- 533 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AĞLIYORUM
www.tahsinakcay.com
Kaç zamandır ağladım bilmiyorum.
Kaç sabahsız gece, kaç terk ediş, milyonlarca isimsiz sızı... Ve sonunda bitti işte.
Bu, yıllardır kendimi götürdüğüm her yere, peşimden sürüklediğim sitem değildir sevgili. Bu bana olan tutkunun sona ermesine bir teşekkürdür aslında. Ölene kadar yaşadıklarımı inkar etmeyeceğim. Şimdi çok başka duygular taşımaktayım. Ama ne değişirse değişsin hayatımda, senin için yazdıklarımı, sana biriktirdiğim açlıklarımı, bir gün sana diye altı çizili armağanlarımı yakıp yıkmayı düşünmüyorum. Ne dostça ne düşmanca adını anmayı yada inkar etmeyi de... Her şey ama her şey olduğu gibi bir kutuda kalacak şimdi. Saygısızlık etmemeliyim, sen dolu anılarıma.
Ve yol almalıyım şimdi. Sadece hayallerimde olan sana, yine hayali bir veda etmeliyim. Baharda tanıdım seni. Onca sokağım vardı. Ama hiç birinde bulamıyordum kendimi. Mutlu olduğuma yeminler ediyordum.
Sevdiğime ve sevildiğime. Her zamanki gibi bir bahardı, hayat yirmi gün eğleniyordu bizimle, iki gün ağlatıyordu. O kadar alışıktım ki; düzen bu diyordum acemi sesimle. Yalanlarımla bütünleşebilmiş, geriden gelen ve şanssızlığım diyerek kabul etmekten kaçtığım her şeyi sokaklarımdan birinde kaybetmiştim. Sonunda tek başıma kurduğum ve hükümdarı olduğum bir dünya yaratabilmiştim.
İlk anımızı hatırlıyorum.
Evindeydim. Varlığından haberim bile yoktu. Kimse senin geleceğini söylememişti. Birden kapı açıldı ve içeri geçmişten biri girdi. Onu tanıyordum ama asla nereden olduğunu bilmiyordum.
Benim geçmişim değildin. Sokağıma kapanırken sana rastlamamıştım... Çok sonra anlayacaktım, daha eski bir geçmiştin. Ben doğmadan önceydin. Ama neydin, kimdin hala bilmiyorum...
Tanıdığım ama sevmediğim bir şehirden geliyordun o gece. Üzerinde şehrin karanlığıyla bütünleşen eski bir kot, kötülük yağmurlarından korunmak için giydiğin pahalı bir mont, veremeyeceğin avuntulardan kaçabilmek için burnuna kadar çektiğin acımasız bir şapka vardı. Anahtarın kilitte dönmeye başladığı anda o karanlık şehre ait olan bütün kiri üstünden çıkarmaya başlıyordun.
Evine giriyordun...
Sığınağına...
İçin gibi minimal ve çığlıksız bir salona giriyordun. Evde her zamanki gibi kalabalık bir yalnızlık bekliyor sanıyordun. Beraberinde getirdiğin o şehvet kokusundan bir an önce arınmayı istiyordun sadece.
Her zamanki gibi biraz kendi yazdığın kitapları okuyacak, sana ait olan binaların taslağına göz atacak, bestelediğin müzikleri çalacak, ellerinle yaptığın yatağa uzanacak ve yorgun şehrinin günlük zaferiyle, ertesi güne kendinden emin ve dinlenmiş olarak başlayacaktın.
Bu güne kadar kapılarını kendin açmış kendin kapatmıştın. İstediğini kilitlemiş, istediğini sarmalamıştın. Belki ilk defa bu gece açtığın kapının ardında bilmediğin bir dünyaya girecektin. İçeri girdiğin anda, gözlerim olmayan bir noktaya dikilmişti... Acı-tatlı bir esinti girmişti salonuna. Hemen o an birbirinden çok uzak iki kentin arasına keskin bir köprü kurulmuştu. Gözlerimi diktiğim noktada gözlerini göremiyordum. Sende benimkileri...
Bir çift el gözüktü ardından. Ustaca, acımasız şapkana yöneldi. Göz göze gelmiştik sonunda. Sen bir kaç saniye nerede olduğunu anlamaya, bense orada ne aradığımı hatırlamaya çalışmıştık... Gördüklerime inanamıyordum. Karşımda eski bir adam duruyordu, nasıl ağladığını duyabiliyordum. Duyguları en az benimkiler kadar bir kıtlıktan çıkıyordu. Geçmişe ait şehirler yeniden yapılanıyordu taşıdığı kokuda. Beraber yüzdüğümüz denizleri, camın önünde bitmesi için dua ettiğim savaş gecelerini hatırlatıyordun. O an çalan müziğin sesi kesilmişti. Bütün ışıklarım bir anda yanmıştı sanki. Ve sen kapıda, ben yerde anlamsızca susuyorduk. Uzaktan bir ses adımı sesleniyordu. Ancak dönebilmiştim yerde oturduğum salona. Biri bizi tanıştırıyordu işte. Oysa ikimiz tanışıyorduk zaten. Ne olduysa sonrasını hiç anımsamıyorum. Hatırladığım tek şey, az önce aydınlanan karanlık gözlerine bir daha bakamayacaktım. Beni davet eden bilinmezliği tekrar hatırlamaktan korkacağım... İkimiz içinde sevişmek konuşmaktan ibaretti. Kutsallığa giden yolda hiç vakit kaybetmemiştik, hemen soyunmuştuk birbirimize. Yangın yerinden kaçar gibi ruhlarımız birbirine koşuyordu. Kısa sürede bütün bildiklerimizi unutmuştuk. Sadece burada olmak istiyorduk. Günler yerdeki o minderde geçmişti. En aç gözlü savruluşlarımızı orada paylaşmıştık. Başını bilmediğimiz gibi sonunu da göremiyorduk... İkimizde başlatmamıştık bu hikâyeyi, ikimizde kahramandık. Tek kişilik ordulardık. Savaşlar başlatıp, kendi kendimizi yenmeye çalışıyorduk. Ne kadar aşktan bahsetmekte aslında bizler sadece kendimize aşık olmayı seçiyorduk. Sende öyleydin.
Belki ilk defa kapılarını açmamış birine önce aşık oldun sandın, sonra anlamsızca savaştın ve gitmeye karar verdin. Seni sevmeye zaman bırakmamıştın. Gidiyordun, beni tek başıma biz’den alıkoyup uzaklara gidiyordun. Nice ihtilallere. Engel olamadım... Kendime rağmen sana çektiğim rest durduramamıştı gidişini. Hayatimin geri kalanında, yetim sokaklarına tek başıma terk eden bir lanetle gidiyordun.
Bana kalansa, hayali bir aşk, hayali bir sokak, hayali bir kimlik ve iflah olmaz bir ruh, yaralı. Beni asla yalnız bırakmayacağına söz vermiştin. Acemi hayatim ve ben sana ne kadar da inanmıştık... Geceleri ağladığımda beni duyabildiğine inanıyordum. Az sonra bağlantı kuracağına... En az benim kadar seninde hissettiğini düşünürdüm. Ta yüreğimden, en dokunulmayan yerlerimden bunu işitir ve olduğum gibi sana akardım. Sana akardım... Allah’tan başka kimseye anlatamazdım seni. Seni bunca sevdiğim için bir tek o vazgeçmiyordu benden. O dokunabilirdi kanayan yerlerime. Ancak seni o kadar dilemiş, o kadar çok bahsetmiştim ki, artık ondan bile utanır olmuştu açıkta duran iltihaplarım... Öylesine utanç kanıyordum ki, sonunda bileklerimden çıkarmak istemiştim bu simsiyah aşkımı... Onu da becerememiştim. Kimselere söyleyemezdim hala kanadığımı. Ama sana kadar haberim gidiyordu. Bir mektup geldi sonra senden. Bana ne kadar kızgın olduğunu yazıyordun. Beni inançlarım için infaz ediyordun... Sana mutlu haberlerimin gelmesini isterdim. Her şeye rağmen hayata tutunabildiğime dair haberlerimin. Eminim ki sen buna sevinirdin. Ama inan mutlu değildim. Mutlu olamıyordum. Aynen bıraktığın gibiydim. Hiç bir şeyi geliştiremiyordum. Denemiyor değildim. Ama yokluğunla baş edemiyordum iste... Bu ilk ve son haberin olmuştu...
Yeni bir ilişki kurdum aylar sonra. Bir yerden başlamak gerek diyordum. Ömrümce bir tek senin dokunacağını sanıyordum bedenime. Öyle kapatmıştım kendimi. Sanki bakireliğim yeniden bozuluyordu o gece. Evet, bütünleşiyordum, hem de bir başkasıyla. Sen olmayan başkasıyla. Hiç acı duymadım. Sonuna kadar inkâr ettim aslında yatakta sen olmadığını. Ama bu tahmin ettiğim kadar uzun sürmedi. Bir gece o diye senin adını seslendiğimde başladığımı sandığım noktaya tepe taklak geri döndüm. Kimi bulursam ona sarılmaya çalışıyordum. Dost olsun yada olmasın demiştim, sadece beni günahlarımdan arındırsın istemiştim. o kadar çaresizdim ki, uzanmaya çalıştığım bütün kollardan teker teker düşüyordum. Artık eskisi gibi değildim. Eskisi gibi her şeyi bilemiyordum. Bütün bildiklerim yalandı. Bir azize nasıl oluyor da bir fahişeye dönüşmüştü anlayamıyordum. Tıpkı batan bakkal gibi eski sevgilerime kaçıyordum. Senden öncekilere, daha öncekilere... Ama zamanı geri çeviremeyeceğimi henüz öğrenemiyordum. Yine susuz kalmıştım. Başka başka bedenlere giriyordum. Susuzluğumu gideremiyordum. çok eski ve ödenmemiş bir bedel ödüyordum. Ah Allah’ım bakireliğimi nerede kaybetmiştim? Gidişinden yüz yıllar sonra, o gece bıraktığın soluksuz şehrine tekrar dönmüştün. Bu kez üstüne günahlarını giymiştin. Rengârenkti giysilerin. Yalnız değildin. Bakamadım bile sana. Kendimi, bütün yaralara bağışlayan sevgisiyle kucak açmış boğaza attım. Kıskançlığımdan etim yanıyordu. biri bu yangını söndürsün istiyordum. Sıradan bir insanin nasıl katil olabileceğini o gece çok iyi anlıyordum... Kendi gölgem beni ürkütüyordu. Hiç gitmediğim bir sokaktan çıkıveriyordu. En derin uykumda beni dansa kaldırıyordu. Beni değil seni takip ediyordu gölgem. Onu da sev, ona da dokun, onu reddetme istiyordu.
Ne zaman biri beni sevecek olsa ruhun beni esir alıyordu. Asla başkalaşamıyordum. Hep geriye dönüyordum. inkar ettikçe ruhum da terk etmek istiyordu... Her gün farklı kalplere girmekten yoruluyordum. Böyle anlarda çırılçıplak ağladığım evime dönüyordum. Zamanla seni seven ve asla terk etmeyen bir ruhla ayni odada yaşamayı öğreniyorsun. Tanıdık bir ruh, ait olmadığı bedenlerden ayırt ediyor kendini. Seni atabilmek için seviştiğim onca beden senden başkası değildi aslında...
Artık biliyordum; ne gittiğinde, ne dönmediğinde, ne kanım çekildiği geceler dayanamayıp seni aradığımda, sokaklarımda, eski sevgilerimde, özlemlerimde ve hayallerimde, o yüzünü asla göremediğim ama soluğunu hep işittiğim o şey, senin ruhundan başkası değildi. Senin ruhundu... Ağrılarım zaman zaman duruluyordu, ruhuna akıyordum. Yalnız değildim, tıpkı söz verdiğin gibi aslında hep yanımda olmuştun. Geçmişten geliyordun. Belki bilmediğim kadar eskiydin. Çocukluğumda yalnız olduğumu hissedip ümitsizce ağlarken, beni teselli eden meleğimdin. Sen oydun. Beni seven eski bir ruhtun... Bir gün tanıştırılmıştık. İsim koymuşlardı bağımıza, sen aşkını veriyordun. Aşkın senin hayatındı, ağrıların, geçmişteki ailen, gelecekti dünyandı aşkın. Aşk senin bütünleşebildiğin tek gerçek olguydu. Oysa ben tanımıyordum aşkı. O bağ adına bildiğim tek şey yaydığın ışıktan kendime, sokaklarıma kavuşabileceğim bir kanal bulduğumdu. Aşkı tanımıyordum, bilgi istiyordum. Sahici bir hayata sürünmek için bilgi... Sen bendeki güce akıyordun. Ama benim gücüm yoktu. Hiç olmamıştı. O tek başıma yarattığım ve hükümdarı olduğumu sandığın benim dünyam değildi. Yoktu öyle bir dünya. Ben sana gelene kadar basta kendimi, sonra seni ve herkesi kandırıyordum. Olmayan bir güce akıtıyordun sen aşkını; o ben değildim. Ben senden alacağım bilgilerle kendimi bulmayı istiyordum. Kimdim? Nereden geliyordum? Neler yapabilirdim? Nereye kadar gidecektim? Aşkıma akıyordun. Senin için aşk yoksa dünya tozdan ibaretti. Aşk değilse o, bütün sular senindi. O zaman adin ve geleceğin belirsizlik denizlerinde, yalan bir hayattı...
Gittin...
Hiç vakit kalmamıştı seni sevmeye. Artık inanmıyordun. Oysa beslendiğim tohumların henüz yeşeriyordu.
Ama gittin...
Her zamanki gibi olmayan bir bahardaydım sonunda... Kendime nefret doluydum. Seni Allah’tan dilendiğim için utanç duyuyordum. Yaratanını bile tanımayan bir dilenciydim. Ve sığınacak kimsem kalmıyordu geride. Dünyanın bilinen ve bilinmeyen bütün boşlukları içime dolmuş ve ben orada kendimi kaybetmiştim. O boşlukta sevgilimi, enerjilerimi de kaybetmiştim. Vazgeçtim duyularımdan. Sıradan işler yaratmıştım kendime. Olması gerektiği için olan bir ilişki, gitmem gerektiği için gittiğim bir is, tamamen rastlantı uyandığım bir gün. Her şey son derece rutindi. Şefkate gereksindiğim bir geceydi. Yine evimde yine ağlamaktaydım. Kitaplarım dağınık, evim toz içindeydi. Bir mum yanıyordu. İçim yanıyordu. Umutlarım, hayallerim yanıyordu. Paylaştığımız bir geceyi anımsıyordum. Aynı şarkı, aynı tütsüler, sanki aynı geceydi. Üşüyordum. Bütün ağrılarım ayaklanmıştı. Yastıklarıma sarılmış iltihabımı onlara döküyordum şimdi. Sıcak bir esinti doldu içeri o an. Bir el dokundu omuzlarıma. Ürperdim.
Ağlamaktan kesik kesik çıkıyordu sesim. Bir şeyler değişiyordu zaman tünelinde. Bildik bir kokuydu bu dokunuşlar. O eski eller... Anladım, ruhun gelmişti sonunda. O gidişinden yıllar geçmişti. Asla dokunamadım tenine. Ruhun bu gece ilk ve sanırım son defa yanıma uzanmıştı. O kadar hasret doluydum ki sana, güzlerimi açmaktan korkuyordum. Orada boş yastıkları görmek istemedim. Çok özlemiştim.
İçeri nasıl girdiğini bilmiyordum. Gitmeni hiç istemiyordum. Aynı anda hem sana hem unuttuğum yaratana kalman için yalvarıyordum. Sensizliğin nasıl geçtiğini anlatıyordum hıçkırıklar içinde. Yaşlarım göz bebeklerimden akıyor, içimde kanayan yerlerime merhem oluyordu. Yıllardır bu anı yaşamak için bin bir umutla beklemiştim. Sonunda çürüyen bedenin olmasa da beni bütün gerekliliğiyle seven ruhuna dokunuyordum. Gitmene nasıl kıyabilirdim... O odada ben, yaradan ve ruhun vardı. Dünya da ben, yaradan ve ruhun... İşte buradaydın. En sonunda gelmiştin. Gerçektin yada değildin, bu geceye benden başka kimse inanmayacaktı. Ama yine de ruhum sefasından ölüyordu. Sana sarıldım... Kokladım... Ağladım... Öptüm...
Yokluğunda neler değiştiğini anlattım. Aşkından bir fahişe olduğumu anlatırken bile yadırgamadı beni ruhun. Sevdin beni. Yüzüme sevgiyle dokundun. Asla darılmadın, asla kızmadın. Seni deli gibi beklediğimi, öldüğüne inandığım için koşulsuzca ölüme atladığımı, yazdığım ve yollamadığım yüzlerce mektubu, hayata tutunamadığımı... Aşka bağışlayan ve yüce kılan, seni gözümde kutsallaştıran ve beni hiç yanıltmayan adaletinle sonuna kadar dinledin. Acele etmeden yanımda uzandın. Bende tamamlanmamış bütün cümleleri bitirdin. Ağlamam kesildi... Görevini tamamladıktan sonra son bir kez saçımı okşadın ve usulca geldiğin gibi gittin. Tam o sırada gecenin karanlığına gülümseyen ayin pencereme kadar geldiğini gördüm. İşte orada anladım; beni layık olduğum başka bir sevgiye ellerinle teslim etmeye gelmiştin. Bir daha dönmeyecektin... Çocukluğumdan beri benimle olan emanet ruhunu almaya gelmiştin belki. Kim bilir belki de ben yaratana senin için yalvarırken, sende bende bıraktığın ruhunu geri almak için yalvarıyordun.
Gitmiştin...
Evimden, dünyamdan, kalbimden gitmiştin artık... Yastıkların içinden dinlenmiş kalktım. Elimi yüzümü yıkadım. Beyaz havluya yüzümü kapatırken yepyeni bir hayatin umutlarına öykünüyordum.
Aynada pırıl pırıl gözlerim bana bakıyordu. Tekrar odama döndüğümde camların dışında sallanan perdeleri içeri aldım. Hava biraz serinlemişti. Az önce yaşadığım olağan dışı geceyi kalemimle bütünleştirerek ölümsüz kılmak istedim. Yıllar süren bir tutku artık sona ermişti. Saatlerce düşünüp durdum, düşmüydü yoksa tanrının bir armağanımı diye. İçime dolup tasan huzurdan anlamıştım; ruhun beni azat ediyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.