- 756 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Merhaba
Plastik bardaktan çay içmeyi pek sevmiyordu galiba. Her yudumunda bardağın içine alelacele bir göz atıyordu içtiğinin çay olduğuna emin olmak istermiş gibi. Hastanenin kafeteryasında o ve ben vardık sadece. Bir de görevliler tabii…
Birbirimizin varlığını zorla gözümüze sokan bu ıssızlıkta yok saymaya çalışmak çocukça bir yaklaşım olurdu herhalde. Vardık işte! Yüz yüze bakan sandalyelerde oturmuş, çaylarımızı yudumlarken, üstelik bir hastanenin kafeteryasında; farklılıklardan çok ortak yanlar ön plana çıkıyordu ister istemez. Mesela kitap seviyordu o da benim gibi. Nadir kitap okuyan biri hastaneye elinde kitap gitmezdi çünkü.
Bu kızı bir parkta görseydim, ya da sokakta, alışveriş merkezinde, gündelik hayatın tam ortasındayken yani; bütüne daha kolay varabilir, aramızda gerçekten benzer yönler var mı, yoksa bu içinde bulunduğumuz ortamın yarattığı yanıltıcı bir algı mı, daha net anlayabilirdim.
Aslında gerçek olan hangisiydi, emin değilim. Yanında kimseler yokken, onu yakınlarına aşina kılan her şeyden sıyrılmış, o masada sadece oturup beklerkenki bu hali miydi? Yoksa her zamanki hali mi..?
Ben ilk cevabı daha çok sevmiştim. Masamdan kalkıp onunkine geçerken de, “Yaptığımın bir delilik olduğunu anlamama neden olacak bir yaklaşımla karşılaşma ihtimalim hoşlanmadığım cevabın doğru olması ihtimali kadar olsa olsa… Yani yüzde elli…” diyordum kendime. Ama ben aslında yüzde yüz umduğum yönde karşılık bulacağıma öyle emindim ki!
Beş dakika sonra sevmediğim cevabı tamamen ihtimal dışı bırakan koyu bir sohbete dalmıştık. Konuşmanın bir yerinde hacca giden yaşlı komşumuz geldi aklıma. Orada herkesi aynı kılan bir büyü vardı, anlattığı her şey bunu işaret ediyordu. İnsanlar öteki dünyanın provasını yapıyorlardı sanki, kefen benzeri o beyaz örtülerin altında bedenlerinden tamamen sıyrılırken. Havada gezinen ölüm kokusu aralarında öyle bir benzerlik kuruyordu ki, günlük hayatta çok önemli görünen farklılıklar gülünç derecede küçülüyorlardı o ortamda. Ölümün nefesini ensende duyar gibi oluyordun. O nefesin yalayıp geçtiği o kocaman kalabalığın bir parçası olarak bir akışta öylesine sürüklenip giderken, yanında yürüyen kadından pek de farkın kalmıyordu.
Hastanelerde de benzer bir ortam vardı. Hayatla ölüm böyle iç içe geçmişse, kırılan tırnağını pek de takmıyordun kafana mesela. Çorabım kaçtı, görürler mi demiyor; içinde ölümün de olduğu bir resmin parçası olabilecek şeylerle ilgilenmeye başlıyordun daha çok. Karşında duran yüzdeki ifadenin mutluluğa ne kadar yakın olduğuna kafa yormayı tercih ediyordun mesela… Er geç sona erecek bir sürecin, yani hayatın içini en çok hangi duyguyla doldurduğu, o insanın parfümünün markasından ya da saçlarının şeklinden çok daha önemli bir ayrıntı haline geliyordu.
Masadaki kitap son dönemlerde adı sık geçen genç bir yazara aitti. Henüz eserleriyle tanışmamıştım ama ilk fırsatta bir kitabını alacaktım mutlaka. Hatta masanın üstündeki de, almayı ilk düşündüğüm kitaplarından biriydi.
Belki de az önce hiç tanımadığım birinin masasına konuk olma cesaretini bana veren de bu olmuştu aslında. Çünkü kitaplar da bir bakıma hastaneler gibiydi. Hastanede insanlar nasıl hemen kaynaşıveriyorlarsa, kitap seven insanlar da garip bir çekimin etkisinde birbirlerinin menziline giriveriyorlardı hemen. Belki bu da ölümle ilgili bir şeydi.
Markette sırada bekleyip, arkandakiyle çene çalarken söz edemeyeceğin şeyler, kitaplar söz konusuysa sohbetin ana konusu oluyorlardı hemen. Çünkü kitaplar hayatı anlatırlardı. Üstelik içinde ölüm de olan bir hayattı bu… Sırada beklerken ya da kafede arkadaşınla çay içip sohbet ederken tanımladığın hayatın içinde asla olmayan bir kavramdı bu. Yoksa nasıl sebzelerden, meyvelerden böyle gümbürtülü bir sesle söz edebilirdin ki?.. Ya da kafede yan masada oturan gence hoş görünebilmeyi dert edinip arkadaşının anlattığı konudan bihaber, kaçamak bakışlar atıp durabilirdin o yana doğru, kaç yıllık dostunu bile gücendirmeyi göze alarak? Eğer ölümü bir an bile unutmayacak olsaydın, fani dünya kavramı içinde çok anlamsız kaçan şeyler bu kadar büyüyebilirler miydi, gölgelerini koca bir güne yayarak?.. Sen büyümelerine izin verir miydin?
İşte kitapsever insanlar da, karşılaştıklarında bu yüzden güçlü bir büyünün etkisine girmişçesine onca kalabalık içinde, bulurlardı birbirlerini hemen. Yüzlerinin bir yerine ölümü de koyardı onlar çünkü. Hayatın her an elimizden kayabilecek çok değerli bir hediye olduğunu hatırlatarak usul usul yaklaşırlardı. İlle fiziksel bir yakınlık anlamına gelmiyordu bu. Uzaktan da olsa varlığının farkında olmak bir diğerinin… Seni görüyorum demek…
Ama eğer bulunulan yer bir hastaneyse ya da ölümü hatırlatan başka bir yer; bir insanın bir diğerini görmesi için ille de birinin ya da her ikisinin birden kitap sevmesi de gerekmiyordu tabii. Sevseler çok iyi olurdu gerçi ama sonuçta birbirinin farkında olmak açısından herhangi bir fark yaratmıyordu bu durum. Eğer karşıdaki insan bir şekilde ölümü hatırlıyorsa ve ölümsüzmüş gibi saçma sapan ayrıntılarda kaybolmuyorsa, bir diğeri hemen görürdü onu… Ya diliyle ya gözleriyle, ya da sadece varlığıyla “merhaba” derdi.