- 786 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
DAHA ADINI KOYMADIM -1. BÖLÜM
Muntazam, toz ve zaman… Büyük büronun belki de tek hâkimiydi bu üç olgu. Muntazam bir şekilde dizilmişti kitaplar raflarına. Zamanın en büyük izi tozlar sinmişti kitaplar arasına. Muntazaman silinirdi elbette ama kokusunu silmek mümkün olmuyordu. Sâri bir hastalık gibiydi toz denilen lanet şey, bir girdiği yerden çıkmak bilmiyordu. En azından birkaç zerre de olsa izini bırakıyordu.
“ Huzur bu olsa gerek” dedi adam ufka bakarken kısılan gözleriyle. Rüzgârı beyaz bulutlar mı içmişti bir yudumda acaba? Deniz masmavi bir çarşaf gibi duruyordu önünde. Batıya doğru baktığında şehrin denize uzantısını ve kaybolmak üzere olan güneşin beyaz bulutları kızartmaya başladığını fark etti. Rüzgârı yuttuğu için utanmışlar mıydı acaba? Ondan mıydı yüzünün kızarışı?
“Huzur bu olsa gerek” dedi adam yeniden. “Doğayı bile bir şiir dizesinin içine sığdırabiliyorum.” Manzarayı huzurla bağdaştırsa bile batmak üzere olan güneşin yakıcılığı kaybolmuş okları, buz sarkıtları gibi ağrıtıyordu kirpiklerini. Günün yorgunluğundan mıdır bilinmez ama gözleri kapanmak üzereydi. Belki de geceye girmenin telaşındandı. Sevmezdi geceleri, kötülüklerin anasıydı çoğu zaman. Yıllar boyunca defalarca gecenin hışmına uğramış mazlumların hakkını savunmuştu. Sırtında kahır taşıyan insanların yüklerini hafifletmeye çalışmıştı. Hüzün bulutlarını silmeye çalışmıştı masum gözlerden. Böyle zamanlarda kader boğazına düğümlenir, kelime seçmedeki mahareti kaybolurdu sanki. Zamanın verdiği deneyim sonucuyla ezberlediği kelimeleri söyleyene kadar toparlardı kendisini. Çoğu zaman müştekilerini mutlu etmenin gururunu yaşardı. Başarılı bir avukattı, çok çalışmıştı, hakkıyla çalışmıştı, şimdi onun keyfini sürüyordu. Gelen her davayı değil, gerçekten kazanacağı davaları alıyordu.
“Huzur bu olsa gerek” dedi adam akşam lacivert kanatlarını şehrin üstüne doğru açarken. Birazdan bitip tükenmeyen acıları, şikâyetleri, mahkeme duvarlarını bırakıp dosyaların içinde yalnızlığımın şehri dediği evine doğru yol alacaktı. Ertesi güne kadar kapısı çalınmayacaktı bir daha. Yorulan zihnini dinlendirecekti. Fuzuli’nin şiirleri arasında yabancısı olduğu bir döneme ayak atacaktı. Bazı kelimeleri, tamlamaları anlamak için sözlük karıştırmak gerekse de mutluluğu buluyordu dizelerde. Aşkı, ateşi, suyu buluyordu birbirine girmiş bir halde. Sahi aşk neydi gerçekten? Aşk ateşti. Ateş neydi? Ateş suyu buharlaştırıp bulutlara gönderendi. Su neydi? Su ateşin düşmanıydı, hararetini küllerin içine gömendi. Peki, maşuklar nasıl içlerindeki ateşle gözlerinden akan yaşla bir arada barış içinde yaşamışlardı? Aşk mıydı ikisini bir arada tutan? Anlayamıyordu, çünkü öyle bir aşkı belki de hiç tatmamıştı. Gelip geçici heyecanlar, mevkie meyil veren kadınlar arasında sıkışıp kalmıştı.
Hava iyice kararmadan çıkmalıydı, kaçmalıydı sıkıntı veren bu yerden. Pencere önünden ayrılıp çantasını aldı. Anahtarını cebinden çıkarıp ağır adımlarla kapıya doğru yürüdü. Tam elini kapı koluna uzattığında zil çaldı. Bunca sessizlik içinde kulağında çınlayan zilin sesi ürkütmüştü birden. Bir an kapıyı açıp açmamakta tereddüt etti. “ Artık kimsenin derdine dayanamam bu gün” dedi. Nasılsa çekip gider diye düşünüyordu. Kapının arkasındaki inatçı çıkmıştı, belki de iş hanının bekçisinden henüz çıkmadığını öğrenmişti ki inatla bekliyordu kapının arkasında. Çok istemese de açtı kapıyı.
Bir kadın vardı karşısında. Önü açık bir pardösünün içinde, mesturesinin içinde gizlenmeye çalışan bir kadın vardı. Mestureyi yıllar önce Amasya Üniversitesinde öğrenciyken görmüştü. Arkadaşlarıyla bir ev kiralamak için dolaşıyordu. Küçük bir site gördü, 4 katlı evleri olan yaklaşık 50 dairelik bir siteydi. Daha sonra din görevlilerine ait kooperatif evi olduğunu öğrenmişti. Önünden geçerken kadınları görmüştü, çoğunun üstünde robadan büzgülü kolları uzun, yakası kapalı, ayak bileklerine kadar uzanan bir elbise vardı. Aslında şaşırmıştı, kadınların hepsi gebe miydi burada? Oturulmaz dedi burada, bebek sesinden çalışamayız da. Sonra arkadaşlarından birisi söyledi o elbiselere mesture dendiğini, takva sahibi kadınların ev kıyafeti olduğunu. İlk defa duyduğu bir isimdi, onun için de hiç unutmamıştı. Yeni moda kapalılar çıktığından beri mestureli kadın görmemişti. Kapalılığa karşı olmamasına rağmen modaya uygun kapalı kadınlardan fazla haz etmezdi. Kapanmanın amacı dikkat çekmemekse bu kapalılık değildi. Zira aşırıya kaçılmamışsa açık kadınlardan daha çok dikkat çekiyorlardı onlar. Baktığında genellikle, “Bunlar Müslüman’dan çok süslüman sanırım” derdi.
Kadın üstüne bir çul atılmış tavan arasında kalmış heykel gibiydi. Omuzları yer çekimine dayanamamış yere doğru bakıyordu. Yüzü solgundu, belki biraz da sararmıştı. Göz bebeklerinin oynadığını görmese birisi şaka olsun diye kapıya bırakmıştır diyebilirdi. Kadın konuşmak için birkaç defa ağzını açıp kapadı ama sesi çıkmamıştı bir türlü.
Zor da olsa, fısıltıyla da olsa konuştu sonunda.
- Avukat Metin Bey’i görecektim.
- Buyurun benim Hanımefendi.
Kadın acıyla gülümsedi, “hanımefendi ve ben, kibarlığından söylemiştir mutlaka” dedi kendi kendine.
- Neden geldiniz bana, anlatın bakalım.
Anlatmak, anlatabilmek ne kadar zormuş, kadın yutkunuyor ama söyleyemiyordu bir türlü. Çaresizliğinden başka suçu yoktu ama başlayamıyordu bir türlü sözlerine.
Avukat içeriye aldığı kadına masanın önündeki koltuğu işaret ederek oturmasını söyledi. Adımlarını sürürcesine yürüdü kadın ve yığılıverdi adeta.
- Su ister misiniz, biraz kendinize gelin önce…
Yok der gibi başını sallarken kadın, avukat gözlerini fark etti. Karadeniz’in kaç yeşili uğramıştı gözlerinin içine acaba? Kayaların arasından doğan çam ağaçları gibi titreşiyordu iğneli yapraklar, bakanın gözlerine batar gibiydi. Yine Karadeniz’in yoğun sisi çökmüş gibiydi. Bir bakış nasıl da güneyden kuzeye savurmuştu birden? Dudakları bozkırların kuraklığına benziyordu. Yüzü harman yerindeki samanlar gibi sarıydı. Avukat kadının yüzünde Anadolu’yu görürken, tam da dalmışken gezdiği yerlere, bir ses böldü hayallerini.
- Annem kayıp Mete Bey dedi sesi titreyerek.
- Benim yapabileceğim ne var ki bana geldiniz. Karakola kayıp dilekçesi vermeniz gerekiyordu.
- Kayıp bildirimi yaptım ama kayıp olarak aranması tatmin etmiyor beni. Öldürüldüğünden şüpheleniyorum, dava açmak istiyorum.
- Şüpheniz kimden?
- Konuşmakta zorlanmam bu yüzden ya zaten, kardeşimden şüpheleniyorum.
- Umarım geçerli sebepleriniz vardır bu konuda. Bir evlat annesini öldürür mü?
- Var efendim var elbette ama vakit hayli geç oldu, sizden randevu almak için gelmiştim. Görüşmek istediğiniz zaman olup biteni baştan sona kadar anlatacağım. Yardımınıza ihtiyacım var, ücret konusunda tereddüdünüz olmasın neyim varsa bu uğurda her şeyimi feda ederim.
- Evet, bir hayli geç oldu, yarın sabah duruşmam yok, gelirseniz öğlene kadar görüşebiliriz.
Avukat kadını uğurladıktan sonra yeniden pencerenin önüne geçti. Kadının hali onu ziyadesiyle etkilemişti. Hikâyesini tam olarak bilmiyordu ama içinden bir his daha çok görüşeceklerini söylüyordu.
Siyah yıldızlı yazmasını örtmüştü gece denizin üstüne. Akşamki sakinlik yoktu sularda. Dalgaların sesi geliyordu, tüm kötülüklerin öcünü almak ister gibi dövüyordu kayaları. Yavaşça uzaklaştı camdan, çantasını alıp çıktı kapıdan. Bir kilit ve uzaklaşan adım sesleri çınlıyordu iş hanının koridorlarında.
YORUMLAR
Afet İnce Kırat
Davidoff
Lütfen öyle söylemeyin.
Siz benim büyüğümsünüz. Asıl benim sizden öğreneceğim çok şey vardır.
İki kelime nedir ki ablam, yeter ki birbirimizi kırmayalım.
Saygım, sevgim her daim.