- 845 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Asrın Felaketi
Asrın Faciası mı, Asrın Pişkinliği mi?
Türkiye, yıllar boyu iş kazalarıyla çalkalanıyor. En son, 13 Mayıs 2014 tarihinde, saat 15:15’te Soma’da büyük bir maden faciası meydana geldi; millet olarak büyük bir travma yaşadık. Millet olarak yüreğimiz yandı, kavruldu. Maden işçilerimizin eşleri, dostları, anne ve babaları, çocukları maden ocağının önünde mahşeri bir kalabalık oluşturdu. Ağlayanlar, bayılanlar ve kriz geçirenler ekranlara yansıdı. Kimi maden şehidimiz henüz askerden yeni gelmiş, kimi maden şehidimiz yeni evlenmiş, kimi maden şehidimiz gurbete gelmişti. Hepsinin ortak amacı ekmek parası kazanmaktı. Ne acıdır ki; bir lokma ekmek için girdikleri maden ocağı hepsine mezar oldu. Resmi ve gayri resmi açıklamalar peşi sıra gelmeye başladı. Yangının sebebi, trafoların patlaması olarak gösterildi. Ertesi gün, maden mühendisleri, trafoların patlama risklerinin olmadığını söylediler. Böylece Enerji Bakanının ilk gün açıkladığı ‘trafolar patladı’ sözü de boş çıktı.
Türk Milleti, bu feci kazanın şokunu yaşarken; Başbakan Tayyip Erdoğan; “iş kazaları literatürde vardır. Dünyanın pek çok ülkesinde 1800’lü yıllarda da büyük maden kazaları olmuştur. ABD’de, Hindis-tan’da, Çin’de, Afganistan’da ve Almanya’da da iş ve maden kazaları olmuştur. Bu kazalar işin fıtra-tında vardır. Bu bir kaderdir…” mealinde açıklama yaparak milleti şok etmiştir. Milletimiz, bir başsağlığı bekliyordu. Milletimiz, bu elim olay bir ihmal sonucu meydana gelmiş ise, hesabının mutlaka sorulacağını, yaraların maddi ve manevi olarak sarılacağını, iş ve maden kazalarının olmaması için ciddi önlemler alınacağını başbakandan işitmek istiyordu. Ama başbakan öyle konuşmadı. Maden ocağı kazasını sadece kaza ve kadere bağlayarak hem hükümetin sorumsuzluğunu ve hem de Soma Holding’in ihmallerini gölgeleme telaşına düştü. Soma üzerinde kara bulutlar dolaşırken, Türkiye bu elim kaza ile gözyaşına boğulurken, canı yanan şehit aileleri başbakanı ve yanındakileri yuhalayıp, “Hükümet istifa” diye bağır-dılar. Her gittiği yerde kadrolu şakşakçıları tarafından alkışlarla, şarkılarla ve övgü dolu sözlerle sultanlar gibi karşılanmaya alışan başbakan, yükselen yuh sesleriyle sarsılarak bir markete sığınmak zorunda kaldı. Markette alışveriş yapmakta olan bir vatandaş, başbakanın hedefi haline geldi. Bir kargaşa yaşandı. Baş-bakanın yanındaki özel güvenlik görevlileri genç vatandaşı darp etmeye başladılar. Ortaya çıkan görüntü-lerde başbakanın genci tokatladığı, güvenlik elemanlarının da genci yumruk ve tekme darbeleriyle yere yıktığı görünmektedir. Öncesinde; kendisini yuhalayan bir vatanda-şın üzerine bir kabadayı edasıyla yü-rüyerek; “yüzüme söyle yüzüme. Yüzüme karşı yuh çeksene. Bir başbakana yuh çekersen tokadı yersin! Seni İsrail dölü!” şeklinde tehditte bulunmuştu. Bu görüntüler sosyal medyada ve bazı tv kanallarında yayınlandığında millet olarak hayret ve dehşet içinde kaldık. Bir başbakanın kabadayı edasıyla bir vatandaşı tokatlaması ve güvenlik elemanlarına linç ettirmesi; daha da kötüsü ‘Seni İsrail dölü’ diyerek nefret suçu işlemesi anlaşılır gibi değildi. Bu nasıl bir ruh halidir böyle? Bu ne kindir? Bu ne öfkedir böy-le? Verdiği örneklerden de anlaşılacağı üzere başbakan, Ortaçağ zihniyetiyle, zekâsıyla ve yönetim anla-yışıyla Türkiye’yi yönetmeye çalışmaktadır.
Soma’daki feci olay sonrasında bazı gerçekler ortaya çıktı. Bu gerçeklerden bazılarını hatırlayalım. Taşeron şirketler, yasalar gereği denetim elemanları bulundurmak zorundadır. İşte bu denetim elemanlarının patronlarından maaş aldığını öğrendik. Bu şu demektir; bu taşeron şirketleri devlet denetlememiş! Şayet devlet denetim elemanlarını göndermiş ise; devletin gönderdiği denetim elemanlarının raporları nerede ve kimler tarafından takip edilmiş; niçin gereği yapılmamıştır? Denetime uymayan taşeron şirketlere hangi yaptırımlar uygulanmıştır? Maden Ocaklarının tavanları neden çeliklerle desteklenmemişte, ağaçlarla desteklenmiştir. Dünya Sağlık Örgütü’nün ‘yaşam odaları’ maddesi altına AKP Hükümeti neden imza atmamıştır? Neden kaçış yolları yeterli yapılmamıştır? Erken uyarı sensörleri neden kaliteli ve yeterli sayıda kullanılmamıştır? Yeni gaz maskelerini kullanmak isteyenlere neden 400 TL ceza kesilmek isten-miştir. Bu ve benzeri soruların cevabı en yetkili kişiler tarafından kamuoyuna mutlaka açıklanmalı ve ihmali olanlar mutlaka yargı önüne çıkarılmalı; işçilerimizin hayatını bir gaz maskesinden daha değersiz gören kapitalist taşeronlardan mutlaka hesap sorulmalıdır.
Bazı iddialara göre; on beş yaşında işçi çalıştırıldığı, işçiler arasında Suriyelilerin de olduğu ileri sürül-müştür. Denetimlerin gerçeğe uygun yapılmadığını; patronların masraftan kaçınarak önlem almadığını ve bu duyarsızlık nedeniyle 301 işçimizin ölümüne sebep olduğunu öğrendik.
Her zaman Avrupa’yı Türk Milleti’ne beğendirmeye çalışan hükümet yetkilileri, neden gelişmiş Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’deki işçilerin iş eğitimine tabi tutulmasını şart koşmuyor? İşçi elbiseleri neden Avrupa’daki işçi elbiseleri gibi değil? Neden Türk emekçilerinin beslenmelerine ilgi gösterilmiyor? Neden iş kazalarına karşı bilimsel yöntemlerle çözüm üretilmiyor? Neden Türk emekçilerinin ücretleri Avrupa standartlarına çıkarılmıyor? Neden Türkiye üçüncü dünya ülkeleri gibi iş kazalarında dünya bi-rinciliğine ve Avrupa üçüncülüne yükseliyor? İşte bu sorulara devlet yönettiğini zanneden yetkililerin bir an evvel açıklama getirmesi ve acilen iş ve maden ocakları kazalarını önlemek için harekete geçmelidir.
Olayın ikinci gününde Soma maden ocaklarının yetkilileri bir açıklama yaptı. Olayda herhangi bir ihmalin ve kusurun olmadığını, olayın sebebini henüz bilemediklerini söylediler. Soma Maden Ocağı’nda yaşam odalarının olmadığını da bizzat kendileri itiraf ettiler. CHP, olaydan iki hafta önce özellikle Soma maden ocaklarının incelenmesi için bir araştırma önergesi vermişti. CHP’nin verdiği araştırma önergesi için hükümet yetkilileri; “ıvır-zıvır işlerle meclisi meşgul edemeyiz” diyerek, AKP’nin sorumsuzca kalkıp-inen parmaklarıyla araştırma önergesi reddedilmiştir. Soruşturma önergesi ciddiye alınıp, bir inceleme başlatılsaydı yüzlerce kadın dul, yüzlerce çocuk yetim kalmayacak ve yüzlerce anne ve babanın ocağına kor düşmeyecekti.
Kamu kurumlarında, yerel yönetimlerde ve özel sektörlerde ihale alan taşeron şirketler, hizmet karşılığında aldığı milyarlarca liranın büyük bir kısmını cebine indirmekte; işçisine de asgari ücret ödemektedir. Taşeron şirketler, masrafları kısıtlamak için ucuz malzeme kullanmayı, ücretleri asgari tarifeden ödemeyi, işçi beslenmesini ve malzemesini ucuz yolla karşılamayı birinci önceliği olarak görmektedir. Bu böyle olmalı ki; patronlar daha fazla, çok daha fazlasını kazanabilsin. Taşeron şirketler, sinekten yağ çıkarmanın hesabını yaparken; Avrupa Medeniyetini Büyük Türk Milleti’nin gözüne gözüne sokan hükümet yetkilileri, neden Avrupa’nın çalışma standardını Türkiye’de görmek istemiyor? Hükümet yetkilileri bir baksın; kaç Avrupa ülkesinde yandaşlık anlaşmaları yapılmış? Baksın ve görsün; Almanya’da son 40 yıl içinde nasıl bir önlem alınmış ki iş ve maden kazalarında sadece üç kişi hayatını kaybetmiş! Yine baksın ve düşünsün ki; iktidarları döneminde iş kazalarında neden bin 111 işçimiz hayatını kaybetmiş? Dünya ülkelerine şöyle bir dönüp baksın; rüşvet ve usulsüzlük iddiaları sonucu istifa eden başbakanların ve bakanların bu duruşlarından bir hisse çıkarsın! Görsün, Güney Kore Başbakanı’nın bir geminin batması sonucunda utancından nasıl istifa ettiğini! Hükümet yetkilileri Japonya’ya baksın, Yunanistan’a baksın. Şayet ibret almak isterlerse, hem Avrupa’da ve hem de Asya’da bol miktarda ibretlik istifa olayı görebilirler.
AKP Hükümeti’nin algı yönetme taktiğini her olumsuzluk arifesinde görmemiz mümkündür. Başbakanın bir danışmanı, ölü-mün Allah’tan geldiğini ve ölümün huzura varış olduğunu ve kendilerinin bu anlayış içinde olduklarını söyledi. Danışman kişi, sanki %90’ı Müslüman olan Büyük Türk Milleti’ne İslam’ı hatırlatarak, deyim yerindeyse tereciye tere satmıştır. Bir hükümet yetkilisi de Soma’daki ölümlü olayı ‘tatlı ve huzurlu bir ölümdür’ diyerek bu faciayı cilalı ve İslami söylemlerle yorumlamıştır. O zaman şahsen ben, bu ölümü ‘huzurlu ölüm’ olarak gören kişilere huzurlu ve tatlı ölümler temenni ediyorum.
Türkiye, AB sürecine sürüklendiği günden itibaren süratle kan kaybetmeye başlamıştır. Avrupalı emper-yalist devletler, Türkiye üzerinden hem siyasi, hem ekonomik ve hem de sosyal alanlarda nemalanmak; Mustafa Kemal Atatürk’ün üniter devlet yapısını taşeron hükümetleri sayesinde yıkmak ve Türkiye’yi sömürge bir ülke haline getirmek amacındadır. Türkiye’nin madenleri, limanları, arazileri ve iletişim sek-törleri Avrupalı iş adamlarının eline geçmekte, Türkiye tam anlamıyla Avrupalı ülkelere muhtaç hale ge-tirilmektedir. Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye için yeni bir Kapitülasyon olmuştur. Ekilebilir tarım arazilerimize kota uygulanması, Kapitülasyonların genişlemesi anlamına gelmektedir. AB’nin iş başına getirdiği yerli gibi gördüğümüz ama aslında Avrupa adına iş başına gelen hükümetler, özelleştirmeleri meşru gösterebilmek için devletimizin küçülmesi gerektiğini, özelleştirilecek sektörlerin aslında zarar ettiğini ve bu kamburu Türk ekonomisinin üstünden kaldırmak gerektiğini söyleyerek işe başladılar. Bu bir yalandı! Bu bir talandı! Bu bir müstemleke ülke haline dönüşümüzün acı ama gerçek haykırışlarıydı. Bu durumu bilen aydınlarımız, yıllarca özelleştirmelerin facia olduğu-nu ve sonunun hiç iyi olmayacağını söylemişti. Onlar, gerçekleri söyledikçe, AKP yandaşları ve liberalizmin borazanları tarafından kötülendi-ler, horlandılar ve dışlandılar. Onların gazeteleri başkalarının eline devşirildi; kimi yazarlarımızın işine son verildi, kimi aydınlarımızın eserlerinin yayınlanmasına müsaade edilmedi.
Kalemini namusu gören gerçek aydınlarımızın ortaya koyduğu gerçeklere göre, devlet ihalelerine giren şirketlerin çoğunluğu hükümet yetkilileriyle dirsek temasındadır. Bunun böyle olduğunu 17 Aralık Yol-suzluk ve Rüşvet Operasyonlarıyla anlamış-tık. O dönemde tapelere düşen ses kayıtlarına göre; hükümete yakınlığı ile bilinen şirketler medya havuzuna para salmışlar ve bunun karşılığında hükümetten dev ihale sözü almışlardı. Türkiye’nin kazanımlarının ‘Yağma Hasan’ın Böreği’ misali yandaş-lara, akrabalara ve zihniyet birlikteliği içinde olanlara peşkeş çekilmesi planlanmıştı. Devlet ihalesini kapan bu patronlar, elbette medyasıyla, basınıyla hükümetin şakşakçılığını yapacak; seçimlerde maddi-manevi hükümeti des-tekleyecekti. “Kaz Gelen Yerden Tavuk Esirgenmez” anlayışı ile pastadan pay kapa-caklardı.
Taşeronlaşma zihniyeti esasında Ortaçağdan kalma bir zihniyetin tezahürüdür. Sendikalara baktığımızda bir kısmının sarardı-ğını görürüz. Onlara günümüz aydınları ‘Sarı Sendikalar’ demektedir. Görüyoruz ve üzülüyoruz ki; sendikaya üye olarak örgütlenmek ve bu araçlarla haklarını savunmak isteyen işçilerimiz işten atılmakta, asgari ücretle çalışmaya mecbur edilmek-tedir. Taşeronlaştırılan işçilerimizin hak ve hu-kuku gasp edilmektedir. Hükümete yakın taşeron şirketlerin ciddiyetle denetlenmediğini artık net olarak görmekteyiz. Denetimi yapılmayan şirketlerde insana değer verilmez. İşçiler, üretimin canlı araçlarıdır. Patronlar, purolarını tüttürecek; önlerine getirilen cennet yemeklerini yiyecek, sodasını içip geğirecek ve biricik göbeklerini şefkatle okşayıp şişirecekler. Onlar bu dünyaya bunun için gelmişlerdi…
Gelişmiş ülkeler derken, demokrasi anlamında gelişmişliği de anlamamız gerekir. Ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda gelişmişliğini tamamlayan ülkelerde başbakan vatandaşını döve-mez, dövdüremez. Va-tandaşlarını kamplara bölmez, böldürtmez. Rüşvet ve yolsuzluk iddiaları karşısında utanır ve istifa eder ki, bu demokrasinin özünde olan bir edep ve hayânın gereğidir. 301 işçimizin şehit olduğu Soma faciası sonrası başbakana ve bakanlarına ‘istifa’ çağrısında bulunan yüreği yaralı vatandaşlarımız ne tuhaftır ki, polislerin tekmeleri altında eziliyor. Kimi kadrolu yalaka takımı da bu olayları ya olmamış gibi sunmaya, ya da zulmün öncülerini aklamaya çalışıyor. Ve hükümet yetkilileri, her fırsatta ‘milli irade’ diyor. Milli iradenin önüne geçilemeyeceğini söylüyorlar. Ne hazin günler yaşıyoruz ki; milli iradenin kutsallığından bahsedenler, milli iradeyi ayakları altında ezmekten ve milli iradeye ‘İsrail dölü’ diyerek hakaret etmekten utan-mıyorlar.
Ey Avrupa sevdalıları! Avrupa’dan bir şey kapmak ve hayatınıza katmak istiyorsanız, onlar gibi davranın. Kendi insanınıza zulmetmeyin. Yüz kızartıcı bir olay vuku bulduğunda arlanıp, utanıp istifa edin ve mil-letimizin yüce gönlünde taht kurun. Fani dünyada kuru taht elbet gelip geçicidir; ama milletin gönlündeki taht ebedidir. Zaman, onurlu davranma zamanıdır; pişkinlik zamanı değildir.
Yüce Dinimizin şu ilkelerini hatırlatarak sözlerime son veriyorum: “İşi ehline bırakınız”, “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz”, “komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir”
Yüce Dinimiz İslam’ın bu güzel ilkeleri aslında pek çok şeyi anlatmaya yetiyor. ‘Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul-zurna az’ diyor; maden şehitlerimize Yüce Allah’tan (c.c) rahmet, acılı ailelerine de başsağlığı diliyorum.
15.05.2014