Tennenni Tenedos
Bozcaada üç beş kulaç ötesi
Taş plakta Hafız Burhan’ın sesi:
Tennenni tenni Tenes
Tenni tene Tenedos..
Kendimi bildim bileli meraklıyımdır adalara. Daha ilkokuldayken atlaslardan(şimdiki gibi google earth yokki) ada beğenir, onların resmini, krokisini çizer. Beğendiğim koylarında, limanlarında kendime bir hayat düşlerdim. Üniversitede de Çanakkale’de okumamın bu ada sevdasıyla doğrudan ilgisi vardı. Zaten en güzel yıllarımdı o dönem. Dünya literatüründe "islomania" olarak geçen ada tutkusu da orada körüklendi. Maalesef ülkemizde çok az ada bulunuyor (bunun sebepleri ayrı bir araştırma konusu). Zaten olanın da kıymeti bilinmiyor. Genelde Türkiye’de adalar mahrumiyet bölgesi, özellikle Gökçeada. Ama benim bugünkü yazımın konusu bakir, hırçın Gökçeada’nın, uysal ve sevimli kardeşi Bozcaada. Kadim ismiyle Tenedos..
Tarihçi Herodot’un sık sık bahsettiği Tenedos bugünün aksine geçmişte çok önemli ve renkli bir adaydı. Güya Truva’lı Helen için gelen, aslında tamamen duygusal nedenleri olan Yunanlar adayı üs olarak kullandılar. Söylentiye göre Tenedos Doğu Roma’nın tahıl ambarıydı. Çünkü fazla yükseltisi olmayan ada rüzgarı gayet güzel alıyor, tahılları una dönüştüren yel değirmenleri için biçilmiş kaftandı. Hatta ufak tefek birkaç kırıntı bilgiye ve yerel halktan duyduğum tek tük anlatıya göre, zamanında Tenedos’un en yüksek yerinde ateş yakılacak bir yer varmış. Güneyde yahut batıda düşman gemisi göründüğünde bu ateş yakılırmış. Bunun gibi onlarca ateş Gelibolu boyunca sırasıyla yanar, daha gemi Çanakkale boğazına giremeden, istanbul’un haberi olurmuş(hatırladınız değil mi? yüzüklerin efendisi kralın dönüşü filmindeki gondor’un işaret ateşleri). Ada daha Türk hakimiyetiyle tanışmadan evvel Bizans adayı Venediklilere bırakmış. E bu kadar stratejik ada Venediklilere kalır da Cenevizliler üstüne bir bardak su içer mi? Çekilmiş kılıçlar tabii ki. Ama kan dökülmeden bir anlaşmaya bağlamışlar. Ada tamamen boşaltılacak tarafsız bölge olacak demişler ve Venedik pılını pırtısını toplayıp Girit’e göçmüş. Sonraları bu mahzun adaya uğrayan seyyahlar adadaki üzüm bağlarından, terk edilmiş bir şehir ve kaleden bahsedeceklerdi. Bundan sonra bölgedeki genişleyen Türk hakimiyeti altına giren bu şirin ada, 500 yıl boyunca her dış tehdidin yokladığı ilk kapı tokmağı olmuştur. Bu süre içerisinde ne şehitler verildi, ne canlar yandı, ne ağıtlar, destanlar yazıldı bunların çoğunluğu muamma. Ama sezdiğim tek bir şey var, o da bu adanın da en az Limni kadar değerli ve kutsal olduğu.
2007’nin Mayıs’ında Sözlü Tarih Röportajı yapmak için küçük bir grupla gittik şirin Bozcaada’ya. Daha önce gitmiştim ama doğa kış uykusundaydı ve benim de ayrıntılı araştırma imkanım olmamıştı. Ama işte bu sefer tabiat uyanıyordu. Denizde dalgalar bize ışık oyunları yapıyor, yunuslar feribotla yarışıyordu, ada halkı cıvıl cıvıl, üzüm bağları rengarenkti. Bu sefer tabii ki heyecanım da farklıydı. Çünkü hep adetim olduğu üzere, sokak sokak dolaşacak, yerel halkla muhabbet edecek, yerel lezzetleri tadacak, görevli olarak geldiğim geziden maksimum fayda sağlayarak dönecektim. Bismillah dedim atladım gemiden adaya..
Adanın küçücük meydanında tarihe tanıklık eden dev çam ağacının altında toplandık. Çaylarımızı yudumlarken hocamız önceden ayarlanan röportaj yapılacak kişileri bize dağıtıyordu.
-Siz ikiniz kilisenin papazıyla, siz ikiniz şarap üreticisi falancayla, sizler ayakkabı ustası filancayla, siz ikiniz cami imamıyla, evet Fatih sen ve Gülay Boruzan Taverna’nın sahibiyle röportaj yapacaksınız.
-Taverna mı? Hocam ben şöyle bir gezinsem daha iyi röportajlar bulabilirim.
-Hayır, önceden ayarlandı sizi bekliyor. Kasetlerinizi kontrol edin, hiçbir şeyi kaçırmayın.
-Pufff...
Herkes yavaş yavaş adanın sağına soluna dağılmaya başladı. Ben de canım sıkkın bir şekilde Gülay ile birlikte tavernayı aramaya koyulduk. Liman kısmına geldiğimizde sabah sabah demlenen arkadaşları görünce Gülay biz de gidelim dedi. Tamam sen git, dedim, ben biraz fotoğraf çekeyim. Böylelikle ayak bağımdan bir nebze kurtulmuş oldum(umarım alınmaz (: ). Başladım sokak turlarıma. Daracık sokaklar resmen beni cezbediyordu. Her sokakta başka bir zaman tüneline giriyormuş hissini yaşıyordum. O sıcağın kendini yeni yeni hissettirmeye başladığı saatlerde etrafa çiçeklerden yayılan hoş rayiha, beni limanda demlenenlerden daha çok sarhoş ediyordu. Karşımdaki dar sokağa girdiğimde Köprülü Mehmet Paşa CAmii karşılıyor beni. Kare yapısıyla eski bir kiliseden dönüşmüş olabileceğini düşünüyorum. Sokak boş, kapıyı aralıyorum içerisi boş ve serin hoş bir hava yüzüme çarpıyor. İçerisi gerek süsleme, gerekse iç düzenleme olarak gayet muntazam. Özellikle tavandaki şekillere bayılıyorum ve fotoğraflayıp yoluma devam ediyorum. Rastgele sokaklara girerek, fotoğraflar çekerek yürürken beni Alaybey Camii karşılıyor. Bahçede mezarlık görünce meraktan yüreğim hopluyor ancak daha bahçe kapısından girerken sevincim kursağımda kalıyor. Girişteki canım kitabenin harf inkılabına, paha biçilmez mezar taşlarının da şapka inkılabına kurban gittiğini üzülerek görüyorum. Neyse diyorum giriyorum içeri. Ohooooo, bakıyorum da burası üst düzey bir hazire. Şeyhülislamla Sadrazam, Kale Komutanıyla Topçu Yüzbaşısı, Beyler Hanımlar hepsi bir arada ebedi istirahatgahlarındalar. Kabirlerin aralarında güller rengarenk. Bülbüller? Onların mesaisi sabah ezanıyla bitiyor maalesef. Bu şirin camiyi de gezip fotoğraflayarak çıkıyorum ve yoluma devam ediyorum. Uzaktan kale bana göz kırpıyor ama dur diyorum, en iyisi her zaman en sona saklanır. Meryemana kilisesi, şarap fabrikası derken eskiden namazgah olduğu söylenen bir yere geliyorum. Ne mihrap kalmış, ne bir iz. Yakın zamana kadar bayram namazları bu namazgahda kılınırmış ama şu sıra park görevi görüyor. Tabii ki her namazgahda olduğu gibi bunun da ucunda tarihî, hoş bir çeşme. Yanındaki eski evle aynı kareye almaya çabalıyorum. Elektrik telleri sinirimi bozuyor. Kendi kendime söylenirken, ihtiyar masmavi gözlü, tonton bir dede gelip çeşmenin başına oturdu ve bana bakmaya başladı.
-Dedecim, fotoğraf çekiyordum ama azıcık kayabilirmisin?
-Çek çek beni de çek.
-Ama..
-Çek yahu.
İhtiyar benden baskın çıktı çektim fotoğrafını. Sonra yanına çağırdı.
-Bak, dedi, bu çeşmenin suyu çok tatlıdır, içmeden gitme. Yabancısın değil mi? Ne arıyorsun bu ıssız sokaklarda.
-Dedecim Sözlü Tarih Araştırması için röportaj yapmaya geldik arkadaşlarla, bana da limandaki Boruzan Tavernası düştü. Ama ben ondan önce biraz keşif gezisine çıktım.
-Gel yahu benimle yap röportaj.
-Ben de söyledim ama hocam kabul etmiyor.
-Başlatma hocandan yahu gel otur şuraya gölgeye.
Şeytan tüyü var bu ihtiyarda, karşı koyamadan oturdum yanına. Başka kasedim olmamasına rağmen bastım kayıt düğmesine. Tarihi çeşmenin önünde, sessiz sedasız sokakta, daha gün ortası olmadan başladık ihtiyarla muhabbete. Uzun uzun anlattı. Yaklaşık iki saate yakın konuştuk. Daha doğrusu o anlattı ben dinledim. Kaset yetsin diye de ara ara boşluklar bırakmak zorunda kaldım. Dedemin maceraları çoktu. Taa babasının Bosna’dan göçmesinden başladı, yollarda çektikleri sıkıntılardan(senede bir gün filmi gibi), her savaşta yeniden yola koyulmalarından, Balıkesir tarafına yerleşmelerinden, Çanakkale savaşından, daha sonra Bozcaada’ya yerleşmelerinden uzun uzadıya bahsediyor. Babasını anlatırken arada ağlamaklı oluyor. Ben ise zevkten dört köşe olmuş bir biçimde ve sükunetle dinliyor, bir yandan da izliyordum. O anda zaman ve mekan kavramı kayboldu. Anlattıklarını ben de yaşadım. Tıpkı 3 boyutlu bir sinema perdesi gibi uzansam maceranın içindeydim. Sonra sustu dede.
-Yeter bu kadar, dedi. Sudan içtin değil mi? İç, iç bir daha iç.
-Dedecim valla hiç ayrılasım yok ama asıl röportajımı da tamamlamam gerekiyor.
-Git hadi git geç kalma.
-Sen buralardamısın, belki hocayı ikna ederim biraz dinletirsem sizinkini kullanırım röportajda.
-Hele git bakalım ne olacak.
-Haydi Allah’a emanet ol, umarım tekrar görüşürüz.
Sonra arkamdan gülümseyerek el sallamaya başladı ve ben köşeyi dönene dek devam etti. Koşar adım adanın meydanına vardım. Hocayı aradım. Gülay biraz sinirlenmiş bir biçimde bana söyleniyordu. Dur, dedim. Önce bir hocayı bulayım hemen geliyorum. Sonunda hocayı küçük, eski bir dükkanda şarap tadarken buldum.
-Hocam, hocam, off, sizi arıyorum yarım saattir.
-N’oldu, bitirdiniz mi işinizi?
-Yok hocam ona daha başlamadık ama ben başka bir röportaj buldum ve kaydettim.
-Size verdiğim kasete kaydettim deme.
-Evet hocam ona kaydettim ama biraz dinleyin bakın.
-İyi şuraya oturalım da bakalım. Başlat bakalım.
-.......
-Eee..
-Durun bir dakika ileri sarayım biraz.
.....
-Basmadın mı yoksa kayıt tuşuna.
-Bastım, yani basmış olmam lazım, bakın fotoğrafını göstereyim şu dedeyle yaptım röportajı, bi saniye buralarda olacak, hay Allah.
-Şarapları ben içtim ama sen sarhoş olmuşsun, hahayy dalga mı geçiyorsun benimle?
-Yok hocam ben bulunca getireyim size.
Tabi ne fotoğrafı, ne sesi bulabildim. Hem kayıt tuşunu, hem çekim tuşunu ıskalamış olabilirmiydim. İnsanlık hali dedim. Olabilir böyle şeyler. Sonra asıl yapmamız gereken röportajı yaptık ve ben dedeyle muhabbet ettiğimiz yere gittim. İhtiyar doğal olarak orada değildi. Nasıl olsa bir hafta daha buradaydık. Hergün aynı saatlerde ve akşamları o çeşmenin oralarda, cami çevrelerinde dolandım ama nafile. Daha sonraları düşündükçe daha mistik bir hal aldı bu olay. Ya ben gündüz vakti yabancıların "daydream" dediği bir olay yaşamıştım, ya da daha farklı bir deneyimle karşılaşmıştım. Belki de herşey tesadüftü. Belki ihtiyarla yollarımız bir daha kesişmemişti, ben kayıt düğmesine basamamıştım ve fotoğrafını çekememiştim. Ama inanın o anları birebir yaşadım ve mistik bir hava katmak çok daha hoşuma gidiyor.
Ha bu arada asıl röportajıma gelince, o da gayet hoş bir yaşam öyküsüydü ve tam not aldım :))
Not: Fotoğraf Bozcaada Namazgâh Çeşmesi, kendi fotoğrafımı yine bulamadım.
02/05/2014
Beneath a Phrygian Sky
YORUMLAR
Fatih ve ada maceraları bunun sonu yok bence,hoş olmasında zaten.Ada tasviri, dar sokaklarında denizin kokusunu soluyarak yolculuk yapmak çok keyifliydi.O yaşlı dede sırra kadem basmış olabilir ama her adaya gittiğinde sana bıraktığı o gizin büyüsü ile gün gelir belki yine gözükür başka bir surette o zamanda başka hikayeler anlatır.Tabi bu sefer kaydı tuttuğundan emin ol ya da hafızandaki kaydı unutmamaya çalış.Kalemine sağlık ve ve diğer roportajdan da ilginç izlenimler kalmış olmalı(ilgine,bilgine;))
Sevgili Fatih.
Çok hoş bir yazıydı yine kaleminden okuduğum. Sayende Bozcaadayı da geörmüş gibi oldum ki çok merak ettiğim yerlerden biridir.
Dedeye gelince: Bizim memlekette anlatsan bunu kesinlikle '' Sana Hızır görünmüş '' Derlerdi. Evet senin başına bir felaket gelecekti ama Hızır geldi sana göründü ve seni o felaketten kurtardı. '' Kul daralmayınca Hızır yetişmez '' Olayı. Yoksa öyle çok da büyük bir yer olmayan adada Bir yaşlı adamı neden bulamayasın ki. Sonra tek bir resmi, o kadar konuşmanın kaydı niçin olmasın ki?
Al bir mistik hikaye de benden))))))))))))))
Selam ve sevgilerimle.
grafspee
Çok güzel kaleme alınmış hikaye.
Ama biraz gizem eklenmiş sanki.
O da tadı tuzu olmuş.
Zevkle okudum.
grafspee
grafspee
Böylesi bir yerde mistik bir şeyler olmadan olur mu hiç . . Dede gelmiş ,anlatmış ve gitmiş. :) Görevi bitince yerine dönmüş . Mistik olanı gören göz duyan kulak bulunsun siz de deyip tebriklerimi bırakayım sayfanıza.Özel yerlerdesiniz hep. Ve sevdiğim anlatım şekliyle. sevgiler.