- 2975 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Kim kalacaktı ayrılık sonrası bu ömürde…
Yokluğundaki hasretindi yıllardır öfkelerimi bastırtıp, içimi sızlatan...
Biraz kendime acılanma, birfaz da sana acıma ile geçen bir yaşamın uzun bir denemi bu, şimdiki sızlanmalarım...
Bir kızıl güneşti dağlardan düze sarkan, yılları eskitmiş bir yüzdü bu günlere ulaşan...
Bir şarkının tınısındaki sözlerle sesimi uzatıyorum sana doğru “beni bensiz sensizlikte bırakma, beni sensizlikle terbiye etme” dediğn günleri, sana hatırlatmanın bir faydası olmayacağını bilerek yazıyorum sana, senin cümlelerini kullanarak, hele “sensiz nefessizlikle boğulurum deyişin, bu gün anlamını ne kadar da çok yitirmiş…
Önce sokakları tanıdık ayrılık sonrası dolaşanlarla, sonra şarkılara sözler yazdık, kendi şarkılarımızı dinledik bir başka seslerden, hüzünlendik, durmayasıya yollara vurduk kendimizi, çoğu şarkıyı dinlerken adımızla andık o şarkı ismini, “bu senin, bu da benim” diyorduk, ruhumuzu yoksunlaştırdık, duygularımız hüzne bulandı, “yoluna yorgun oldum” sözleri ile bunaldı beynimiz, cümleleri tanımaz oldu, sevginin sahipsiz düşünceleri dolaşıp durdu etrafımızda, baş eğmedik günlerin kıskanç acılarına, her biri ile yığıldıkça, sadece kendimize acılandık sır olduk bulvarların çamurları ile, gün geldi kendimize sıktık boş kovan cümlelerini, hayıflandık durduk…
Hep senin adından sonra yazılır, söylenirdi adım, hep senin mutluluğundu sevinçlerim, kaç gecenin sabahına ulaşsa da endişelerim, son kelime idi beynime zımbaladığım adın, ki adımdan önce gelirdi yaşam isteklerimdeki dualarımda...
Kimseye hiçbir zaman bu tonla, bu özlemle, bu hasretin burukluğu ve de bu güne kadar canımın yanmışlığı ile “sen kadınımsın” diye haykırmadan içimdeki bir boğuklukla, içim sarsılarak ve de başkalaşmış bir arayışla demedim, “sen kadınımsın, ömrüm seni özlemekle geçer”diye…
Doğruydu bu cümle ve doğruluğu yıllara hep gölge oldu ve hiçbir ışıkla kaybolmadı ki, bu günlere hâlâ içimi kırıklarla sarmalayıp, özlemlerle bunaltı benliğimi ve hiçbir tını bu sesin üstüne tırmanamadı…
Sevginin vazgeçilmez bağı bu olsa gerek, bu olsa gerek tutkunun sıklaştırdığı bu düşüncelerle yaşamı sürdürmek…
Uzaktan sesi duyulan bir ney ile irkilerek uyandığımda, uzun uzun düşünmeye ney sesi eşliğinde başladım ki, tanıdığım bir ezgi sesinin kelimeleri ile dalıp dalıp, mırıldanmaya başladım cümleleri, sanki tüm geçmişim, bu cümlelerin içindeydi veya tüm benliğimi haykırıyordu özlem dolu düşüncelerimin içindeki huşu ile, nerelerde nelerle kavuştu bu sesle düşüncelerim veya öz geçmişim, bir kavalın delikleri üstünden birkaç parmak gezinirken hayatım ses tınılarına anlatımlarla dökülüyordu…
Kaç pişmanlık, kaç özveri veya özenti vardı bu ses anlatılarının içinde, kaç kez ölümle yüşleşmiş, kaç kez yaşamın gaddarlığı ile karşılaşmıştım ve kaçıncı kez yüzleşiyordum düşünceme mıhlanmış sevgi ve de sevgili ile bu tınılarla?
Bu ne insafsız düşüncellerle tek taraflı sevgi kollanmaları ile ve ben benliğimin düşüncemdeki pişmanlıkları ile savaşım sürerken af etme ve de af edilmez istekleri var güçle çullanıyordu vucuduma ki taşınmaz bir pişmanlık dışı yüklerdi bunlar ve altında ezilmeye devam ediyordum…
Aslında bir geçek vardı ve sevgi asla ezilmezdi, haklılık ve de haksızlık baş gösterse de ezilemezdi sevgi, çünkü o evrenseldi ve sadakat isterdi, keyfe göre hareket ona hakaretti ve de saygısızlıktı ki bu ben olmasam da, kabullenilemezdi…
Aslında tükenen bir ömrün heba olmuş zamanlarıydı ve bu da ömre saygısızlıktı ki her ikimize de yaramıyordu, çünkü vedalar sonrasında veya vedasızlıklar sonrasındaki ayrılıklarda her iki sevdalının da ömründen ömür çalınırdı şüphesiz ki her ikisinin de kalan ömrü acılanmalarla devam ederdi…
Şimdilerde artık bu hesapları yapmak veya bu düşüncelerle ömür tüketmek, bilinir ki iflâh olamayacak yaşam huzurları içinde çökülerek devam edecektir, gerçek olan da buydu artık bu yaşamın son kalanlarında…
Öfkelendiğimiz kadar, sevdiğimizden de üstün özveride, ağlayıp, isyanlarımızdan da çoktu var kalmak istediğimiz sevgi, sonrası, bir düşüş, sonrası hönkürürcesine ağlamak, en beteri hasret olmuştur aşk…
Uçarken sönüp düşen bir balon, koşarken yaralanan bir at, çarparken duran bir yürek ve geriye kalan hüzzam bir şarkıdaki hikâye galiba sevmek…
Sonrası yazılmış şiirlerde barınan sevgili, daha sonrası binlerce sayfaya sığan anlatımlarla sevginin asilliği, daha sonra uçuk mürekkepli yazılarla sayfalarda kalmış derinlemesine bir sevda ve daha sonra, uzak bir körfezin kumsalına düşmüş, sevdaya dahil ıslanmış aşkın anlatımı olan yazıları okumaya çalışan bir çocuk, ağlamamak için onu teselli eden bir kız..
Galiba en derininden sevgi bu, acılanmalarla anlatımlarda yaşayan sevda, ölmezlik damgası yemiş aşktır unutulmaz sevda…
Tek şartı vardı aslında anlatımlara düşecek kadar yaşanmış olmak…
Sevmek her şeyiyle sevdaya dahilse, geriye kalan elde bir “düzmece sevda’nın” içinde kalmak ise, pek de kolay yaşam olmasa gerek…
Birbaşa kalmış gibiyim yaşamın son yakınında, oysa başım kalabalıklarımın dumanında, içimde delicesine hevesler, ver yansın ediyorum yaşamın bir cebine zapt edilmez bir istek bu, karanlıklardan kaçıp, düşmek yollara, sonrasında ise, yeşilin kuytusuna…
Uzaktan koşuşan koyun sürüsünün kuzuları, dörtlüyor havaya doğru gücünü, kavalın sesi buruk bir ezginin göbeği ve şırıldayan bir su akışının içinde bulmak kendini, olmayasıya bir düş, serserice bir düşünce, yürek sarsıntıları ile özleme göğüs germe, sanki bu eskiden kalma yerlerde, el ele tutuşulan yerlerde, sevgili arayışı…
Belki de umarsızca bir arayış olmaktan çıkmış, özgürlük sekmesi bu ruhun duvarlara çarpması sanki, uzakların kokusu ile hissedilen bir sarhoşluk bu “düzmece sevda” bulamacında çırpınış…
Bir başka sızı bu çapraşık düşüncelerle, düşe kalka vazgeçmek veya yaşanan gün ışığı sonrası gecelerin içinde var kalma savaşımı…
Doğru söze takılır kalır aklım ki, bir kansızsa hayatımı dağıtan ciğeri sökülsün, gerisi zaten içimde barınmıyor...
Yarın yine şüphesiz sabah olacak ve ben uyandığımda her günkü gibi el yordamı ile gözlerimi açmadan yastıkta seni yoklayarak arayacağım, kaç yıldır böyle yaşıyorum bilmiyorum ama, hiç bir mezar taşında bu hikâye yazılmadı, neden biz hiç yazılmayanları yaşıyoruz, neden biz hiç kimsenin yaşamadığı kadar hasrete boğulduk, yine de bilinmez ama bizim çektiğimiz hasret, belki de hiç bir mezar taşına yazılmadı, belki yazıldı ama görmemek de hasreti büyülttü durdu, çünkü görseydik teselli bulacaktık onlarda hasreti yaşamışlar diye...
Mustafa yılmaz
1 nisan 2014
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.