacak ki, iyiyim burada. Zaman zaman ziyaretime gelen dostlarım var. Dünyalarından konuşuyoruz. Benim dünyama öylesine benziyor ki anlattıkları. Yalnız anlamadığım bir şey var: Neden onlar dünya yaşamına alışmaya çalışıyorlar, neden ölmediklerini gizliyorlar. Hâlbuki onlar da en az benim kadar ölüler. Tek farkımız var. Ben toprağın içinde nefes alıyorum ve gerçek bir hayat paylaşıyorum diğer vakitsizlerle, oysa toprak üstünde canlı taklidi yapanlar bilinçsizce yarattıkları kaosun başrolleri olmaya niyetliler. Ey ölümlüler! Sizin de benim gibi çocukluğunuz olsa, tutar kolunuzdan sizi huzura hapsederdi. Elleri dert görmesin.
Şimdi amansız bir uykunun eşiğindeyim. Büyüklüğüm, 23 yaşım ve çocukluğum konuşuyor tepemde. Varsın konuşsunlar. Ninni gibi geliyor fısıltıları…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.