- 883 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MUTLULUK
EVEREK HİKAYELERİ/MUTLULUK
“Kim mutlu?...”
Biraz abansan kırılabilecek kadar basit ahşap masanın duvara gelen kısmının sağ köşesinde duran çalar saatin tik takları odanın derin sessizliğine bir başka anlam katıyordu. Kendi gibi çanları da kocamandı saatin. Rakamları, saat ve dakika göstergeleri geceleri parlayan cinstendi. Evlerindeki saatten biliyordu. Çünkü üzerlerindeki boya aynıydı. Üzeri sarıçiçekli su bardağı, alüminyum sürahinin yanında çok daha dikkat çekiciydi. Sarıçiçekli su bardağına bayılmıştı adeta. Yerinden kalkıp bir bardak su içmeyi arzu etti, utangaçlığı burada da karşısına çıktı, kalkıp su içmeye cesaret edemedi. İçinden, masayı kaplayan kırmızı muşambanın karelerini saymaya başladı sonra vazgeçti. Küçücük masanın üstünde ne kadar şey vardı öyle… Üzerinde siyah çerçeveli gözlük bulunan kalınca bir kitap… Mushaf’mıydı acaba?… Büyük ihtimalle Mushaf’tı... Sandalyenin de bulunduğu masanın sol köşesinde büyükçe bir alüminyum kuşane duruyordu; ekmek kuşanesi… İçinde muhtemelen önceden ıslatılmış tandır ekmeği, melamin tabaklar içinde salamura peynir ve zeytin… Midesi kazınmaya başladı. Acıkmıştı. Ne kadar çok levha vardı öyle… Duvarlar levhayla kaplıydı. Fakat esas dikkatini çeken ve her geldiğinde kendinden geçerek seyrettiği Şahmeran levhası bir başkaydı… Şahmeran, yılanlar padişahıymış… Baş tarafı güzel bir kadın, alt tarafı yılan olan Şahmeran’a her bakışında tarifi imkânsız hayaller kurardı. Köyde sadece bu evde vardı Şahmeran levhası… Çok gezen bir adamdı Telli enişte. Adana’ya, Tarsus’a, Erzurum’a giderdi. Az buçuk hocalığı da olan Telli enişte, genelde ramazan imamlığı yapardı köylerde. Çok nadir toplum içine çıkan, kendi halinde sessiz bir adamcağızdı. Meşguliyeti olmadığı zamanlarda ancak camiye cemaate katılırdı. Boş durduğu vaki değildir; mutlaka bir şeylerle meşgul olur vaktini değerlendirirdi her daim. Bu sebeple köyde kimsenin akıl edemediği şeyleri icat eder, maharetle ticari faaliyetler yapar ve bunlardan fevkalade paralar kazanırdı. Kendine mahsus prensipleri olan Telli enişte, nev-i şahsına münhasır bir insandı adeta.
Yarım saat olmuştu geleli. Yüreği daralmıştı. Oturduğu yerden kalkıp gitmek istedi fakat annesinin sıkı tenbihi buna mani oldu. “Yorgan iğnesini almadan gelme!” demişti annesi… İyice sıkılamıştı “orda burda ağzını açıp oyalanma, seni bekliyorum!” diye… Oturduğu yerde ikide bir oturma şeklini değiştirerek bacaklarının uyuşmasını önlüyordu. Birden, elinde üç devir tespihiyle gözleri yumuk bir şekilde tam karşısında oturan Telli eniştenin başındaki padişah kavuğunu andıran şey dikkatini çekmişti. Evet, Telli enişte evde namaz kıldığı zamanlarda başına fes giyer sarık sarardı. Ama bu başkaydı. Daha çok kafasında yara bere olan insanların sardıkları sargıya benziyordu Telli eniştenin başındaki şey.
İyi mi yapmıştı kötü mü bilmiyordu. Denize düşen yılana sarılır misali kendisi de kirpi derisine sarılmıştı ruhunda kopan fırtınaların dinmesi için. Bu baş belası derde askerlikte tutulmuştu. Yaşı kırka dayanmıştı askere gittiğinde. Evli ve çoluk çocuk sahibiydi. Aylarca Tugay Mescidi’nde hiçbir iş yapmadan boş boş oturmuştu. Görevi Tugay mescidinde imamlık yapmaktı. Bu zaman zarfında epeyce düşünme fırsatı olmuştu. Ama bu daha çok memlekette bıraktığı eşi ve çocuklarını düşünme, hatta düşünüp kahrolma şeklinde tezahür ediyordu. Askerlik müddeti boyunca hep geride bıraktığı ailesinin, çoluğunun çocuğunun kaygısıyla günlerini geçirmiş ve sonunda kaygısı bozulmuş ve hastalanmıştı. Gönderildiği hastaneler de doktorlar da derdine çare olamamışlardı. Nefesi torlanıp toparlanıyor da, ta boğazına dayanıyordu; canı çıktı çıkacaktı neredeyse. Çıksa iyiydi yine. Ama bir türlü canı çıkasıca canı çıkmıyordu işte. Bu duyguyla yaşamak ölmekten beterdi. Kocaman dünya gelip burnunun ucuna dayanıyordu sanki. Ne adım atacak yer ne de nefes alacak hava vardı şu koca dünyada. Gündüzleri gördüğü karabasanlar gecelerdekine rahmet okutuyordu. Ağzındaki lokmalar boğazına düğümleniyor, içtiği her yudum suyla tıkanıp kalıyordu biteviye. Dünyada yaşayan bütün insanların endişe ve kaygıları yüreğine oturmuşta bir türlü kalkmıyordu sanki. Kendini işe güce kaptırdığı zamanlarda çekip gidiyordu bu hastalık; tabii daha sonra gelmek üzere. Kurtulmak için gitmediği doktor, kapısını çalmadığı hoca kalmadı. Ama hiçbiri derdine derman olamamıştı. En sonunda “başına kirpi derisi sar” dediler. Kim dedi o da belli değildi. Birisi birisinden görmüş, görenden bir başkası duymuş, duyandan da bir başka kişi Telli eniştenin komşusuna anlatmış, komşusu da ballandıra ballandıra Telli enişteye aktarmıştı. İçinde bulunduğu durum konuyu aklıselimle düşünüp taşınmasına imkân vermiyordu. İradesini mefluç eden bu illetten kurtulmak için her şeye evet diyebilirdi. Kafasına kirpi derisi sarma işi de bunlardan birisiydi. “Denemeyi kurt yemez” derler, ne kaybedebilirdi deneseydi? Her ne pahasına olursa olsun deneyecekti. Gerçi epey zahmetli olmuştu derisini kirpiden ayırmak, ama olsun, "bir gram şeker almak için bir kilo keçiboynuzu yemek" gibi bir şey olsa da bu zahmete katlanacaktı; yeter ki bu “namussuz” dertten bir an önce kurtulabileydi. Tesiri daha fazla ve neticesi çabuk olsun diye usturaya vurduğu kafasını jiletlemişti. Kan revan içinde kalan kafasına binbir zahmetle çıkardığı kirpi derisini sarmıştı. Aman Allahım o ne felaket şeydi öyle… Ömründe böyle bir acı tatmamıştı. Yerinde duramıyordu ağrıdan. İnsanı bir dakika bile yerinde durdurmayan cinsten bir acıydı. Ama eğer faydası olacaksa buna bile razıydı. Tek arzusu hayatı kendisine zindan eden bu dertten bir an önce halas olup kurtulmaktı. Mutlu ve huzurlu bir hayata susamıştı adeta. Evet, mutlu olmak istiyordu. İmreniyordu etrafına bakınca gördüklerine. Elinde bulundurduğu imkânlardan birine bile sahip olmayan birçok insanın kendisinden daha mutlu olduğunu görüyor ve kahroluyordu. Hiç kimseyi düşünmüyordu nefsini düşündüğü kadar. Nefisperest biri olup çıkmıştı. Ne kadar zor bir şeydi bu mutluluk denen şey…Elde edilmesi de , sahip olununca da elde tutulması imkansıza yakın bir şeydi bu şey…Her şeyi ince eleyip sık dokuyordu. Hesapsız kitapsız hareket ettiği vaki değildi. Lakin yine mutsuzdu yine mutsuz…Demek ki bu iş hesap kitap işi değildi.
Annesi kesin kızacaktı. Ne söylerse söylesin kızacaktı. Teyzesi henüz gelmemişti. Telli enişte elindeki tespihi deli deli çeviriyordu. Çalar saatin tik taklarına bayılıyordu; türkü gibi, şarkı gibi, ninni gibi geliyordu. Küçük kardeşinin elinde oyuncak olmuştu kendi saatleri. Bozulmuştu, kimin bozduğu da belli değildi. Amcası epey uğraşmıştı yapmak için ama nafile. Babası olsaydı belkide tamir ederdi saati. Belki yeni bir saat bile alırdı. Evlerinde sağlam bir şey olmadığını düşündü. Herşey derme çatma, kırık döküktü. Bir şey lazım olsa ya komşularına gönderirdi annesi ya da Telli eniştelere. Herbirşeyleri vardı çünkü onların. Başka evlerin çocuğu olarak dünyaya gelmeyi arzuladığı zamanlar olmuştu. Fakat çok sevdiği kardeşleri gözünün önüne gelince düşüncelerinden utanç duyuyordu ve için için kendi kendine kızıyordu. Bu nasıl bir işti böyle; birileri çok rahat bir hayat sürerken, kendisi gibi birçok çocuk ise darlık ve sıkıntılarla boğuşuyordu. Kimbilir ne kadar mutluydular evlerinde her şeyleri olanlar. Kim bilir ne yiyecekler vardır evlerinde; meyveler, sebzeler, gıdalar, belki her gün kağıtlı şeker bile yiyorlardır. Babaları her hafta Salı pazarına gidiyordu. Ve heybeleri dolu dolu geliyorlardı pazardan, zor taşıdıkları heybeleri…Anası bayramlardan önce giderdi Salı pazarlarına, bayramlık almak için…saatin tik takları sanki hızlanmış gibiydi; daha hızlı ve gürültülü…bir ara kulaklarını parmaklarıyla tıkamak geldi içinden, sonra vazgeçti. Telli enişte gözlerini hala açmamıştı. Tam karşısındaydı. Oturmaktan sıkıldığı halde yerinden kalkıp gitmeye cesaret edemiyordu. Teyzesi de daha gelmemişti. Telli enişteye “ne zaman gelir?” diye de soramazdı. “Teyzem nerede?” sorusuna eniştesinin verdiği cevap “dışarı çıktı” olmuştu. Daha da konuşmamıştı kendisiyle. Bir daha soramazdı da “teyzem ne zaman gelir?” diye. Bekleyecekti artık teyzesinin gelmesini…
Hasan ÜNAL/2013
Melikgazi/ KAYSERİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.