Elveda Capri
Size İtalya’da geçirdiğim tatilimi anlatmışmıydım? Ya da şu gün batımının yağlı boya tablolarını aratmadığı rüya adası Capri. Anlatmadım mı? Peki öyleyse umarım bunu dinlemeye vaktiniz vardır.
Ah evet nerden başlasam? Pekala sanırım 60’lı yıllardı. Napoli’de uçak sanayii üzerine çalışan bir şirketten iş teklifi almıştım. Neden aldım, nasıl aldım, bana nasıl ulaştılar bu kısımlar benim için gereksiz birer ayrıntı. Ağustos’un sonuydu sanırım. O zamanlarda benim 2 aylık maaşıma denk gelecek bir paraya Roma aktarmalı bir uçak buldum. Tabii ki borç harç hiç düşünmeden yola koyuldum. Sabah çok erken bir saatte Napoli’ye inmeme rağmen hem iklimini hem de insanlarını beklediğimden daha sıcak buldum. Şehir tipik bir İtalyan şehriydi. Uzaktan görünen bu şehrin kadim bekçisi ve kadim düşmanı Vezüv tüm heybetiyle şehrin neresine gidersem gideyim "gözüm üzerinde" dercesine beni takip ediyordu. Hemen vakit kaybetmeden Corso Umberto caddesinde bulunan şirket ofisine gittim. Burası şehrin en işlek ve en geniş caddelerinden biriydi. Ancak ofise vardığımda hem benim hem de sekreter kızın yarım yamalak ingilizcesiyle 1 saate yakın ter döktükten sonra, görüşmeye 2 gün erken geldiğimi anladım. Tabi o an hayal kırıklığımı tahmin edemezsiniz. Bu yabancı memlekette 2 gün ne yapardım. Ne yer ne içerdim. Üzerimde sadece ucu ucuna yetecek dönüş param vardı. Ama oldum olası gamsız biriydim ve bu düşünceleri hemen kafamdan dağıttım. Ofisten çıktım ve cadde boyunca yürümeye başladım. Dükkanlara baka baka yürüdüm ve mimarisi bana çok yabancı binaları inceledim. Caddenin ortasında kime ait olduğunu bilmediğim ata binmiş bir adamın heykeline(1) ulaştığımda ikiye ayrılan yolun sol kısmının sonunda tarihi bir kale farkettim(2). Bırak kaleyi, kalenin tek taşı bile olsaydı onu görmek için tabi ki o yolu seçecektim. Çünkü tam benim ilgi alanımdı(zaten babam hep "sen nasıl bir mühendissin böyle" derdi). Görkemli kalenin yanına vardığımda durduğum yerden dakikalarca kalenin muazzam görüntüsünü, enfes mimarisini, geçmişini, yaşadıklarını düşünerek seyrettim.
Ben böyle dalıp gitmişken ince bir korna sesiyle kendime geldim. Farkında olmadan yola adım atmıştım ve motosikletli bir genç yanımda durmuş kibarca eliyle yoldan çekilmemi işaret ediyordu. Bir an salak salak suratına baktıktan sonra ne demek istediğini anladım. Gülümseyerek yoldan çekilirken bindiği motoru gördüm. Allah’ım bu bir Vespa’ydı. Evet bizim oralarda nadiren bulunan şirin balarısından(3). Elimle motoru göstererek ingilizce bu motorları çok sevdiğimi söyledim. Genç beni anlamış olacak ki parmağıyla kalenin karşısında bir sokağı gösterdi ve yoluna devam etti. Hemen gösterdiği sokağa girdim ve karşımda vitrininde "da affittare"(4) yazan ve dükkanın önünde rengarenk Vespa’ların durduğu butik kafe tarzı bir dükkan duruyordu. Şükür ki turistlere alışkın dükkan sahibi derdimi anladı ve Vespa’ların kiralık olduğunu ve günlüğünün 10 dolar olduğunu söyledi. Hiç düşünmeden kiraladım. Hep zengin gençlerde gördüğüm bu makinaya işte ben de binebiliyordum şimdi. Dükkan sahibinin uzattığı kağıtları okumadan imzalayarak parayı verdiğim gibi fırladım dışarıya. Mutluluktan uçarcasına sürdüm motoru. Vezüv bile artık o kadar tehditkar bakmıyordu bana. Sanki herkes beni izliyor, herkes bana imreniyordu. Göğsümü gere gere, gömleğime dolan, tenimi gıdıklayan sıcak rüzgarın ve yosun kokusuyla karışık burnuma dolan çiçek kokularının cezbedici etkisiyle dünyayla bağımı koparmıştım. Adeta küheylanına binmiş Pompei’ye (5) doğru dört nala koşan bir Roma atlısı gibi hissediyordum kendimi. Marina yolunu boylu boyunca geçtim. Napoli’den dışarı çıkmış, Torre del Greco adında bir kasabaya yaklaşmıştım. Artık tam anlamıyla Vezüv’ün ayaklarının dibindeydim. Şaşkın şaşkın dağı izlerken önüme fırlayan bir kızı son anda görerek frenlere asıldım ve güçlükle dizlerinin dibinde durabildim. Kız da bu arada tiz bir çığlık attı. Ben durunca gözgöze geldik. Kızıl uzun saçlı, bir İtalyana benzemeyen bembeyaz tenli, zayıf, uzun boyluydu ve gözlerinde ve suratında yaramazlık yapmış bir çocuğun gülüşüne benzer hafif bir gülümseme vardı. Ben ne olduğunu anlamadan motorun arkasında atladı ve "rapido rapido"(6) diye bağırarak kafama vurdu. Kızın geldiği tarafta fırına benzeyen dükkandan bağırarak fırlayan yaşlı İtalyanı görünce hiç düşünmeden gaza bastım. Kız bu sırada kahkahalar atıyor adama el sallıyordu. Uzun bir süre ben motoru sürerken, kız kıkır güldü ve fırıncıdan aşırdığını düşündüğüm ay çöreklerini mideye indirdi. Arada benim ağzıma uzatıyor, ben istemediğimi belirterek kafamı salladığımda kafama vuruyor ve zorla çöreği ağzıma sokuyordu. Sonunda benimde gerginliğim geçti ve birlikte gülmeye başladık. Birkaç lokma daha çörek uzattıktan sonra "finitooo"(7) dedi ve yine gülmeye başladı. Bu sırada Vezüv çoktan gerilerde kalmış, eğimli yamaçları olan başka tepeliklere yaklaşmıştık.
Artık sol tarafımız şirin üzüm bağlarıyla doluydu, sağ tarafımız ise yine eşsiz manzaralarıyla Akdeniz. Bu yabancı diyarda, tanımadığım bir kızla, bilmediğim bir yere gidiyordum. Ama o an sadece gitmek istemiştim, uzaklaşmak, geride bıraktıklarım için kaygılanmadan, gelecek için endişelenmeden, varacağım yeri bilmeden, neden diye sormadan. Tek sıkıntım kask takmadığım için yüzüme çarpan sineklerdi. O an "aman tek derdim bu olsun" diye düşündüm. Tepemizden yakan güneş ve yüzümüze çarpan sıcak hava bizi iyiden iyiye bunaltmıştı. Davetsiz misafirim omzumdan sertçe dürterek bağları gösterdi. Dallardan sarkan üzümlerin vereceği ferahlığı düşündüğümde aynı fikirde olduğumu belirterek kafamı öne arkaya salladım ve bağlardan birine girdim. Kız motordan atlayıp hemen dallardan birkaç salkım kopardı ve birini bana fırlattı. Sonra gidip bir ağacın altına oturup afiyetle yemeye başladı. Bu doğallık, bu rahatlık çok hoşuma gitmişti açıkçası. İşin ilginç tarafı ben de yavaş yavaş ona uyuyordum. Gölgede biraz serinledikten sonra ingilizce ismini sordum. Sağa sola kafasını salladı. "nome"(8) diye sordum. "Aiza" dedi. Aiza, bir italyan ismine benzemiyordu. Tabii ki bir kaç kelimeden ibaret olan italyancamla bunun cevabını asla öğrenemedim. Daha oturalı 5-10 dakika olmadı. Bağın içinden bir adam bağırmaya başladı. Sanırım üzümlerini yediğimizi farketmiş oldukça sinirlenmişti. Aiza ben daha ne olduğunu anlamadan kalkıp motora atladı ve çalıştırıp ilerlemeye başladı. Olamaz dedim şimdi de beni burada bırakıp gidecek. Arkasından hayal kırıklığı içerisinde bakarken Aiza motoru durdurdu ve seslendi "rapido rapido". O an ki mutluluğum kelimelerle tarif edilmezdi. Hem bilmediğim bu bağda beni bırakmadığı için, hem de öfkeli bağcıyla başbaşa kalmadığım için oldukça mutluydum. Hemen motora koştum, ama sonra dönüp ağacın altına 5 dolar bıraktım. Adamın arkamızdan, şiddetinden küfür olduğunu düşündüğüm sözleriyle oradan uzaklaştık. Aiza yine kahkahalar atıyordu. Bense heyecanım tavan yapmış bir şekilde gülümsüyordum.
Aiza yokuş aşağıya, falezlerin kıyısından, sert virajlardan son hızla gidiyordu. Belli ki motorsiklet konusunda benden daha iyiydi. Korkuyla karışık hoşuma da gidiyordu bu hızlı, bol adrenalinli yolculuk. Arada yolun kenarına çok yaklaştığında gayri ihtiyari omzunu dürtüyordum. O da karışma dercesine omzunu silkiyordu. Her ne kadar kendimi sıkmaktan manzaraları kaçırsam da yine de keyfini çıkarmaya çalışıyordum. Böyle yarı korkulu yarı eğlenceli aşırı hızlı bir yolculuktan sonra Sorrento’ya vardık. Aiza hiç hız kesmeden soluğu feribot iskelesinde aldı. Kalkmak üzere olan feribota kapakları kapanmak üzereyken girdik. Sanırım şu son 3-5 saat içinde 10 yıl gitmişti ömrümden. Bu tehlikeli geçişten dolayı bize çekişen görevliyi tek lafla susturdu. Sonra motoru durdurup merdivenlerden yukarı, feribotun ön kısmına koşup kayboldu. Ben de arkasından feribotun ön tarafına gittiğimde Aiza’yı metal korkuluklara çıkmış, kollarını açmış dikilirken buldum. Gözlerini kapatmış, kızıl saçları ve fuşya rengi şalı dalgalanıyordu. Güneşi, rüzgarı, denizin tuzunu, havanın kokusunu kısacası tüm tabiatı ruhunda hissediyormuş gibiydi. Bu kız tam anlamıyla yaşamaktan, hayattan zevk alıyordu. Kendimi düşündüm. Zorunluluklarımı, sorumluluklarımı, günlük hayatımdaki stresi, koşuşturmaca içinde tükettiğim ömrümü. Bir kez olsun bu kız kadar zevk almamıştım hayattan. Bunları düşünerek yanına gittim. Sigara paketimi çıkardım. Bugün hiç içmediğimi farkettim. Buruşturup bankın yanındaki küçük çöp kutusuna fırlattım. Sonra ben de güneşe döndüm yüzümü. Bir ada vardı karşıda, Capri adası. Hiç göreceğimi tahmin etmediğim bir yer. Korkuluklara çıkmaya çalıştım, ama beceremedim. Aiza çaktırmadan bakarak güldü. Neyse dedim ben de burdan kapatırım gözlerimi.
O zamanlar Capri(9) marinası çok büyük değildi. Gemi küçük bir dalgakıranın ardındaki feribot limanına yanaştı. Biz zaten çoktan motora kurulmuştuk. Kapak daha tam açılmadan bastım gaza. Aiza gülüyordu. Galiba yavaş yavaş ona benzediğimi düşünmüştü. O güldükçe ben daha çok hızlandım. Kapağın yere oturmasına bir karış kala biz çoktan çıkmıştık gemiden. Yılan gibi kavisli yollardan kuş gibi uçarak geçtik. Uzun yokuşları aşıp merkeze geldiğimizde bizi bembeyaz boyalı, iki katlı, klasik tarzda kiremitleri olan villalar karşıladı. Sanki iki bin yıldır burası hiç değişmemiş hissi veriyordu. Eski tarz bir kafeden dışarıya bir melodi süzülüyor, Dalida, Love in Portofino’yu söylüyordu. Bu görüntüden ve ortamdan aldığım hazzı bugün size kelimelere dökemem, ancak şunu söyleyebilirim ki içmeden sarhoş olmuş gibiydim. Motoru kafenin önünde durdurdum ve aynı anda benim için zaman da durdu. O an şarkı hiç bitmedi, rüzgarla gelen kokular hiç geçmedi, içtiğim kahve içtiklerimin en iyisiydi ve Aiza tıpkı Mona Lisa gibi hala gülümsüyordu.
İki gün boyunca o dağ senin bu tepe benim, o sahil senin bu villa benim Capri ve Anacapri’yi Unicorn’un(10) üzerinde peşimde Aiza ile beraber boydan boya keşfettik. İki gün boyunca hiç konuşmadık ama anlaşabiliyorduk. Bazen bir bakışla, bazen bir işaretle, bazense bir mimikle birbirimize derdimizi anlatıyorduk. Bu iki gün zarfında Aiza’nın gülen bakışlarının ardında aslında hüzün olduğunu farkettim. Bir insan çok nadir bir şekilde böyle hem hayat dolu hem de hüzünlü bakabilirdi. Geminin önünde dururken, Augusto’nun terasında manzarayı izlerken, batı burnunda günbatımına dalarken hüznü biraz daha ön plana çıktığında farkedebilmiştim bunu. Uzaklarda bir sevdiği mi vardı, özlediği bir ailesi mi ya da yitirdikleri mi? Bunlar hep benim için muamma olarak kaldı. İki günün sonunda feribot limanına gittiğimde adadan ayrılacağımızı anlamıştı. Ben gitmem gerektiğini, lanet zorunluluklarımı, rutin hayatımı, sıkıcı iş görüşmelerimi ve herşeyi anlatmak istesem de sadece susup öylece baktım. O da artık gülmüyordu ve tüm anlatmak istediklerimi "zaten biliyormuşçasına" yüzüme bakıyordu. Umarım, dedim, dilediğin gibi sana yaraşır bir ömür sürersin. Son kez teşekkür etmek için elimi uzattım. Gülerek kafama vurdu yine, sarıldı ve "adio" (11) dedi.
Napoli’ye dönüş yolum oldukça sıkıcıydı. Çevreye baktığımda her yer gelişimden çok farklıydı ve sanki yol bir türlü bitmiyordu. İş görüşmesi benim suratsız halimden ve isteksiz cevaplarım yüzünden olumsuz geçti. Paramın bir kısmını harcadığımdan uçak parasını denkleştiremedim. 2. sınıf bir trenle birkaç aktarmadan sonra evime dönebildim. Rutin hayatıma geri döndüm. Mecburiyetlerimi yerine getirdim. Sevmediğim işimde ömür tükettim. Güzel annenizle evlendim ve sizin gibi pırlantalara sahip oldum, elbette bunlardan dolayı pişman değilim. O günden sonra bir daha İtalya’ya hiç gitmedim ve Aiza’yı hiç unutmadım. En çok sıkıldığım anlarda onun devamlı gülen yüzünü ve birçok duyguyu aynı anda aksettirebilen gözlerini düşündüm. Yaptığı çılgınlıklara güldüm ve elimdekilere şükrettim. Bu benim her seferinde yaşama dört elle sarılmamı ve küçük şeylerle mutlu olmamı sağladı. Umarım oraları son bir kez görebilirim, umarım yine Aiza ihtiyardan kaçarken beni bulur ve umarım yeniden o gülüşünü görebilirim. Umarım..
1) Piazza Giovanni Bovio
2) Castel Nuovo
3) Vespa italyanca balarısı anlamına gelir. Motorun arkasından bakıldığında balarısını andırır.
4) Kiralık
5) Pompei: Vezüv’ün yokettiği antik bir Roma şehri.
6) "Çabuk çabuk"
7) "Bitti"
8) "İsim?"
9) Capri: Napoli’nin batısında küçük turistik bir ada.
10) Yunan mitolojisinde tek boynuzlu at.
11) Hoşçakal
YORUMLAR
Minicik anlar değil midir insanı hayata bağlayan .Hayata pozitif bakabilmek için mutlaka bir nedeni buluruz.İnsanoğlunun bazılarının başarabildiği bu durum bize verilmiş bir ödüldür yaratılışımızdan.Akıcı herike bir yazı okudum sayenizde teşekkürlerimle ve mücizelere diyelim dost kalem.EMA
grafspee
Bu ara hayatı çok rotarlı yaşıyorum.Öğleden önce okuyup en azından aynı gün içinde de yorum yapabilmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum diyerek fazlacada ağdalandırmayım :) Yazının bizim beynimize çarptığı en önemli mesaj sanırım "carpe di em" hayatın tüm zorluklarına rağmen anınızı yaşayın keyif alın diyor ki o vespanın peşine takılıyoruz İtalyada ve o kısacık ama bir ömürlük mutluluk ve anı bırakacak; bir parça huzur bir parça mavi biraz tarih biraz sanat ve bolca o anın paha biçilemez keyfine ortak oluyoruz kelimelerin hızında ve çok önemli bir mesaj vererek bitiriyor yazar bu keyifli geziyi.Tüm dünya üstünüze gelirken siz köşeye çekilin hayır hayır hayatınızdan biraz uzaklaşın tüm düşünmeniz gereken sorunları ardınızda bırakarak ve kendinizi hayatın sürprizlerine bırakıp, keyfini çıkarın diyor.