- 853 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Romatizmaya Tutulmuş Romantizm
Bedeli ödenmeyen cinayetlerle dolu bu dünya; aşk romanlarından çok polisiye romanları okunuyor, ekonomik kriz doğduğum günden beri bizimle, patlamadık hâlâ...
Duygu erezyonuna kapılıyorum her gün, yorgunum ama durmadan koşuyorum, bir yere yetişme telaşına kaptırmaya çalışıyorum kendimi, cinnet geçiyorum. Koştuğum yer dolanıp, durduğum yerle aynı, bir yere varamıyorum...
Aşkın ömrü hayattan kısa olmamalı!
Faniliğin en ciddi sarsılmaz sorunlarını hissediyorum gövdemde, hayat tamamen anlamsız bir koşturmanın başladığı yer, yaşamın son buluyor ama sen yaşamıyorsun. Senin yaşamını başkaları yaşıyor, sen ölüyorsun, yine sen ölüyorsun, onlar ağlıyor. İşte hayattaki yorulmaz görevimiz, koş ama bekle!
Garip sonbahar akşamlarında
Dizleri sızlayan bilge gibiydi cümlelerim
Romatizmaya tutulmuştu noktadan önce, durmayı öğrenmişti
Romantizmden uzaktı bu acıyla ve yakarışla
Daha çok dua ediyordu.
Yine de masallardan vazgeçmek aptallık olurdu ve masallar olmazsa, masal anlatacak kimse de olmazdı.
Dizleri sızlasa da dili acımıyordu, yanmaya alışkındı, bu soğukta. Kendi yaşamına ait olmayan masalları benimsemiştim kendi masalım gibi. Masal anlatmaktan çok, anlattığına inanmak aptallıktı. Oysa bu masalın kahramanları sırayla gidiyordu.
Ölüm vadisinde yaşayan gözlerine kısa turlar düzenliyorum her akşam, ağrıyan dizlerimle, geliyorum, kimsesiz… Ölüm karşılıyor ellerimi, her yanlış cümleden dönerken, zararın kârı olmuyor. Buluta biniyorum, hafifliyorum yükseldikçe.
Bana geleceğini gördüm;
Hayatımın o sayfası silinmişti, istenilmemişti, yırtılmıştı ve hayatımın diğer sayfalarını hırpalamıştı bu yırtılma…
Geleceğimi gördüm; bir kitabın içindeki en kayıp bölümdü. Parçaydı, paramparçaydı…
Geleceğimi gördüm
Gelmeyeceğini biliyordum!
Geleceğimi gördüm, bir masanın üzerindeydi kolum, masalar cıvıltılı kuş seslerinin arasında sokağa serpilmişti, elim yalnız bir masada oturuyordu, yanında bir çiçek vardı, arkasında bir ağaç, çiçek ağaçtan koparılmamıştı, başka yerden gelmişti, elim kadar yabacıydı o masaya.
Herkes farklı dilde sanki tek şarkıya eşlik ediyordu, koro halinde sesli yalnızlıklar yaşanıyordu masaların etrafında. Yalnız başına olunca müzikler de huzur vermiyordu, batıyordu önce kulaklarımıza, sonra dilimize, sonra beynimize bulaşıp, oradan son olarak kalbimize batıyordu, herkes biraz kendi iyiliğini düşünürken, potansiyel suçlu durumunda hissediyordu. Yanımda oturuyordun, kaç yüzyıl öncesiydi, bilemiyorum. Bilemediğim gibi de silemiyordun, bu masada oturuyordun, şuan herkesin yalnız oturduğu bu sokakta. Kahve kokusundan önce bira kokuları yayılıyordu dışarıya, sokaktan geçen parfüm kokuları yalnızca parfüm kokularıydı, başka bir anlam taşımıyorlardı, hepsi birbirine karışsa da yalnızdık. Bunun başka bir sürü yüklü anlamı vardı. Karşı kaldırımda reklam panoları göz kırpıyordu, karanlık üzerimize düştükçe, gölgeler masaları kapatıyordu. O kadar yaşlı hissediyorum ki kendimi, şimdiye kadar yaşadığım her şeyi kusmak istiyorum, sessizce, kolayca, boğazım bu defa yırtılmadan ve kusarken de yalnızca yalnız olmalıyım.
Seni unutmak istiyorum, ama bunun için önce kendimi unutmam lazım, daha evvel kaybolmayı denedim, kendimi kaybettiğimde daha çok seni buluyorum, hatırlamalarım sarhoş ediyor beni, tekrar kusmak istiyorum.
Geleceğini gördüm, hava kararmıştı. Elim, parmaklarımın ucunda sessizce seni yazıyordu masanın üzerindeki kâğıda, geleceğini ancak yazarken görebiliyordum!
Kusuyordum, sarhoş olamıyordum. İstediğim her şey oluyordu ama bu sondan başlıyordu olmaya, olmasını en çok istediğim şeyler olmuyordu, daha az istediklerim olacak gibiydi ve istemediklerim oluyordu. Bu demek oluyor ki; en çok istediklerim de olacaktı.
İsmin, beynimdeki tüm cümlelerin içine sızıyordu, sormadan ve zorla. Beynimde yankılanıyordu adın, birkaç defa tekrarlamak zorunda kalıyordum peş peşe. Zoraki seni düşünüyordum! Uyuşturucu gibi kaplıyordun hikâyemi ama sarhoş olamıyordum, unutmak için buna ihtiyacım vardı, olmuyordu.
İnsan dışarıyı seyrederken, dışında olan olaylara bile odaklanırken nasıl da birden bire içinde buluyor kendini…
Seni artık, boş bardakların ardından, yağmurun içinde, sokakların gerisinde, başka bir dünyadan seyrediyorum. Senin iyiliğin için, kendi iyiliğimden vazgeçiyorum.
İnançlarına ne kadar sadıksan
O kadar geç anlarsın yanıldığını!
Geleceğini düşündüm; görünmüyordun ortalıkta, geleceğimi gördüm; mağlup bir mahlûka dönüşüyordu, korktum, geçmiş ezbere bildiğim lâbirent yollarla doluydu, ama gelecek korkunçtu, yine de sana ömrü uzun hisler beslemekten ve büyütmekten geri duramıyordum, ömrün kısalığına bakmadan. Durup, düşündüğümde seninle yaptığım kavgalara yeniliyordum, kendimle yaptığım kavgalarda kazanıyordum, neresinden bakarsak bakalım hep mağluptum. Bu mağlubiyet beni olduğum zamandan uzaklaştırıyordu, artık belirsizliklerin belirtileri o kadar fazla ki, emin değilim hiçbir şeyden.
Gelecek; hiçbir zaman görülmez. Görülse de umduğumuz gibi bulamayız. Ben diye bir şey kalmadı artık bu gelecekte, gelmeyeceğinin yanında küçük bir kayıptım artık, umutsuzluk orta şekerli umarsızlık hastalığı yapıyor, kendi içinden, kendi yüzünden, kendi gözlerinden bulaşmasa bile etrafındaki herkes bulaştıracak bu virüsü. Üstelik seni bundan koruyacak birisi olmayacak.
Bir perde indirdim kaleme
Bu perde gelecekteki muammaydı.
Dokuz Mayıs İki Bin On Dört 11 00
Nevin Akbulut