- 1330 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÜŞÜYORUM
“Üşüyorum, seni düşündükçe özlüyorum. Bana mutluluğu verdin. İçindeyken fark edemedim. Yüreğimde kocaman bir boşluk kaldı. Gözyaşlarıma bağırıp dururum.
Beni küçük düşürme. Akacaksan içimi parçala ama içimde kal. Ne olursun sus.
Ah dünya beni kandırdın. Üzerime eskimiş ahşap evin duvarları gelir. Eskimişliği zamanın yıprattığını ifade ederken; anılarıyla beni suçluyor. Bunaldım ve kaçmak istiyorum. Ama her yerde ben kimsesizim. Gittiğim hiçbir yer ne seni unutturabilir; nede acımı dindirebilir. Seni içime gömdüm. Bilmezsin belki ama benliğimin bir parçasısın. Her şey için teşekkür ederim.”
Sevda, kızı Melisa’yı uyandırmaya çalışırken gördüğü rüyanın etkisiyle sayıklıyordu. Gözlerini açtığında hafif bir ter vücudunu sarmıştı. Birazda korkmuş gibi bir görüntüsü vardı.
Ellerini sarı yüzüne temas ettirirken saçları dağınık bir haldeydi. Kendisini ifade etmeye çalışırken gülünecek bir hali vardı. Aynanın karşısına geçip yine kendisiyle ilgilenirken her zaman ki gibi müziğin sesini fazlasıyla açtı. Aynaya bir güzeli sunmanın hevesindeydi. Bu alışkanlığını zevkle yapıyordu. Yüz seksen cm. boyunda, yetmiş kg. ağırlığında, yirmi iki yaşlarında bir bayandı. Mahallenin lisesinde matematik öğretmenliği yapıyordu. Kahvaltısını yaparken Sevda sessiz bir biçimde konuşmaya başlamıştı: “Sabahleyin doğan güneş seni ter içinde bıraktı. Seni hasta sandım ama yanıldım. Düşler ülkesinde bir derdim var deyip derman arıyordun.”
Melisa sessizliği üzerinden attı ve hevesle cevap verdi: “Aşk tezgâhları kurup halk pazarı açsa ve içinde sevdalılar dolaşsa; ben yine seni bırakıp gitmem. Gönlümde açan sevdasın. Hayatımda hep olacaksın.”
Sevda; kırk iki yaşlarında kumral bir bayandı. Kızının uzunluğu kendisine çekmişti. Kadın haklarını korumak amacıyla bir dernek kurdu. Toplumun saygınlığını kazanan bir isimdi. Kocası kızı gibi bir öğretmendi. İki yıl önce trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Sevda’nın kimseye söyleyemediği, sakladığı düşüncelerin içinden çıkmanın tek yolunu bilmesine rağmen kendisini sessizliğe bıraktı. En büyük amacı kızının mutluluğunu görmekti.
Melisa sınıfa girdiğinde öğrenciler kendi aralarında konuşuyordu. Öğretmenini gören öğrenciler sustu. Sınıftaki gürültü sessizliğe büründü. Dersi içinden geldiği gibi basit anlatım tarzıyla dile getiriyordu. Hevesli anlatımı, güler yüzlülüğüyle bütünleşti.
İkinci ders olduğunda öğrencilerin konuyu tekrar etmesinden sonra öğrencilerine ders dışı soru sormaya başladı. Öğrencilerin güler yüzlülüğü ve yüksek katılımı nedeniyle zevkli geçen bir dersti. Melisa sınıftaki öğrencilerin gözlerinin içine baktı ve: “Hayat nedir?” diye sordu. En iyi ifade şeklini ortaya koyan öğrenciyi sinemaya götürecekti. İlk sözü Sevgi aldı: “Hayat bir aynadır. Bazen içimizden gelenleri, bazen yapmamız gerekenleri sergileriz. Sonra da karşısına geçip bazen ağlarız, bazen güleriz. Aynalar somut yansımaları gösterir. Duygular her zaman saklıdır.” Ressam olmak istiyordu. Doğayı resimlendirmeye hevesi vardı. Söz Pelin’e geldi: “Hayat boştur. Dünya bir boşluktadır. Bütün varlıklar bu boşluğun içindedir. Bu boşluğun sonu yoktur. Birazda varlıktan bahsedeyim. Maddiyat varlığın simgesidir. Duygular varlığın parçasıdır. Varlık var oldukça yaşar. Oysa varlık geçicidir. Zamana tabi tutulur. Ve zaman bu boşluğun içindedir.” Yoksul bir ailenin kızıydı. Geçimlerini pazarcılıkla yapıyorlardı. Duygusallığıyla bilinen Mehmet konuşmaya başladı: “Hayat; aşk ve sevgidir. Mutlu olmak için sevmeliyiz. Güzel bir hayat için zengin olmaya gerek yok. Mutluluklar paylaştıkça çoğalır.” Kaan hevesli bir şekilde: “Hayat bir okuldur. Hayat her zaman soru sorar. İyi cevaplarsan iyi yaşarsın, kötü cevaplarsan kötü yaşarsın. Sorularıyla yaşam kaliteni belirler. Acı ve mutluluğu öğretir.” Kuralcı biriydi. Hakan: “Hayat: Zamana karşı verilen savaşın adıdır. Her savaşçı özgür ve kendisinden sorumludur. Bunu başaramayanlar esir düşmüştür. Esir insanlar tehlike saçarlar.” Asi biriydi. Sıra derslerine ilgi göstermeyen en arkadaki Melih’e geldi: “Hayat; ruha sunulmuş bir hediyedir.”
Melisa cevapları dinledikten sonra karar veremedi. Ödül olarak öğrencileri uygun bir günde gezdirip sonra da sinemaya götürecekti. Sınıfta kendisini ifade eden öğrencilerinin hepsini ödüllendirmeye karar verdi.
Sevda bahçenin ortasına bir sandalyeyi getirip oturdu. Annesi bahçe düzenini oluşturuyordu. Yaşlı kadının, gençliğinin izlerini taşıyan tek gerçeği gözleriydi. Yeşil gözleri hayranlık uyandırıyordu. Bakışları saf ve yalındı. Rüzgârın esmeye başlamasıyla evin içine girdiler.
Annesi fotoğraf albümünü eline alarak salona geldi. Atalarından bahsettikçe gözlerinde büyüyen bir kıvılcım vücudunu sarıyordu. Oysa Sevda geleceğini bilemezken geçmişe önem veremezdi. Yeter artık dercesine annesine baktı. Sesini yükselterek konuşmaya başladı: “Anne geleceğimi göremiyorum ki sürekli geçmişimden bahsediyorsun. Kızının mutluluğunu istiyorsan gelecekten bahset. Yarın ne olacak biliyor musun? Yiye uyandığımda bilmediğim bir durgunluk beni sessizliğe itecek. Anne özlememin anlamı yok.” Evlenme gibi bir düşüncesi olmasına rağmen olumsuz tepkilerden korkuyordu. Ve olgun, anlayışlı birisini bulması gerekiyordu. Böyle biri de hayatında yoktu. İki kişilik bir düşünceyi tek başına taşıması, onu çaresizliğe itiyordu. Annesi bu düşünceyi fark ettiğinde çok şaşırdı. Şimdi anlıyordu ki bu düşüncesini ifade etmek için gelmişti. Belli ki tepkisini merak ediyordu. Sustu. Daha çitti durmaya başladı. O da akrabalarının tutumundan korkuyordu. Ne evet, ne de hayır diyebildi. Kızının evine gelmesinden pişmanlık duydu. Çaresizlik çözüm değildi ve çözüm üretemiyordu. Babası eve gelince konu dağıldı. Eğlenceli bir adamdı. Önce “Bir varmış, bir yokmuş” der. Sonra “Kimler varmış, kimler” derdi. Sevda çaya bakmak için mutfağa gitti.
Soğuk rüzgar evin içine girmeye başladı. Sevda’nın buzdolabından çıkmış meyve gibi donuk bir hali vardı. Babası kendi üslubuyla anlatmaya başladı: “Bir gün doktor bahçeye çıkmış ve bahçede dolaşırken bir delinin yeri kazıdığını görür. Doktor dayanamamış ve sormuş: ‘Ne yapıyorsun?’ Deli alnındaki teri siler ve: ‘Yatağım rahat değil, bu yüzden kendime mezar kazıyorum.’ Doktor şaşırmış. Sonraki gün merak etmiş ve yine gelip bakmış. Bu seferde dört delinin kazdığını görmüş. Heyecanı daha hazla olur ve yine sorar: ‘Dördünüz ne yapıyorsunuz burada?’ Aynı deli: ‘Arkadaşlarda artık burada kalacak’ demiş. Bunun nedenini bulabilmek için doktor delilerin odasında kalmaya karar vermiş. Sabah olduğunda uyanmış ve çok güzel bir aşk rüyası görür. Doktorun o kadar hoşuna gider ki ikinci günde orada kalır. Aynı rüyayı bir daha görür. Sabah olduğunda heyecanla delilerin yanına gider. Heyecanla gördüğü rüyayı anlatmaya başlar. Aynı deli: ‘O rüyayı biz hep görüyoruz’ der. Doktor: ‘O zaman bundan neden kaçıyorsunuz?’ Deli, doktorun yayına yaklaşarak: ‘Bizim inancımıza göre biz yalnızken mutlu oluruz, iki kişilik mutluluk bizi bozar. Dünya bozuldu.’ demiş. Doktor merakla: ‘Neden?’ demiş. Uzak olan ve soruyu duyamayan üçüncü kişi lafa atılır: ‘Neden sizin rüyalarınızda mutluluk iki kişilik iken üç kişilik değildir?’ Doktor düşünerek: ‘Yaratılıştan dolayı iki cins olduğu için’ der. Uzaktaki deli gülerek: ‘Biz cins ayırımı yapmıyoruz.’ Doktorun yayındaki deli: ‘Burada gördüğün herkes mutludur. Şu yolda geçenleri izlediğimizde, çoğunda farklı nedenlerle mutsuzluk belirtileri var. Sizde mutluluk aranırken, bizde sadece yaşanır.’ Doktor tekrar sorusunu yöneltmiş: ‘Neden?’ Doktorun yanındaki deli: ‘Halen neden? Diyorsun. Siz nedenlere bakıyorsunuz, biz nedenlere bakmıyoruz’ deyince doktor gitmiş. Sonraki gün hastaneye geldiğinde delilerin yanına gider. Hepsini yağmurun şiddetiyle sırılsıklam ve iki tanesini kavga ederken görür. Doktor telaşla: ‘Niye kavga ediyorsunuz?’ Bir deli: ‘Yatağımı ıslattı.’ Başka bir deli: ‘O da yatağımı ıslattı.’ Bir deli de yatıyormuş. Doktor : ‘Bu halen niye yatıyor?’ Seyreden deli: ‘Arkadaşım çok hastaydı. Sürekli sayıklıyordu. Ben de ona yorganımı verdim. Şimdi sessizce uyuyor’ demiş.”
Akşamın sessizliği, günün yorgunluğunu artırıyordu. Melisa kanepeye uzanıp televizyonu izlemeye başladı. Kapı çaldı ve Sevda içeriye girdi. Kendisini, annesine ifade etmesi bir başlangıçtı. Ama net bir cevap alamadı. Net bir durumda yoktu. Sadece düşüncesini paylaştı. Ama yine de bir cevap beklentisi içindeydi.
***
Ali gecenin soğukluğunda bir ağacın gövdesinde mola verdi. Elleri yüzüne temas ederken kendisini sorguluyordu. Düşünceleriyle halkı isyana teşvik etmekten aranıyordu. Düşündükçe içine sığmayan bir öfke yüzüne yansıyordu. Karışık düşüncelerle uyumaya çalıştı. Uyku bu gece zalimdi. Gelmek yerine kaçıyor, yorgunluk hissine direniyordu.
“Hep bir eksikle hayatımızı sürdürmeye çalıştık. Hep mutluluğun yanının da sessizliğe bürünen bilinmeyen bir duygu vardı. Oy hayat, suskun hayat. Ben garibim, yalnızım. Rüyalarım bile yalnızlığını saklayamıyor. Bari sen zalim olma. Bak, inadına yaşıyorum. Verdiğin korkuyu aşkla ezerim. Suskunluğunu düşlerimle ezerim. Seni benliğimle ezerim.
İnkâr edemem, olanakları sen sağlarsın. Sen, beni bir zalime muhtaç edersen, ben acı çekerim. Gözyaşların zalim misin? Gülmek en çok ağlayan gözlerin hakkıdır. Haydi, gözlerim gül hayata.” Karışık duygular isyan gibi artıyordu. Mücadele verirken isyandan bahsetmek yenilgiyi kabul etmektir. Ali bu hatanın farkındaydı. Düşünmemek için derin nefes alıp vermeye başladı. Sessizliği, sessiz bir dille bastırdı.
Sabah güneşi bir umut gibi doğarken dağlara bakıp sustu. Karın açlığı gözlerine yansımıştı. Tek düşüncesi doymaktı. Avlama becerisi yeterince yoktu. Doğa konusunda bilgisi zayıftı. En mantıklısı çiçeklerle beslenmek olarak düşündü. Bol bol çiçek yemeye başladı. Karnı biraz doyunca arıların yuvasını bulup bal yemek için heyecanlanıyordu.
Arıları takip ederken yakın mesafede olan yuvayı gördü. Ellerine kuru otları toparlayıp ateş yaktı. Yuvaya yaklaştığında arılar zehirlenmemek için hızlıca kaçıyordu. Dumanın etkisi yayıldıkça işi kolaylaşıyordu. Fakat bir arının kaçmak yerine saldırıya yönelmesi beklenmedik bir sonuçtu. Beceriksizliği ve canının yanması durumu değiştirdi. İki arı daha Ali’nin çevresini sardı. Bu durumda yuvadan biraz daha uzaklaşmak zorunda kaldı. Etrafını arılar sarmaya başladı. Ali ateşin dumanıyla kendisini korumaya çalışıyordu. Koşarak yuvadan uzaklaştı.
Suyun izlerini kolayca bulmak için yüksek bir dağa çıkması gerekiyordu. Gözlemlerle plan kuracaktı. Eski ayakkabıları yürüdükçe çilesini acıya dönüştürüyordu. Her acı insana olgunlaştırmayı öğretir. Kendi kendine konuşmaya başladı: “Bedenim, gözlerimden kaçarcasına bir acı çekiyor. Bu acıyı yüreğim dindiriyor. Bense inadına yürüyorum.” Yirmi dakika yokuşu tırmandı. Dayanamayıp bir taşa oturdu. Ayakkabısını çıkardığında derisinde soyunma vardı. Yarım saat mola verdi. Aşağıyı kuş bakışı süzerek: “Sen değil miydin? Dağlara bakıp susan. Yüreği acıdıkça kendinden kaçan, ellerinde aydınlığa giden bir ışık, gözlerinde bitmeyen bir umut fışkırır. Sözlerinde hayranlık uyandıran bir şiir, zalimin karşısına çıkan sefil sen değil miydin? Sendin elbet dostum. Şimdi ben geliyorum, yalnız ve kederli bir aşk gibi. Çırpınan denizin üzerinde sallanan, batmadan önce seyreden bir yaprak gibiyim. Benim çilem, çektiğim acıdır. Bu acıyı yalnızlığın veriyor, sevgili dostum.” Özlem duydukça acısı artıyordu. Yanına renkli kertenkelenin gelmesiyle kalktı. Hayvanın iriliği korkmasına neden oldu. Kertenkele iki adım mesafede durdu. Kaçma veya saldırma gibi bir tutum sergilemedi. Dikkatlice baktıktan sonra üç adım uzaktaki taşın altına girdi. Ali yürümeye davam etti.
Zirveye ulaştığında dağların içine gizlenmiş bir nehir gördü. Dağların yamaçlarında süzülüp uzaklaşıyordu. Suyu bulmuş olmasına rağmen telaşa kapıldı. Suyun gür ve derin olması balık tutmasını zorlaştıracaktı. Suyun yanına geldiğinde iyice terlemişti. Vücudunu ter damlaları sardı. Ellerini suya koyduğunda, suyun serinliği karşısında kahkaha atmaya başladı.
Gece olmadan barınma ihtiyacını karşılamalıydı. Suyun kenarındaki orta büyüklükteki taşları fark edilmesi zor bir alana topladı. Suyun kenarında bulunan killeri toplayıp çamura dönüştürdü. Basit ve fark edilmesi zor bir barınak yaptı. Akşam yemeğini suyun kenarında bulunan çiçek ve otlardan sağladı.
Geceyi su sesi eşliğinde geçirdi. Sabah olduğunda ilkel yöntemlerle balık tutmasını öğrenmeliydi. İçindeki heves ve azimle deneme-yanılma yöntemlerine başladı. Balık tutma kabiliyetini geliştiriyordu. Nehrin kenarında bulunan ağaçlara, büyüklüklerine göre isimler vererek onlarla konuşmaya başladı: “Özlem duyduğum mutluluk; yaşadığım dünde değil, yaşayacağım yarında olmalıdır. Yeşil gövdeli ağaç beni duyuyor musun? Ben koca sakallı adamım. Ne güzelsin sevgili dostum.” Ve ağaçların yapraklarıyla Ali’nin sözlerine ritim vermesi, onun için paha biçilemez bir andı. Huzurlu bir şekilde kulübesine doğru ilerledi. Kapısına yaklaştığında bir yılanın köşede toplanmış bir şekilde gördü. Yılan, Ali’yi daha önceden fark etti. Cesur bir savaşın hazırlıklarını yaptı. Ali dışarıya çıkıp taşları avuçlarına doldurdu. Geldiğinde küçük yılan yerinde toplanmış bir şekilde bekliyordu.
“Yılanın amacı barınağı gölgelik olarak kullanmakta olabilir. Eğer böyle düşüncesi varsa gidecektir. Ama yılanın içgüdüsel davranışları vardır. Ya kaçar, ya da saldırır. Öldürebileceği bir canlıyı yiyemiyorsa neden saldırır? Korkuya esir düştüğü içindir. Korkunun aşılması için tehlikeyi yok etmelidir. Beyin bu şekildeki planları yapar. Beyin esir düşerse canlı saldırgan olur.” Ali korkuya yenilmemek için içgüdüsel davranmadı. Yılanın gitmesine izin verecekti. Kapıdan uzaklaştı. Ellerindeki taşlar halen duruyordu.
Yılan köşeden kıvranarak kapıya doğru geldi. Ali gideceğini düşünüyordu. Birden saldırdı ve Ali’nin sekiz adım arkasındaki taşlara doğru yöneldi. Ellerindeki bütün taşları yılana attı. Yılanı vuramayınca yeni taşları ellerine aldığı esnada yılan taşların içine gizlendi. Ali savaşın yılanın kazandığını düşündü. Oysaki gerçek; savaşmak yerine merhamet gösterip yılanın gitmesine izin verdi. Saldırıya uğraması bütün düşüncelerini yıktı. Sinirlerine yenik düştü. Ayağındaki ısırığı yırtıp zehri emmeye başladı. Öleceğini düşünüyordu.
Korku artıkça düşünce yeteneğini azaltıyordu. Ürkek bir hayvan gibi çaresizliğe kapıldı. Bu düşünceleriyle yılanla bir daha karşılaşsa acımasızca öldürebilirdi. Cesaretini sergileyebileceği tek gerçekti. Bu gerçeğin nedeni ise yaşama şansının elinden alınmasıydı. Bedenine yorgun bir şekilde gözlerini kapadı.
Sabah olduğunda Ali dinçti ve yavru yılan zehirsiz olduğunu anladı. Doğa hakkında fazla bilgisinin olmamasından dolayı ihtimalli davranışları ona zor bir gece yaşattı. Ölüm duygusunu yakından hissetmesine neden oldu. Yaptıklarının sonuna geldiğini sanmıştı. Yeniden doğan güneş yeni bir hayat sunuyordu. Yılanla anısını gözden geçirirken yılana yaşama şansını verdiği için mutluydu. Güneş onun içinde doğuyordu. Her canlının yaşama hakkını elinden almak bir suçtur. Doğduğumuz günden beri güneşle yeniden başlıyoruz. Mutluluk için macera bir hevestir.
***
Genç çoban köylülerin hayvanlarını toplayıp yola çıktı. İlerledikçe köpeklerine olan güvenci daha da artıyordu. Kangal cinsli iki köpeği vardı. Kulakları kesik ve boyunlarına demir tasma takılıydı. Bir defasında kurt saldırısına uğrarken köpeklerin cesur cesaretlerini sergilemesiyle kurtulmuştu. Bu yüzdendir ki içindeki güven köpeği sayesinde fazlasıyla artmıştı. Çoban dik bir dağın yamacına geldi. Köpeklerin yanına giderek onlarla şakalaşmaya başladı. Çoban nereye koşmaya başlarsa köpeklerde o doğrultuda hareket ediyordu. Çobandaki ter susamasının belirtileri oldu. Dağın zirvesine yakın bir alanda tertemiz su akıyordu. Çoban su içmek için oraya doğru yola çıktı. Hevesli bir şekilde suya ulaştı. Suyunu içti ve doyumsuz manzarayı izlemeye başladı. Uzaklara akan nehir uzadıkça inceliyordu. Özgürce akan nehir ağaçların hür bir şekilde boy göstermesini sağlıyordu.
Yabani bir adam balık tutuyordu. Saç ve sakalları birbirine karışmıştı. Kendi kendisine konuşuyor, balık tuttukça mutluluklar haykırıyordu. Çoban, sayılarını merak ettiği için izlemeye devam etti. Kafasını kaldırıp dağa bakınca genç çobanı gördü. Çoban korkuyla sürüsünü bırakıp kaçtı. Saatler sonra yanına bir kaç köylüyü alıp geri geldi. Sürüde eksik yoktu ve sürüyü alıp köye döndüler.
“Tehlikeli bir şekilde geri geleceklerdir. Öldürmek isteyebilirler. Artık veda zamanı geldi. Yine kaçmam gerekecek ama bunlara da bir ders vereyim.” Ali hızlı bir şekilde düşünüp planlar yapıyordu.
On beş köylü silahlarla nehre doğru yaklaştı. Aralarına mesafe koyarak ilerliyorlardı. Geniş çaplı bakış açısını sağlamışlardı. Saldırı ve tuzaklara karşı önlemli ilerliyorlardı. Barakaya doğru yaklaştılar. Gruba öncelik yapan yaşlı adam, genç bir köylüyü barınağa doğru yönlendirdi. Köylü barınağa baktığında boştu. Duvarda üç not yazılıydı. Yaşlı adam geldi ve notları okumaya başladı. Birinci not: “Özgürlüğü elinden alınan bir insanın içgüdüleriyle hareket eden hayvandan farkı yoktur. Akıl, alışkanlıklara yenik düşmüştür.” İkinci not: “Hak yetenek değildir, ayrıcalık tanılamaz. Hak, farklılığa eşitliğin sağlanmasıdır. Kimse konumundan dolayı fazla haklara sahip olamaz.” Üçüncü not ise: “ Korku: Savaşçıya vurulan ilk yaradır. Önce titrer, sonra da kabullenir. Şu unutulmamalıdır ki; korkak insanların büyüyen filizleri cesarettir. An gelir, zaman dolar isyan bir ateş olur. Dünün filizleri bugünler için umuttur. Şimdi cesur yürek olma zamanıdır.”
Yaşlı köylü notları sesli okuduktan sonra köylülere döndü: “Geleceğimizi biliyordu. Bizi tuzakların yerine güzel yazılarla karşıladı. Çoktan kaçmıştır ve beklememizin hiçbir anlamı yok.” İhtimallere karşı iki saat bekledikten sonra gitmeye karar verdiler. Yavaş ve çevreyi yoklayarak uzaklaşmaya başladılar.
Ali çalıların içinde onları izliyordu. Gittiklerinden emin olmak için bekledi. Tuzak ihtimalini düşünerek elleriyle yaptığı barınağa son defa uzaktan baktı. İçinden bir parça koptu. “Emek verip yaparsın ve sonra bırakıp gidersin.” Bu dünyaya emek vermek için geldiğimizi anlayınca gururlandı. “Özleyeceğim seni sevgili dostum. Seni tanımak çok güzeldi. Sakın unutma beni, he mi? ” Ağaçların yaprak seslerini dinledi. Yolcunun ayrılma zamanı geldi. Son defa dostuna sarıldı.
İnsanların girmeyi tercih etmediği bir yer bulması gerekirdi. Duygu dolu aklıyla ilerliyordu. Kendisini yalnızlığa terk edilmiş hissine kapıldıkça yüzündeki korku artıyordu. Çalıların ve ağaç gövdesini örtüğü bir yer buldu. Yeni barınağı için malzeme seçimini ağaçtan yana kullandı.
Köylülerin söylentileri yayılınca uzun bir süre konuşulan bir konu oldu. Çoban karakola çağrıldı ve gördüğü kişiyi anlatmaya başladı. Vahşi adamın kimliği ortaya çıktı. Köyün giriş-çıkışları kontrol altına alındı. Askeri operasyon başlatıldı.
Köylüler kaybolan mal ve yiyeceklerini vahşi gördükleri adamın üzerine atıyorlardı. Dedikodular artınca köy meydanında öğlen vakti toplantı yapılmaya karar verildi. Köylüler suçlamaları yönlendirirken kanıt olarak hırsızlığın önceden az olmasını öne sürüyorlardı. Bu yüzden köylülerin köyü koruması gerektiğini söylediler. Bazı köylüler bu düşünceye karşı çıkıyordu. Suç ispatı yakalanarak sağlanabilirdi. Yakalanmadığı sürece suç belirsizdir. Köydeki düşünce farklılıkları sert diyaloglara neden oldu. Taşlı köylü karar niteliğini açıklamak için sözü aldı. Tecrübelerinde dolayı bütün köylünün değer verdiği bir isimdi. “Her köylü kendi güvenliğini sağlayabilir, diyalog içine girebilir. Ama istemeyen her köylü güvenliğini istediği gibi sağlayabilir. Fakat istemeyen köylülerin gece köy nöbetine tabii tutulamaz. Köy nöbetinin tutanların ise onların güvenliğini sağlama zorunluluğu yoktur.”
Asker geceleri dürbünlerle kaçış noktalarını kontrol ediyordu. Ali ormanın içinde temel ihtiyaçlarını karşılamaktan zorluk çekiyordu. Sonunda bir köylünün evine girdi. Yaşlı köylü kapıda vahşi adamı gördü. Savunulmasız olmasına rağmen kendisine saldırmadı. Bir ekmek parçası istedi. Eve girme eğilimi sergilemedi. Kapıda bekliyordu. Köylü ekmeği getirdi. Şefkatli bir konuşma yaparak merhametini gösteriyordu: “Öldürme cesaretini yüzünüzde göremiyorum. Ne kadar vahşi de görünseniz içinizdeki merhamet gözükmektedir. Bir suçlu gibi kaçan birisiniz. Gençliğinize yazık değil mi? İnanın bu hayatta çok güzel günler yaşayacaksınız. Ama adaletin önüne çıkıp kendinizi savunmalısınız. İnanıyorum ki suçsuz olduğunuz ortaya çıkacaktır.”
Ali, yaşlı köylünün kendisini duymuş olduğunu anladı. “İftira suçlamalardan kaçıyorum. Yetersiz delillerle, yanlış kararların bedelini ödemek istemiyorum.” Köylü bütün ekmekleri verdi. Beş yüz metre uzaklaştıktan sonra birinin kendisine seslendiğini duydu. Yüzünü çevirdiğinde bir köylünün silahla kendisine yaklaştı. Diğer köylülere sesleniyordu. Ali ellerini kaldırıp komutlar çerçevesinde davrandı. Diğer köylülerin gelmesiyle etrafı çevrildi. Ali’nin ellerinde ekmeği görünce bütün suçlamalarının kanıtı ortaya çıktığını düşünüyorlardı. Köye zarar veren bir hırsızı yakalamanın gururu içinde Askerlere doğru yola koyulmaya başladılar.
Yaşlı adam köydeki yankıları duyunca peşlerinden koşmaya başladı. Yaşının verdiği yorgunluk ilerlemesine engel oluyordu. Ağır bir şekilde ilerlemeye çalışıyordu. Yanlarına vardığında vahşi gözüken adamı jandarmaya teslim ediyorlardı. Son defa bu yabancının gözlerinin içine baktı.
***
Kelepçeler ellerine sarıldığında suskundu. Kafasını kaldırmadan yere bakmaya devam etti. Asker sesleri sürekli çoğalıyordu. Görevdeki askerler Ali’nin olduğu alana toplanıyordu. Askeri araca bindirilinceye kadar başını kaldırmadı.
Araç hareket etmeye başlayınca dışarıyı izlemeye başladı. “Suskun olmaya devam etsen de seni özleyeceğim. Çünkü sen çaresiz canlılara yuvasın. Yaralı bir kuş gibi sana sığınırken kimsesizdim. Ağaçların arkadaş ve nehrin yaşama hevesim oldu.” Yaşadığı dağa sessiz diliyle hitap ederken gözleriyle selamlıyordu. Karakola vardıklarında gece yarısıydı.
Askerler komutanın emriyle şarjörlerini çıkartıp ve komutanın talimatlarını yerine getirip sırayla tetik düşürdüler. Sadece nöbetçi askerler ve görevliler ayaktaydı. Gece çavuşu, sevgilisine mektup yazmak için uzaklara bakıp duruyordu. Karanlığın korkusuna kapılmış olmalı ki yazdıklarını tamamlayamıyordu. Özlem duygusuna yenik düştüğünde efkârlanıyordu. Nöbetçi arkadaşlarının kontrolünü yaptıktan sonra Ali’nin yanına geldi. Vahşi görünümlü adamı izlerken korktu. Ali’yi süzdükten sonra: “Sen insan mısın?” Ali gülümsemeye çalışarak: “Evet.” Çavuşu güldükten sonra: “Bu halin nedir?” Ali, çavuşun yanık sesine cevap verdi: “Benim görünüşüme aldanma, uzun süredir kendime bakım yapamıyorum.” Çavuş kahkaha atmaya başladı: “Bakım mı yapamıyorsun? İnsanlıktan çıkmışsın. Senin büyük bir bakıma ihtiyacın var. Hem bu kadar güzel konuşmayı nereden öğrendin?” Çavuşun acemi tavırları karakola yeni geldiğini gösteriyordu. Sorunun cevabını almadan nöbet saati gelen arkadaşlarını uyandırmaya gitti.
Yarım saat sonra tekrar geldi. Sorunun unutulduğunu düşünerek yeniden sordu. Ali okuduğu okulları söyleyince hayretler içinde Ali’ye baktı. Bahsettiği okullar ülkenin saygın okullarıydı. Çavuş, inanmadığını göstermek için kahkaha atmaya başladı. Uzun bir kahkahadan sonra yalancı olarak düşündüğü adamdan sıkılmaya başladı. “Dilin kemiği yok ki eğilmeden düz durabilsin. Yalanlar sana fayda getirmez.” Ali, beklenmedik bu durum karşısında kahkaha attı. “Sen sorun değilsin ki neden olasın. Nedensiz yere yalan söylenmez.” Ali, çavuşa bakarak konuşmaya devam etti: “Zalim nedir bilir misin? Tanrının kuluna çektirmediğini kulun kala çektirmesidir. Kula hakkı veren Tanrı’dır.” Çavuş, Ali’nin son sözlerine yorum yapmadı. Çavuş, aşkı o kadar çok özlemişti ki güzel sözler duymak istiyordu. Efkârlı bir şekilde: “Aşk’ın değerini kaybedenler mi iyi bilir? Yoksa yeni bulanlar mı?” Ali güldü, biraz bekledikten sonra daha çitti bir şekilde: “Aşk; kalbin yakıt, gözlerin kıvılcım olduğu, hayallerin ellerinde bulunan kıvılcımların başlattığı ateştir. Bir anda yayılır, korkup kaçtığınız içinizdeki ev bu ateşin içinde kalır. Soğuk bir rüzgâr ne yazık ki bu ateşi gürletir. Kalbiniz hızlı atar ve telaşa kapılırsınız. İlk defa insanın kaçacağı bir yer bulunamaz.
Sonra bu ateşe kapılanlardan bir duyarsınız ki bu ateşi su söndürür. Suya gidersiniz, su nazlıdır. Bu ateş kemiği olmayan dili eritir. O an göz göze temaslar başlar. Bir dilenci gibi yalvarırsın. Ciğerin parçalanır ve gözyaşın bedeninde kurur. Ellerin suyun hayat verdiği çiçeğe dokunurken titrer. Bu güzelliği ona su verir. Cesaretin suyun önünde eğilir.
Su, bu duruma dayanamaz. Dağlardan aldığı soğukluğu sevgilisine yansıtır. Ona bütün gücüyle sarılır. Su bu ateşle başa çıkamaz. O an iki gözyaşı karışır. Buna özlemek denir. Yaşamak her zaman değerlidir.” Çavuş saatine baktı ve konuşmadan gitti.
Sabah olduğunda Ali’nin ifadesi alındı. Savcı suç örgütü kurmak, hırsızlık yapmak, halkı isyana teşvik etmek suçlamaları yöneltti. Köylüler şikâyetçi olmayınca hırsızlık delilleri çürüdü. Ali her suçlamayı ret ediyordu. Gazete manşetlerinde hak için savaşan birinin vahşi günleri öne çıkıyordu. Az sayıda ki gazete konuyu başlangıç, gelişme ve son durum şeklinde ele alıyordu. Bazı gazeteler ise konuya tamamen ilgisiz kaldı.
Genç bir gazeteci konu hakkında köşe sayfasında kısa bir yazı yayımladı: “İfade: Kişinin kendisini anlatmasıdır. Aynı düşünceye sahip olan insanlar aynı şekilde kendilerini ifade edebilir. Buna örgüt denilemez. Ortada suç unsuru yoktur, infazlar yoktur, delil karartma yoktur. İfadeyi suçlamak ise özgürlüğü kısıtlamaktır. Dikkat edilmesi gerekilen tehlikeli bir durumdur.”
Ali üç yıl sonra cezaevinden çıktı. Cezaevindeki arkadaşlarının verdiği haçlıkla kahvaltısını yapıp bilmediği bir şehre doğru yola çıktı. Sessizliğe kapılmış olsa da mutluydu. Şehre geldiğinde akşam olmuştu. İlk gecesini otelde geçirdi. Sabah olduğunda kiralık ev aramaya başladı. İki katlı bir evin zemin katını buldu. Eskiciye gidip eski eşyalardan kanepe, buzdolabı, halı, masa, sandalye, dolap, televizyon, radyo ve ufak eşyaların bazılarını aldı. Eşyalarını yerine dizdikten sonra yorgunluk kahvesi içti. Televizyon başında zaman geçirmeye başladı. Akşama kadar bu şekilde zamanı geçirdi.
Yatağa girdiğinde bitmeyen çığlık yakasına yapışıyordu. Birçok arkadaşını kaybetti. Yaşamak duygusu, özlem duygusuna boyun eğmeye başlıyordu. Alnını saran terler, sonra da vücudunu sarıyordu. Yatağında dönüp durdu. Yatağından çıkıp yüzünü yıkadı. Biraz daha kendisini iyi hissediyordu. Aynanın karşısına geçti ve: “Sevgili vicdanım, beni suçlama. Çünkü ben de faniyim. Gözyaşlarımı bir silah olarak kullanma. Yaralanmamın sana hiçbir faydası yok. Bir gün bu dünyadan gittiğim zaman sende kendini ifade edemezsin. Biliyorum alıştın, hem de çok alıştın. Zor, zor geliyor. Yeniden diyebilmek için alışkanlıklarımızı yenmeliyiz. Güzel günlerin anısına güzel günler yaşamalıyız. Bana yardım et, tükendim.” Yüzünü bir daha yıkadı. Televizyon izlemeye başladı. Uyandığında sabah olmuştu.
İş ihtiyacını karşılamak için iş başvurularında bulundu. Sabıka kaydının bozuk olması nedeniyle engellerle karşılaşıyordu. Serbest meslek işlerine yöneldi. En sonunda karar olarak pazarcılık fikri ağır bastı. Meyve-sebze için hale gidip fiyat yoklaması yaptı. Pazarın içinde ortaya yakın bir yeri kiralayarak işe başladı. Satışları umduğundan fazlaydı. Para kazandıkça evin diğer eksiklerini alıyordu. Haftanın beş günü pazara çıkıyordu. Geriye kalan iki günü ise kitap yazma çalışmalarına yoğunlaştı. Sürekli kitap okuyor ve yeni kitaplar alıyordu. Evin bir odasını kitaplık olarak kullanıyordu.
***
Melisa yeni kiracısını duymasına rağmen hiç görmedi. Hafta içi gönleri okula gidiyor, hafta sonları ise etkinliklere katılıyordu. Eve geldiğinde yorgunluk hissiyle karşılaştı. Melisa kahve yaptıktan sonra Sevda’nın yanına gitti. Sevda cam kenarındaki çiçekleri suluyordu. Bir adam bahçeden geçtikten sonra evlerine doğru ilerledi. Uzun boylu, kumral, kahverengi gözlü, saçları omuz izazındaydı. Sevda’yı görünce aralarında tatlı bir konuşma gerçekleşti. Önce Sevda konuştu:
- Merhaba, nasılsınız?
- Teşekkür ederim, siz?
-İyim. Bahçeyi istediğin zaman kullanabilirsin.
-İnceliğiniz için teşekkür ederim.
Melisa yeni kiracısını merak ediyordu. Gece olduğunda o aklından çıkmıyordu. Meraklı sorular aklını karıştırdı. Yanılmaktan korkmasına rağmen düşünüp duruyordu. İçinden konuşmaya başladı: “Ben âşık mıyım? Sanmıyorum ama etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Belki de yüzünün saflığı beni kandırdı. Ama ya yanılmıyorsam, gerçekten de öyle biriyse. Keşke tanısaydım.”
Uyandığında hava yağmurluydu. Pencerenin karşısına geçip izlemeye başladı. Küçük damlalar camın üzerinde yavaş bir biçimde akıyordu. Yağmur damlalarına seslenircesine: “ Kimsin? Dünyanın gözyaşlarımızın? Bilmiyorum. Bildiğim tek gerçek gözyaşıma çok benziyorsun. Sen umutsun, fidanlar, tohumlar yoluna serilmiş bekliyor. Toprağa ruh vereceksin, can vereceksin. Sen var etmek için geliyorsun, oysa gözyaşlarım beni yok etmek için akıyor. Ağlamak istemiyorum, hep gülmek istiyorum. Biliyor musun? İnsanların da kışı vardır. Üşürüz ve hatta içimizden yara alırız. Ama gülmek daha da zorlaşıyor. Ortak noktalarımız var. Bizi yalan ve sahtekârlık, sizi ise rüzgâr yıpratıyor. İkimiz de yorgun düşüyoruz. Ben umudun peşinde koşan bir yolcu, sen yolcuların beklediği bir umutsun. İnsanlar eskidikçe zamana karşı üşür. Rüzgâra sarılmak ister. Bir umuda her zaman muhtaçtır.”
Cam kenarında Sevda’yı gördü. Sırılsıklam bir hali vardı. Savaştan kaçan bir esir gibi yağmurdan kaçıyordu. Masun damlalar Sevda’nın üzerine fişek gibi geliyordu. Eve girdiğinde titriyordu. Melisa kapıda bekliyordu. Sevda’nın yenik düşmüş bakışları Melisa’yı korkutuyordu. Yatağına girip uyumaya çalışırken uyku bile bile kaçıyor, alnında terler birikiyordu. Aynı bağlı bir kayık gibi dalgalar onunla alay etmişti.
Sevda’nın hastalanmasıyla evin temizliği, eksiklerin alınması Melisa’ya kaldı. Ev temizliğini yaptıktan sonra pazar ihtiyacı kaldı. Sevda’dan eksik konusunda bir liste aldı. Melisa yeni komşuyla pazarda karşılaştı. Gözlerinin içine baktığında parlayan bir güneş içini yakıyordu. Çok şey söylemek isterken suskunluğa kapıldı. Saçları alnını örtüyordu. Mavi hırkası bir zamanların modasıydı. Ağaçları yapraklar süslerken; onu sakalları süslüyordu. Tek başına olmasına rağmen yalnızlığını hiç belli etmiyordu. Üzerinde dertli bir liman gibi suskunluk vardı.
Ali ev sahibinin güzelliği karşısında şaşkınlığa kapıldı. İçinde alevlenen bir korku sözlerine yansıyacağından konuşmak istemedi. Öğretmen olduğunu duymuştu. Saçlarını tokayla toplamıştı. Canlı bakışları umut doluydu. Gülmek gerçekten yakışıyordu. Ama içinde saklanan bir korku kendisini belli ettiriyordu. Nedenini bilmediği bir güvensizliği yargılayamazdı. Ne yazık ki üzerinden de atamıyordu. Zevkli bir hayatın içinde gözükmesine rağmen beceriksizliği kendisini ele veriyordu. Hep bir yabancı gibi duruyordu. Yüzünde solgunluk vardı. Hayata küsmüş gibi içine kapanmıştı. Bütün sırrı derin bakışlarındaydı.
Melisa, Ali’den bir kilo domates, bir kilo salata satın aldı. İlk tanışmaları resmi geçti. Müşteri-pazarcı kuralları içindeydi. İkisi de kendisini ifade edemedi. Bir yabancı gibi uzaklaşan Melisa arkasına bakmadan pazardan çıktı. Yolda giderken kendi kendine düşüncelere kapıldı: “İnsan tanımadığı birine âşık olabilir mi?” Sorusu aklını karıştırıyordu. Bazen hayata bir yabancı olmak istiyordu. Kuşlar gibi özgür, balıklar gibi sorumsuz, kelebekler gibi mutluluğu arıyordu. Hayat yorgunu olmak; sadece yaşlanmak değildi.
Biri selam verince kafasını kaldırdı. Çok şaşırdığı bu kişi okul arkadaşıydı. Yıllar onu epeyce değiştirmişti. Değişmeyen tek gerçek güzel bir sesinin olmasıydı. Mahalleye yeni taşınmıştı. Okulda en güzel şarkıları o söylerdi. Sevda’nın hasta olmasından dolayı Melisa tanışmayı kısa tuttu.
***
Eve geldiğinde dedesi ve anneannesi misafirleriydi. Aralarında tartışıp duruyorlardı. Bahsettikleri konu mavi sakallı bir adamın hikâyesiydi. Söylentiler adamın gerçek olduğuydu. Ama inanmayanların sayısı da az değildi. Dedesi anlatmaya başladı:
“Bütün okyanus âlemini toplayıp toplantı yapmış. Her türden bir temsilci katılmış. Önce bir balık türü konuşmaya başlamış: ‘Biz bir kural koyduk. Büyük balık, küçük balığı yer. Büyük balıkların sayısı az tutarak dengeyi sağladık. Ama insanlar bizleri toplu ölümlere itmektedir. Sayımız azalmaktadır. Bu durumda bazı nesiller tükenmektedir. Yapılarımıza göre koyduğumuz kurallar ne yazık ki bizlere bu denge içerisinde zarar vermektedir.’ Bütün balıklar konuşmacıya destek vermiştir. Mavi sakallı adam etrafına bakmış. ‘Buzlar eridiğinde dünyanın bize kalan oranı artacaktır. Bize saldıran insanlar kendilerini savunmaya çalışacaktır. Ve bir gün yenileceklerdir. Sabırlı olmak gerekir.’ Konuşması bitince balıklar da bir suskunluk vardı. Bu seferde deniz: ‘Güzel sahilleri insanlara vermeme rağmen hep sahillerime saldırıyorlar. Beton yığınlarını, kaya parçalarını içime atarak beni üzmüşlerdir.’ Mavi sakallı adam deniz kıyısında dolaşmayı çok severmiş. Bahsettiği konuyu da çok iyi biliyormuş. Çok güzel yapıların olmasına rağmen buzlar eridiğinde deniz hakkını fazlasıyla alacaktı. ‘Senin olanın senindir ve alacaksın. Her yapı bir gün sert dalgalarına boyun eğecektir. Ama sevgililer en çok seni seyretmeyi severler. Sen uzaklara giden umutsun. Üzerindeki her bir ışık umuda yolculuktur.’ Deniz o şekilde hiç düşünmemişti. Daha sonra ki konu balıkların içinde var olan bir düşünceydi. Balık ölüsüyle, dirisiyle suda kalmalıydı. Mavi sakallı adam bu söylentiyi duyduğu için: ‘Ölülerimizin yerine başka ölüleri alacağız.’ Başka konu kalmayınca toplantı sona ermişti.
Mavi sakallı adam kıyıda dolaşırken gözyaşlarını denize bırakan bir kız görmüş. Kendini öldürmek için denize atlamış. Mavi sakallı adam kolundan girip bir taşın üzerine çıkarmış. Nedeni sormuş. Kız kendine geldikten sonra konuşmaya başlamış. ‘Birini çok sevdim. Her gece gelmesini bekliyorum. Ama o seferden kimse dönmedi. Mutlu olmak için yaşanır. Ben mutluluğumu kaybettim.’ Mavi sakallı adam çok üzülmüş. ‘Aşkın ölüme neden olacaksa ben seni denizkızı yapayım’ demiş. Kız kabul etmiş. Suyun içinde gezmiş, dolaşmış. Şeytan ağı diye bir yere gelmiş. Su, üzerinde ne varsa içine çekiyormuş. Birçok batan gemi görmüş. En sonunda sevgilisinin gemisini bulmuş. Gemide dolaşırken sevgilisinin el yazısıyla kendisine iletemediği yazıyı görmüş. ‘Hayatı sen bana bağışladın. Sen varken gülebiliyorum. Mutlulukların içinde uçabiliyorum. Şimdi ise; özlem duygusuyla yaşıyorum. Özledim seni, hem de çok. Şunu bilmeni isterim ki; kaybetmeyeceğim tek umudumsun. Seviyorum seni.’ Kız hıçkırıklar içinde yazıyı okumuş. Oraya yaklaşan her gemiyi uyarıyormuş. Şeytan ağından sağ çıkan bir gemi kızın kendilerine yardım ettiğini herkese söylemiş. Mavi sakallı adam yılda birine bir defa görünüyormuş. En son bir dilsizi konuşturmuş.”
Anneannesi bunun bir denizci tarafından uydurulan bir hikâye olduğunu vurguluyordu. Çünkü inanmak istemiyordu. Dedesi ise; konuyu söylentilerle ispatlamaya çalışıyordu.
Melisa tartışmadan uzak durdu. Kendi halinde pencerenin karşısına geçerek zamanı geçiriyordu. Uyuma vakti geldiğinde ilk defa yatmadan önce günü gözünün önünde geçirdi. Aşk; bahar havası gibi mis bir kokuyu yayıyordu. Çiçekler aşar, kelebekler uçar, kuşlar ötüşür gibiydi. Söylemek istediği bütün kelimeler artık hevesle bekleyen beklentilerdi. Elbet o gün gelecekti. Melisa uykusu kaçınca yatağında dönüp duruyordu. Su içmek için mutfağa giderken, Sevda’nın odasındaki ışık yanıyordu. Yanına gitmek için kapıya doğru yönelirken, kapı aralığında Sevda’nın yatağa uzanıp düşündüğünü gördü. Kapıyı açınca Sevda ilk başta korktu. Melisa sevdanın bir rüya gördüğünü yüzündeki korkudan anlamıştı. Sevda konuşmaya başladıkça derin duygularını ifade ediyordu. Melisa güldü. Abarttığını biliyordu. Annesine sarıldı. Suyunu içip Sevda’nın yatağına girdi.
Sevda erken kalkıp kahvaltı hazırladı. Annesi ve babasını uyandırdıktan sonra Melisa’ya yöneldi. Melisa’ya boşuna sesleniyordu. Çünkü derin bir uykunun tadını çıkarıyordu. Sabah yatmış gibi bir hali vardı. Yarım saat sonra Sevda zorla Melisa’yı yatağından çıkardı. Aile kahvaltısında tek eksik tamamlandı. Anneannesi yine eski konuları bir film gibi anlatıp duruyordu. Melisa dedesine baktı ve bir soru sordu: “Hayat nedir?” Dedesi hayatın sonuna geldiğini düşünmeye başladı. Dünün çocuğu artık yaşlıydı. Melisa’ya bakarak: “Hayatta ki anlam; içindeki hevesi dışarıya yansıtmamdır. Gülmek, ağlamak gibidir. Yansıttıklarınla kendini ifade edersin. Bu da kişiliğini oluşturur. Unutma ki küçük bir neden seni dünyanın en mutlu insanı yapabilir. Mutsuz insanlar; mutluluğu bulamayan değil, mutluluğu kaybedenlerdir. İnsanlar yaşlandıkça sorgular. Hayatı sorgularken; hayatın bu güne kadar yaptıklarının toplamı olacağını öğrenirsin. Sen neysen, hayatta odur.’’ Anneannesi Melisa’nın çayını doldururken Sevda’ya baktı. Veda zamanı gelmişti. Ama dedesinin konuşmaya devam etmesi suskunluğa yol açmıştı. “Unutma ki bu dünyayı Tanrı senin için yarattı. Burası senin evin ve hayatındaki her kişi senin misafirindir. Güneş senin için doğuyor. Bir mum düşün zaman geçtikçe küçülür. Asla alevinden ödün vermez, sessizliğiyle bilinse de. Zaman geçse de yaşamaktan ödün verme.” Dedesi hızlı bir biçimde anlatmaya devam ediyordu.
“Genç bir kıza âşık olmuş. Adam yabancı biriymiş. Tanışmışlar. Kısa zamanda derin bir aşka ikisi de kapılmış. Ama adam duyguları arıyormuş. Kızın yanında aşkı bulmuş. Adam aşkı erken bulmuş. Şimdi sıra özleme gelmiş. Ama hiçbir şey özlemiyormuş. Aşktan ayrılıp özlemin peşine düşünce bulması kolay olmuş. Aşkın olmadığı yerde özlemi olurmuş. Adam sıra anlamaya gelmiş. Ve her gittiği yerde farklı tarzda insanlar görmüş. Çoğu insan ezbere bir sistemle davranıyormuş. Ne yapığını bile bilmeden yaşıyorlarmış. Bunun adı alışkanlık. Alışkanlığı da bulmuş. Alışkanlığın her zaman doğru olmadığını anlamış. İnsana güzel gelene alışırmış. Ama anlamayı bulacağını sandığı yerde alışkanlığı bulmuş. Acaba anlamak nerede? Kendi halinde düşünmeye başlamış. Ama bir türlü bulamamış. Gezmeye devam etmiş ve denizlerdeki bir kaptanın dalgalara karşı gemisini korumaya çalıştığını görmüş. Tecrübeyi bulmuş. Demek ki tecrübe olasılıklara hazırlıklıdır. Dolaşmaya devam etmiş. Küçük bir çocuğun taşlarla, ağaçlarla konuştuğunu görmüş. Merak etmiş ve dinlemiş. Hepsine bir isim vermiş. Onlarla oyun oynuyor ve ara sıra gülüyor. Mutluluğu bulmuş. Demek ki mutlu olmak için kimsenin olmasına gerek yok, mal ve mülkün çok olması mutluluğu çok ettirmez. Mutluluk, hayata gülebilmektir. Gezmeye devam ediyormuş. Yaşlı bir kadınla karşılaşmış. Kadın sürekli yaptıklarını anlatıyormuş. Demek ki küçük çocuklar hevese kapılıp yaşarlar; büyük insanlar hevesi kaybedip, geleceği yaşamak yerine yaşadıklarıyla kalırlar. O zaman yaşamaya ne gerek var? Anlamaya başlıyordu. Demek ki iyi bir yaşam; heves, mutluluk ve aşkla yaşanır. Üçünden biri olmadığı zaman durgunluk, ikisi olmadığı zaman yalnızlık, üçü olmadığı zaman ise sadece ölmeyi bekliyorsundur. Oysa şimdi yaşama zamanıdır. Adam aşkının peşine düşmüş. Artık tecrübeliydi ve bulduğunda asla bir daha bırakmayacaktı. Ömrünü yollara verirken; yollar sonu olmuş. Ama asla mutluluğundan ve hevesinden ödün vermemiş.” Melisa’nın anneannesi alıngan bakışlar sergiledi. Melisa’nın dedesi eşinin gönlünü almak için kibarlığını öne çıkarmaya çalıştı.
***
Melisa misafirlerini uğurladıktan sonra bahçede oturup kuşları dinlemeye başladı. Aralarında ötüşüyorlardı. Melisa: “Acaba ne konuşuyorlar?” diye merak ediyordu. Uzuca ötüşüyorlardı. O arada Ali pazar hazırlıklarını yapıyordu. Melisa’yı gördüğünde kalbinden, yerinden çıkmak istercesine bir coşku yükselip duruyordu. Utangaç sözleri suskunluğu tercih ediyordu. Hevesli bir günün başlangıç nedeni mutluluktu. Yapabileceğinden daha fazlasını istiyordu. “Karşında şaşkına dönmüş bir kelebek gibiyim. Özgürlüğün verdiği mutluğu yayarken, bu defe başka bir mutluluk beni şaşkına çevirdi. Sana kelebeklerin düşündüğünü söylemek isterim. Kelebekler yalan söyleyemez. Aşk karşısında hangi canlı durabilir ki, bende durabileyim. Kendimi ihbar etmek istiyorum. ”
Melisa’nın “Merhaba” demesiyle Ali içinden konuşmayı bir kenara bıraktı. Selamlaşma aşaması bittikten sonra sıradan basit konuşmaları tercih ediyorlardı. Derin düşünceler bir gün, gün yüzeyine çıkacaktı. İkisi de bunu iyi biliyordu. Usta bir şekilde derin konulardan uzak duruyorlardı. Bunun en büyük kanıtı yalandan gülmelerin çoğalmasıydı. Kahkaların içine saklanmış küçük bir gerçek sırıtıyordu. İçi yanan insanın sözleri yanık olur. Ama ne yazık ki ikisi de konuşamıyordu…
“Sevmek bir eylemdir. Her sevgili bir eylemcidir. Protestoları isyan değil, mutluluktur. Mutlu yaşamasını bilen bu eylemi sürdürebilir. Aşk ise; karanlıkta parlayan bir ışıktır. Aydınlığın umudunu taşır. Her sevgili bu ışığı görür.”
Sevda’nın konuşmalara dâhil olmasıyla Melisa’nın çiçeklerle sessizce konuşması sona erdi. İkisi de Sevda’yı dinliyordu. Uzunlaşan sohbetler samimiyeti fazlalaştırıyordu. Yabancılık kendisini samimiyete bırakıyordu. Ama Ali pazara geç kalmamak için sohbetten ayrıldı. Melisa’nın derin bakışları Ali’nin aklını başından aldı.
Ali düşünmek, sadece düşünmek istiyordu. Melisa’yı her gördüğünde göz göze bakışlar artıyordu. İçinden yükselen bir duygu sessizliğini bozmak istiyordu. Haykırmak istiyordu. İstemek düşüncesine fazlasıyla kapılmıştı. Dalgın bir insanla, sarhoş bir insan arasındaki farkı net bir şekilde anlıyordu. Dalgın insan söylemek istediğini içine hapseden, sarhoş bir insan ise; söylemek istediğini haykırandır. Halini düşündükçe sarhoş olmak istiyordu.
Ali günün nasıl geçtiğini fark edememişti. Üzerinde bir yorgunluk vardı. Usulca yatağına uzandı. Farklı insanları, zor durumda kalan insanları düşünüyordu. Yaşamak onların da hakkıydı. Dalgın bir şekilde uykuya daldı.
Sabah uyandığında bahçe de bir kahvaltı vardı. Sevda hazırlıklar içindeydi. Sevdanın babası uzun uzun dağlara bakıyordu. Ali yüzünü yıkadıktan sonra bahçeye çıktı. Ali’yi duymuş olmasına rağmen tanışma şansını bulamamıştı. Günaydınlarla sohbet başlıyordu. Genç adamı kahvaltıya davet etti. Bu arada sohbet daha da koyulaşıyordu. Yaşlı adam dağlara bakarak dağların hikâyesini anlatmaya başladı:
“Gözleri görmeyen bir adam dağlarda yaşarmış. Hayatı boyunca dünyayı görememiş. Eşyaları elleyerek, canlıları ise; sesinden çıkartıyormuş. Yıllarca o şekilde yaşamış. Bir gün yanına genç ve dertli bir adam gelmiş. Derdine derman bulamayınca bir köylü de onu önermiş. Genç adam, yaşlı adamı görünce aradığı kişinin o olmadığını sanmış. Çevreye bakmasına rağmen kimseyi göremeyince telaşa kapılmış. Dünyayı görmeyen bir adam derdine derman olamazdı. Kapıdan içeri girme konusunda tereddütteymiş. Kapı sesi çıkınca adamın kafasını kaldırdığını bakmış. Ama konuşmuyormuş. Genç adam lal olduğunu düşünmüş. Kapıdan çıkıp ve gitmiş. Tekrar aynı köylüyle yolda karşılaşmış.
- Sizin beni yönlendirdiğiniz adam hem kör hem de sağır. Bu adam beni ne gördü ne de duydu. Benimle dalga mı geçiyorsunuz?
Köylü önce adamı sakinleştirir. Daha sonra sözlerine devam eder:
- Kör olduğu doğru ama sağır değil. Köyün en bilgili kişisidir.
Genç adam kararsız kalınca bir sonra ki gün tekrardan gitmeye karar verir. Kapıdan içeri girer. Kendisini tanıtıp derdini anlatmaya başlar:
- Bütün ailemi kaybettim. Kimsem kalmadı. İçindeki derin yarayı atamıyorum. Her günüm hüsranla geçiyor. Kime gittiysem kimse bana derman olamadı. Derdime derman arıyorum.
Yaşlı adam halen elindeki iğneye ipi geçirmeye çalışıyormuş. Adam kendi kendisine sinirlenmiş. Kör bir adamdan derman aramanın saçma olduğunu düşünmüş. Sonra terbiyesizlik olmasın diye beklemiş. Yaşlı adam kalkıp pencereye yönelerek:
- Güneş bugün de güzel.
Çiçeklerin kokusuna göre isimleri saymaya başlamış. Adam iyice şaşırmış. Sonra dönmüş genç adama:
-Bugün git yarın gel.
Adam bir sonra ki gün gelmiş. Yine yarın gel demiş. Sürekli yarın diyormuş. İki hafta geçmiş. Adam sıkılmış. En sonunda gitmeyim demiş. Bir gün geçmiş. Sonraki gün dayanamamış yine gitmiş. Giderken yoldaki ağaçları, çiçeklerin yerini ezberlemiş. Yerinde görmediği çiçeği merek ediyormuş. Doğaya iyice alışmış. Adamı ilk defa her zamanki yerinde bulamamış. Merak etmiş. Adamı aramaya başlamış. Bir dağda otururken bulmuş.
- Gel yanıma otur. Hep merak ettim burası nasıl bir yer?
Genç adam güzellikleri anlatırken, anlatmaya doyamamış.
Kelebekler, arılar, kuşlar derken içinde bir mutluluk yükseliyormuş. Kelebeklerde renk uyumunun muhteşem olduğundan bahsediyormuş. Yaşlı adam:
- Kelebeklerin ömrü ne karadır?
- Ortalama bir haftadır.
- Kelebekler üzüntüye değer vermez. Sen bu güzelliğin bir parçasısın. Bu değeri bilmen gerekir. Eğer içinde bir acı varsa ve acıyı içinden uzaklaştırmak istiyorsan, yeni bir başlangıca ihtiyacın var. Ne kadar başlangıcını devam ettirebilirsen o kadar acını kendinden uzaklaştırabilirsin. Bu yüzden sürekli gidip geldin. İlk geldiğinde gülmekten uzak bir adamdın. Şimdi yaptıklarını saçma bulsan da gülebiliyorsun. Bugün için hevese, yarınlar için mutluluğa muhtacız var.”
Bu sohbet kahvaltıyı uzattı. Bu ara da Ali, Melisa’nın gözlerine bakarken yakalandı. Artık inkâr edemeyecekti. Yalan gün yüzüne çıkmayı bekleyen bir düştür. Elbet bir gün bu düş görülecektir. İnsanlar dürüstleştikçe basitleşir. Basit insanlar mutlu olabilir. Ali dürüst olmasına rağmen kendisini yalancı olarak görüyordu. Duygularına kapılıp kendisini ele vermeyecekti. Melisa’yı görebilmek için kahvaltıya katıldı. Kahvaltı yapmak istemesi bir yalandı. Sofradan uzaklaşmak istiyordu. Durdukça bunalıyordu. Bütün bu karışık duygularının nedeni utangaçlıktı. Sevdiğinden utanıyordu. Çünkü korkuyordu. Melisa bu derin bakışları çözebilirdi. Onu küçümseyebilir veya dalga geçebilirdi. Melisa’dan somut bir davranış hiç görmemişti. Bu şaşkınlığı onu çaresizliğe itiyordu.
***
“Rüzgâr dağın yamaçlarına doğru indikçe azalır. Öfkesini zirvede bırakarak yamaçlardan iner. Ama şunu itiraf etmek gerekir ki ağaçlar rüzgârı fazla sevmez. Sesini duydukça zorlu bir mücadelenin içine girer. Onlar için bazen yaşam savaşıdır. Ama yapraklar daha basit düşünür. Zirvelerde ağaçlardan koparken son defa ağacına bakarlar. Yamaçlar da ise bu yerini tatlı bir dansa bırakır. Bitkiler içinde zalim değildir. Su ise rüzgârı dinlemek yerine içindeki seslere dalar. Dalgalar geldikçe balıklar suskunluğa kapılıp izlemeye başlar. Rüzgârın suyu öldürme gibi bir durumu yoktu. Ve suyun balıkları rüzgâra verme gibi bir niyeti de yoktu. Su balıkları ele vermemek için sesini daha fazla yükseltiyor. Balıkların ömrü suyun bittiği yerde biter. Balıkların bazıları gruplar halinde dolaşır, bazıları ise yalnızlığı sever. Ama bir gerçek vardır ki; balıklar suyu tanrı olarak görür.”
Ali farklı düşünmeye çalışarak duygularını bastırmak istiyordu. Bir ressam gibi hayal gücünün arkasına sığınmak istiyordu. Ama ne yaptıysa oturduğu yerde terlemesine engel olamadı. Melisa bunun farkındaydı. Ali’nin bu duygusallığı karşısında önce şaşırdı. Ali’nin gözlerinin içine bakarak dedesinin fıkralarına gülüyordu. Melisa sade görünüşlü bu adamın duygularına inanıyordu. Ama Ali’nin net bir şekilde kendisini ifade etmediğini biliyordu. Derin derin konuşmaya ikisinin de ihtiyacı vardı. Ama iki yabancı gibi duruyorlardı.
Ali dalgın bir şekilde evine gitti. Uyumak için yatağına girdiğinde kafasını koyduğu yastık yüzünde leke bıraktı. Gecenin ilerleyen saatlerinde dışarı çıkıp yürümeye başlarken dalgın dalgın evden iyice uzaklaştı. Artık yeni bir dönem demek istiyordu. Hayatını dönemlere ayırmıştı. Bu ise üçüncü dönemdi. Ama her seferinde acı bir hayat yakasına yapışıyordu. Bu yüzden her acının arkasından bir başlangıç yapıyordu. Ne yazık ki hep gülmek istese de bunu beceremiyordu. Çünkü yakasına bir karamsarlık bir leke gibi yapışıyordu.
Yürürken eski anıları aklına geliyordu. Eski bir kâğıdı cebinden çıkartıp okumaya başladı: “Bir sarhoşun acı bir günü içkisinin bittiği gündür. Bir doktorun acı bir günü kendisine çare bulamadığı gündür. Bir sevdalının acı bir günü sevgilisinin öldüğü gün değil, unutamadığı gündür. Bir dostun yalnız bir günü, suskunluğu alışkanlık haline getirdiği gündür. Hep o günler var olacaktır. Biliyorum, benimde acı bir günüm oldu. Belki de canım çok acıdı. Ağladım, kendi sessizliğimin içinde. Beni duyamayacaksın. Belki hiç bilmeyeceksin bile. Kimse sana söylemeyecek. Onlarda duymayacak. Ben, o kötü gönümde bir yara aldım. Bir yaram var dostum. Beni zindanların dışına çıkaracakları günü biliyordum. O günü yaşamak için bekliyorum. Son defa sigaramı yaktım. Etrafıma baktığımda kuşlar uzaklaşıyordu. Hafif esen bir rüzgâr benimle dalga geçiyor. Çürümüş bir ağaç gibi rüzgârın gelmediği bir alama yöneldim. Son isteğimi soracaklardı elbet. Çünkü istediğini yapamayanlara son istek şansı verilir. Diyeceklerdi ne istiyorsun be adam?
Burkulmuş yüreğim, ezik bedenime dönüp diyecekti ki bir düş uğruna ne hale geldin. Benim istediğime engel olanlar bana tercih verecekti. Özgürlük, eli kelepçeli bir mahkûm olsa da yine sevecek misin? Ben mahkûmum sevgili dostum. Ezik bedenimin kocaman yüreğiyle seni selamlıyorum. Düşlerimiz yarınlara selam olsun.”
Ali iç çekerek : “Yalnız da olsan sevgili dostum güneş içimizi her yerde ısıtıyor. Farklı yerlerde olsak bile aynı güneş doğuyor. Sana her doğan güneşle selam yolluyorum. Görmek için sadece güneşe bak. Bak sevgili dostum.” Gözyaşlarını silerken aklına eski bir anı geldi. Hıçkırık sesi yükselmeye başladı. “Kaybetmek zordur. Öyle bir zordur ki kazanma şansınız olmaz. Biliyorum ağlasam da fayda olmaz. Özledim işte ne yapayım? Ciğerim yanıyor!” Geceyi dışarıda geçirdi.
***
Leyla güneş doğarken pencerenin karşısında karamsarca susuyordu. Hayattan soğuk bakışları içinde bir yara oluşturmuştu. İstediği hayat hep uzak olacaktı. Bu yüzden uzakları düşünüp dururdu. Birinin gökten gelip onu alıp götürmesini bekliyordu. Hep gidecek bir şekilde kendisini hazırlamıştı. Ailesi, Leyla’nın bu düşünleriyle huzursuzluğa kapıldı. Ama ne yazık ki bunu ifade ettiklerinde Leyla daha da içine kapanıp sessizliğe kendisini alıştırıyordu. Ve her geçen gün Leyla’nın yarası daha da büyüyordu. Yaşama umudu azalırken son isteği yol arkadaşı Ali’yi görmekti. Bunun imkânsız olduğunu biliyordu. Ali’nin ölmüş olduğu bilgisine sahipti. O artık eski yıllara gömülmüştü. Son bir defa görmek istemesi basit ama imkânsız bir hayaliydi. Sadece düşünmek istiyordu. Eski günleri sürekli düşünüp dururdu. Ve zamanın kendisine verdiği kayıpları düşündükçe üzülüyordu. Ama biraz olsa da uyuması gerektiğinin farkındaydı. Tanrı’ya son defa yalvardı. Düşünceleri, hayatı yarıda kalmıştı ve tamamlamak istiyordu. Son bir şans istiyordu.
Hastanede yoğunluk vardı. Doktor Ahmet Bey önce saatine baktı. Erken saat olmasına rağmen yorgunluk hissine kapılmıştı. Leyla’nın iyileştirme ihtimalin olması sevinç yarattı. Leyla yine Tanrı’ya yalvardıktan sonra yarım kalan davasını, hayatını tamamlayacaktı. Bu yüzden sürekli düşünmeye başladı. İyi bir hayat programı yapması gerekiyordu. Aylar sonra ilk kitabını yayınladı. Çok tartışan bir eser olarak gündemdeki yerini aldı. Eserinde toplumda ki kadınların mahkûmluğundan, hem de mahkûm kadınların isyanından bahsediyordu. “Küçük bir köyde kızı istemeye giderler. Erkeğin isteğiyle hareket edilirken, kız kendisine sunulan imkânları değerlendirir. Çünkü tercih erkeklere verilirken, kız sadece oy kullanır. Kızın babası kızı vermek için çaba harcar. Annesi aracı olur. Kızı çaresizliğe itmek, aile için başarıydı. Kız eline kalemi alır ve yazmaya başlar: “Bir kadın gördüm, yüzünde siyah bir maske. Ellerine baktım, avuçlarının içinde çaresizlik vardı. O bir hırsız değildi. Maskeyi kaçmak için kullanır. Hem de kimden biliyor musunuz? En çok sevdiği insanlardan, açı çekmekten bıktı. Bir kadın düşün, düşün ki özgürlüğü erkeklerin ellerinde, düşün ki gör. Zavallı bir mahkûm gibidir. Ne yazık ki maskeler gözyaşlarını saklayamıyor. O kadın kaybolan hayallerinin peşinde siyah bir maskeyle yaşamaya devam edecektir.”
“Sevgi bağını duygular oluşturur. Güçlü veya güçsüz bağlar oluşabilir. Sevgi, kişi üzerinde hak sunmaz. Davranış hareketleri eşitliği her zaman sağlamak zorundadır. Soyadı eşitliği olmalıdır. Böylece erkeğin, kızı aldığı dönem bitebilir.
Sevgilim; senin isteklerin benim özgürlüğümden değerli olamaz.”
Düşünceleri yayılmaya başlarken ikinci kitabını çıkardı. Bu kitabında tanınmayan insanların hayat hikâyelerini ve son sözlerini yazıyordu. Aralarında ilginç sözler ve ilginç meslekler vardı. Doktorlar, yabancılar, askerler, din adamları ve birçok meslekten bahsediyordu.
Bunlardan biri de Ali’ydi. Küçük yaşta ailesini kaybetti. Doktor bir aileye evlatlık verildi. En iyi okullarda eğitimini sürdürdü. En çok sabah doğan güneşi ve karanlığı kabul etmeyen yıldızları seyretmeyi seviyordu. İkinci ailesini depremde kaybetti. Okul yıllarında bir grup kurdu. Kültürel çalışmalarında bulunuyordu. Yaşam kavgasında bir renk diye toplumda farklı bir tarz yaratmak istiyordu. Kitabında Ali’nin başına gelenleri anlatırken; hayatında eline silah almamış birinin ülkeyi bölmek ve terör örgütü mensubu olarak suçlanması bir haksızlıktı. Kitaba aktarılan önemli sözü ise: “Dünün ahıyla başlayan bir yarın, dünden iyi olamaz. Yarın başka olmalı. Bu gece çaresizliğin inadına mutluluğu düşünelim ki; yarın güzel bir gün olsun.” Kitabında uzun bir şekilde kişilerin hayat hikâyesini dile getirmişti.
Ayrıca kitapta yabancı kültürdeki insanların düşüncelerine de yer verdi. Tony,
İngiliz vatandaşıydı. Annesi Alman, Babası ise İspanyol kökenlidir. Kitapta yer verilen sözü ise: “Dünyanın içine sığınmış ateş bir gün yeryüzüne çıktığında insanlar yanmaya başlayacak. O zaman ateşin toprağı yarattığını göreceksiniz. Ateşten gelen toprak olur.”
Bu kitap ilk kitabı gibi ses getirmedi. Sessiz bir kitle bu kitaba ilgi duydu. Leyla yarım kalan hayallerini tamamlamaya başladı. İçinde ne varsa zamanının gelmesini beklemek yerine sanki yarın ölecekmiş gibi yaşıyordu. Artık daha çok tanınan biriydi. Ama hastalığı eskisi gibi umut taşımıyordu. Yaşadıkça acı çekeceğini biliyordu. Son olarak üçüncü kitabını çıkartmak istiyordu. Gelirini kimsesiz çocuklar için bir vâkıfa bağışladı. Son hayali kaldı. Ali’yi görmek. Ama imkânsız olduğunu biliyordu. Düşünüyordu. Artık mutluydu. Hayat eskisi gibi yarım kalan bir oyun değildi. Son hamlelerini düşünerek yapıyordu. Kitabında bir aşk hikâyesini ifade edecekti. Duygusal sözleri yazdığında gözleri doluyordu. Bazı sözleri ise: “Aşk özgürlüğün simgesidir. Kelepçeleri sökülmüş, demir parmaklardan uzak ve hayallere sığınmış bir aşkı isterdim. Gözlerine baktığımda doyamadığım, sözlerini duymaktan hoşlandığım sevgilinin boynuna sarılmak isterdim.”
Sabah doğan güneşi izlerken gözleri parlıyordu. Mutluluğu beklemek yerine sergilemesini o kadar sevdi ki, hevesi kursağında kalmasından korkuyordu. Kapısı çalındığında heyecanla yöneldi. Karşısında Doktor Ahmet’i görünce şaşırdı. Beklemediği sürpriz, güzel bir ziyaretti. Bu güzel sabahı değerlendirmek için dışarıya çıkıp doğanın sesi eşliğinde yürümeye başladılar. Leyla’nın heyecanlı bakışları Ahmet’e umut oluyordu. Yalnız bir gerçek vardı ki içini kemirmesine engel olamıyordu. Bazen bu acıyla elini kalbine atmasına engel olamıyordu. Evin önüne geri geldiklerinde doktorun vedalaşma zamanıydı. Leyla’ya doya doya sarıldı.
Ahmet evine vardığında ter içindeydi. Önce elbiselerini değiştirdi. Sonra da bu yolculuğun verdiği mutluluğu hayallerle sürdürmeye başladı. Zaman o kadar güzel geçiyordu ki farkında olmadan akşam olmuştu. Kendisine özgü muhteşem bir sofra hazırladı. Fazla iştahı olmamasına rağmen yemek yapmasını sevdiği için bol bol yapıyordu. Kalan yemekleri ise sokaktaki hayvanlara veriyordu. Bu güzel yemeklerin sefasını her zaman ki gibi kediler çıkarıyordu.
Akşam olduğunda huzursuzlaşmaya başladı. Aklına engel olamadığı düşünceler gelmeye başladı. En güzel dediklerimiz hep düne ait olanlardı. Geri de kalan güzel günler aklına gelmeye başladıkça açı çekiyordu. Ali’nin babası Ahmet’in dostuydu. Ali kendisine kalan bir emanetti ve sahip çıkamadığını düşünerek kendisine ağır suçlamaları yapıyordu. Mahallenin küçük çocukları birer birer ölürken, zaman acımasız bir seyirci gibi davranıyordu. Leyla ise, yaşamak için çırpınan yaralı bir kuş gibiydi.
***
Leyla yatmadan önce gecenin sessizliğinde yıldızlara bakarak derin düşüncelere daldı: “Daha uzaklarda, daha uzaklarda kaybolan bir yıldız sessizce diğer yıldızlara yaklaşırken yüzünde hüsran olur. Büyük bir acı içinde kıvranarak gözden kaçırdıklarını kıvılcımlarla başlayan ve kocaman olan hevesiyle sorar. Biliyorum. Yıldızların dünyaya neden yakın durduklarını biliyorum. Her yıldız kendisine hayran olduğu bir canlıya âşık olur. Yıldızlarda duygusaldır. O kadar çok yıldız var ki; bana yalnız olmadığımızı gösteriyor. Ben sevdiğime söyleyemezken, onun yıldızı çoktan haberi alıyor.”
Leyla kalemi eline alır ve yazmaya başlar: “Varlığı özledim. Sokaklarda yanında yürümek isterdim. Kuşlara seslenmek, denize haykırmak isterdim. Bu mutluluğumu onlarda duysun. Sonra da sinemaya gideriz. En duygusal filmi izleriz. Seninle beraber duygulanmak isterim. İnan ikimizde ağlamayacağız, birbirimize sımsıkı sarılacağız. Mutluluk küçük bir paylaşımdır. Kendiliğinden büyüyerek yaygın ateşine dönüşür. Bu ateşte sadece sevenler yanar. Bu ateşte seninle dans etmek isterim. Çılgınca eğlenirdik. Ay sevgilim, özledim işte!”
Gecenin ilerleyen saatlerinde içindeki sızı acımasızlığını sergilerken, Leyla ıstıraplar içinde yatağında kıvranmaya başladı. Zaman saniyelerini sanki ağırdan alıyordu. Yatağından çıkıp karnını tutmaya başladı. Çaresiz bir şekilde yatağına oturdu. Nedeni bilmediği bir beklentinin içindeydi. Eline kalemi alıp ve yazacaklarını düşünmeye başlar: “Öğrencilik yıllarımda bu hastalığa kapıldım. Habersizce büyüdü ve kocaman oldu. Şimdi de karşıma çıkmış özgürlüğümle tehdit ediyor. Gözden kaçırdığı bir ayrıntı vardı. Bu acı ne kadar büyükte olsa da özgürlüğü tattım, yaşamaktan ödün veremem. Hayata küserken bir defa beni esir aldın. İnan hayatımın en kötü günleriydi. Kararlıyım bu sefer, her seferden daha fazla. Boyum eğemem ne sana, ne de yalnızlığıma. En büyük dostum kalemimdir ve ben özgürce yazıyorum. Senin karşı çıktığın ne varsa yapmak istiyorum. Ağlamak mı istiyorsun? Gülüyorum işte. Öldürmek mi istiyorsun? Yaşıyorum işte. Yalvartmak mı istiyorsun? Şükrediyorum halime. Ne istiyorsun başka?”
Biraz düşündükten sonra düşündüklerini yazmaktan vazgeçti. Ani düşüncelerini yazmaya başladı: “Ne yaptın ey tostum sen bana? Ben sensiz kaldım dünden bu yana. Yüzümü yıkadım soğuk bir suyla, aklım titredi, ben üşüdüm. Gel bana, ne olursun gel bana. Sensiz çıkarım ağaçların dallarına, bakarım ki kaybolursun bulutlu yollarda. Ne güzel olurdu dünler gibi bir yarın. Sözlerini unutma, duyarım elbet birinden. Bana selam yolla, kuru bir yaprağın üzerinde olsa da sen yolla.” Duygusallığa kapılıp düşünmeyi sürdürüyordu. Farklı bir konudan yazmak istiyordu. Bu yüzden yazdıklarını yırttı. Tekrardan yazmaya başladı: “İki savaşçı kralın güzel kızını almak için savaşır. Kanlı bir çatışmanın sonucunda iki savaşçı da yaralı düşer. Birbirinin gözlerinin içine bakarlar. Büyüyen öfke yaralı bedene esir düşmüştür. Kral bu durum en güçlü olana kızını veremeyecektir. Aradan zaman geçer ve kralın kızı rüyalarında tanımadığı bir adamın aşkını görür. Şaşkınlıkla uyanır. Etrafına bakar, halkın içine girer ve bir türlü bu adamı bulamaz. Sonun da bir düşün peşinden koştuğunu anlar. Vazgeçmesi gerektiğini düşünür. Savaşçılar iyileşir ama kalıcı yaraları güçlü olmadıklarını gösterdiği için ikisi de yenik sayılmıştır. Tekrardan bir yarışma başlar. Yarışma esnasında en güçlünün yara almaması için ikili mücadelelerin yerine güç gösterisinin sergileneceği yarışlar sergilendi. Çirkin bir adam sürekli galip geliyordu. Finallere kadar çıktı. Kralın kızı bu çirkin adamla evlenmeyi ret ediyordu. Çözüm üretmek için günlerce düşündü. Bir sabah heyecanla babasının yanına gitti: ‘Bana bir yanlışın var. En güçlü olan en iyi şekilde bu ülkeyi yönetemez. En akıllı olanı bulmamız gerekir. Bu durumda bu yarışı iptal etmen gerekir.’ Kral yaptığı hatayı anlar ama sözünden vazgeçemeyeceğini söyler. Güzel kız aynanın karşısına geçer ve çaresizce ağlar. Babası kızın hayallerini suya düşürmüştü. Herkesten habersiz saraydan uzaklaşır. Günlerce gider ve eşkıyanın eline düşer.
Kral verdiği sözü tutmak için küçük kızını finali kazanan çirkin adamla evlendirir. Ülke sürekli savaşmaya başlıyor. Güç gösterileri gösterilmeye devam ediliyordu.
Eşkıya kralın kızını vermek için toprak ister. Kral çaresiz bir duruma düşer. Çok iyi savaşçılarının olmasına rağmen karşısında savaşanlar değil, aklını kullanan eşkıyalar vardı. Savaşmadan toprak sahibi olmasını biliyorlardı. Toprağı verir ve kızını kurtarır. Kızı, kralına şunu yaşatarak öğretti ki; akıl, güçten üstündür. Ülkeyi güçlü insanlar değil, akıllı insanlar yönetmelidir.”
Leyla’nın dinmeyen acıları kalemini bırakmasına neden oldu. Yatağın içine girip kendisini acılara bırakmaya başladı. Dili ıstırabın sesi olurken, gözleri halen yıldızları izliyordu.
***
Melisa heyecanlı bir şekilde kitapları karıştırmaya başladı. Yeni çıkan kitaplardan almak istiyordu. Elline aldığı her kitabın önsüzünü okudu. Konusu ilginç ve anlatımı farklı bir kitap için gözlerini dolaştırmaya devam etti. Tanımadığı bir yazarın kitabını ilk eline aldığında kararsız kaldı. Kitabı karıştırdıkça ilgisini çekti. Arkadaşının aceleci tavırları Melisa’nın acele karar vermesini sağladı. En son baktığı kitabı aldı.
Eve doğru yürümeye başladıklarında yol epeyce uzundu. Yanında bulunan öğretmen arkadaşı kocasından bahsetmeye başladı: “Eşimle ilk tanıştığımda ciddiyetten uzak komik davranışları beni sinirlendiriyordu. Her karşılaştığımızda ben biraz daha soğuk duruyordum. Daha da ileriye giderek şunu diyebilirim ki aldırmıyordum. İçimden de ağır basan bir duygu yoktu açıkçası. Evin caddesin en son sokağında bulunuyordu.
Bir gün bir mektup gönderdi. Okumaya başladıkça etkileniyordum. Duygularını muhteşem ifade etmişti. Ben karşılık vermedim. Aradan on gün geçti. İkinci mektubu aldım. Sanki birinci mektubun devamı gibi duyguları yine coşmuş ve kalemini yine konuşturuyordu. Yoldan giderken karşılaştık, önce başını eğdi. Süzmeye başladıkça hayretler içinde kalıyordum. Mektuplarını okurken heyecanlandığım adam bu olamazdı. Bu kadar çirkin bir insan nasıl oluyor da bu kadar güzel yazı yazabiliyordu? Onu küçümserken kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerime derin bir şiirin etkisinde kalmış gibi bakıyordu. Hiç aldırmadım. Yanından sessizce uzaklaştım. O günden sonra uzun süre görmedim.
Yağmur şiddetli yağıyordu. Biri bana yetişmek istercesine hızlanıp duruyordu. Ayakları hızlandıkça daha etkili ses çıkartıyordu. Arkama dönüp baktığımda montunu eline almış ve bana vermek için hızlanıyordu. Israrlarına dayanacak halim yoktu. O kadar bitkin bir haldeydim ki kabul etmek zorundaydım.
İki gün sonra soruşturdum ve evini öğrendim. Çok fazla uzak bir yerde oturmuyordu. Yolumun üzerindeydi. Montunu vermek için kapıyı çaldım. Beni karşısında görünce çok şaşırdı. Benim için fedakârlık yaparken kendisi hastalanmıştı. Tanımaya başladığımda gerçekten iyi niyetli biri olduğunu anladım. Zaman geçtikçe birbirimizi daha iyi anlamaya başladık.
Evlenme teklifini ettiğinde kendisinden emin olan adam karşımda korkmuş bir şekilde oturuyordu. Vereceğim cevap belki de hayal kırıklığına uğramasına neden olabilirdi. Bu düşünce korkmasını sağladı. Üç gün sonra evlenme teklifini kabul ettim. Evlendik ve aradan sekiz yıl geçti. Eşim ve bende değişmeler oldu. İkimiz de eski samimi günlerimizi unuttuk. Artık eskisi gibi gülemiyorduk. Sırf kızımın babasız büyümemesi için boşanmadım. İkimizde de mutsuzluk belirtileri vardı. Netice itibariyle bir gün akşam eve geldi. Yemeğini yedi ve gözlerimin içine baktı. Konuşmak istediğini anladım. Kızımı odasına gönderdim. Beni dudaklarımdan öptü ve çok para kazandığını söyledi. Sıkıntıların olmadığı bir hayatı bana sunma mutluluğundaydı. Para kazanma hırsına çok fazla kapıldı. Oysa ben ondan çok para istemedim ki, sadece mutluluğumuzu kaybetmemek ve birbirimize sahip çıkmak istiyordum. Demek ki beni anlamadığı için mutsuz oluyordum. Sonraki akşam eve geldiğinde bütün parasını yaktığımı söyledim. Sandalyeye oturdu ve konuşmadı. Morali bozuldu. İki saat sonra yanıma geldi. Beni sevdiğini söyleyip durdu. Şimdi daha çok sıkıntılarımız var ama daha çok bir bütün olduk. Başımızı yastığa mutlu bir şekilde koyabiliyoruz. Evliliğimizdeki mutsuzluğun tek nedeni mutluluğumuzdan ödün vermekti. Fazla hırs mutluluğa zarardır.”
Melisa eve geldiğinde vücudundaki yorgunluk yüzüne yansıyordu. Yorgunluk çayını içmeye başlarken aynı zamanda kitabı okumak için odasına çekildi. Kitabın konusu gerçek insanların öyküsünden alındığı için daha fazla ilgisini çekti. Okudukça aklına soru işaretleri takılıyordu. Yazar hakkında ki yaptığı araştırma içindeki acıma duygusunu artırdı. “Her sıkıntıya karşı ayaktayım” diyen bir yazarın hayat mücadelesi, yaşamak için zevk veriyordu.
Kitapta bahsedilen Ali ise; geçmişinden acı çeken bir yetimin savaşarak boyun eğmemesine rağmen sürekli haksızlıklarla karşılaştığını söylemektedir. En son olarak cezaevinde öldürülen bir savaşçının gözyaşlarını sergilemek yerine savaş sözlerini söylemesi, aynı mücadeleyi veren arkadaşlarına örmek olmuştur. Esir alınan kul hakkının özgür bırakılabilmesi için, özgürlüğü savunanların esir düşmemesine, esir düşen kulların ise daha fazla eğitimle özgürlüğüne kavuşmasına bağlıdır. Ali’nin özel bilgilerinin yazılı olması Melisa’nın dikkatini çekti.
Melisa sabah Ali ile karşılaştı:
- Günaydın. Nasılsınız? Daha önce hangi şehirde yaşadınız? Yargılanmanızı sağlayan suçunuz nedir? Aileniz yaşıyor mu?
- Günaydın. İyim. Siz nasılsınız?
- Teşekkür ederim iyim.
- İzmir’de yaşıyordum. Öğrencilik yıllarımızda kurduğumuz grubun faaliyetlerinin suç sayılmasıyla aranmaya başladık. Terör suçlamalarıyla yargılandık. Ailem yaşamıyor. Neden bana bu soruları sorma gereğini duydunuz?
- Merak ettiğim içindi. Sakın yanlış anlamayınız. Sizi tanımak adına bu soruları sordum. Sonuçta aynı binada yaşıyoruz. Geç kalıyorum. Hoşça kalınız.
Ali konusundaki şüpheleri arttı. Melisa, Leyla’nın imza gününe gitmeye karar verdi. Şüphelerini kanıtlamak istiyordu. Uzun bir yolculuğun verdiği yorgunlukta kitabını imzalamayı beklerken gözlerindeki uykusuzluk onu esir aldı. Sırası geldiğinde Leyla’nın gözlerinin içine baktı. Melisa: “Binamıza Ali adında biri taşındı. Dün sabah Ali’yle konuştum. Kitabınızda da bahsettiğiniz gibi bir geçmişe sahip olduğunu itiraf etti. Buraya bu benzerliği ifade etmek ve size olan hayranlığımı söylemek için geldim.” Leyla hayranlıkla Melisa’yı dinliyordu. Melisa’nın konuşması bitince Leyla’nın gözleri parlıyordu. Leyla tanımadığı biri için: “Güzel bir benzerlik. İfade etmek istediğiniz düşünce nedir?” Melisa: “Sadece benzerliği ifade etmek istedim. Ali’ye ne oldu?” Leyla kendisine seslenen bir çocuğu dinlemeye başladı. Çocuğun nefes nefese kalıpta konuşması kahkahalara neden oldu. Melisa’ya tekrar bakarak: “Öldü.” Melisa şüphelerinin doğrularını ele alarak sorular sormaya başladı: “Nerede öldü?” Leyla sinirlenerek: “Yaşadığını mı söylemeye çalışıyorsunuz? Sanırım komşunuz Ali’ye sormanız gereken soruları bana soruyorsunuz.” Melisa üzülerek: “Bahsettiğiniz kişi cezaevine girip ve kimsesinin olmadığı bir şehre gelmiş ise odur.” İçindeki üzüntüyü yaşamaya devam ediyordu. Bu konuların açılması bir hataydı. Diyelim ki o, neyi ifade etmek istiyordu ki? Leyla kitabı imzalıyordu. Melisa’nın beklemediği bir anda konuşmaya başladı: “Bana resmini veya el yazısını göndere bilir misiniz?” Melisa heyecana kapılarak: “Adresinizi verirseniz size istediğiniz bilgileri gönderebilirim.” Leyla kitabın üzerine adresini yazdı. Melisa’dan sonra atmış yaşlarında bir adam kitabı imzalatıyordu. Soğukkanlı bir şekilde Leyla’nın gözlerine baktı. Leyla üzerindeki yorgunluğa yenik düşmemek için kahve molası aldı. Adam sessiz bir şekilde Leyla’nın yanına geldi: “Sizin zamanın karşısında dik duruşunuza hayranım. Bir esir gibi değil, bir savaşçı gibi duruyorsunuz.” Leyla gülerek adamı uğurladı.
Sabah olduğunda Ali’nin yanına gitti. Kapıyı açan kimse olmadı. Ali’nin evde olmadığını düşünerek merdivenlerden yukarıya çıktı. Ali’nin kira sözleşmesi aklına geldi. Sevda’nın yazısı güzel olmadığı için büyük bir ihtimalle Ali’ye yazdırdığını düşündü. Evin her yerinde sözleşmeyi aramaya başladı. Sonunda kanepenin altıda sözleşmeyi buldu. Düşündüğü gibi yazı Ali’ye aitti. Zarfın içine küçük bir notla beraber gönderdi. Notta ise: “Merhaba, Leyla Hanım. İmza gününüzde size bahsettiğim el yazısını gönderdim. Umarım okuma ve el yazısını değerlendirme şansınız olur.”
***
Ali pazarda pazarcı esnaf arkadaşlarıyla sohbet ederken, esnaf arkadaşları hayallerinden bahsediliyordu. Sadece lükslükler öne çıkıyordu. Oysa lükslükler yaşam standardını belirler. Yaşam şeklini belirleyemez. Daha iyi bir yaşam için daha çok demokrasi gerekir. Farklılıklar her zaman zenginliğin kaynağıdır. Ali düşüncelerini yansıtmak yerine susmayı tercih etti. Kendisine sorulmayan bir soru topluma yönelmişse cevap vermezdi. Utangaç ve içine kapanmış biri olduğu için daha az bilgi veriyordu. Bunalımda olduğunu çok iyi biliyordu. Yıllarına sahip çıkmak yerine kaçtı. Düşlerindeki ülkeyi özlüyordu. İnsanların gerçek yüzlü ve gerçek sevgileri vardı. Oysa bu hayatta en çok sevdiği insanlar bile yalan söylemeyi biliyordu. Artık başı eğik bir adam olmuştu. Düşündükçe kendisinden sıkılıyordu. Moralinin bozukluğuyla erkenden eve gitmeye karar verdi. Ne yapsa boştu. Çünkü bir boşluktaydı.
Melisa duşunu aldıktan sonra kanepeye uzandı. Sürekli televizyon kanallarını değiştiriyordu. Kapının zil sesi çalmaya başladı. Kanepeden kalkıp kapıya doğru giderken bir daha çaldı. İçine kuşku girmeye başladı. Kapıyı açtığında karşısında Leyla’yı gördü. Önce şaşkınlıktan konuşamadı. Kalbi şaşkınlık karşısında daha hızlı atıyordu. Leyla’yı eve davet etti. Melisa daha sonra mutfağa geçerek çay koydu. Aradan bir saat geçtikten sonra Ali’nin zilini çaldı. Ali karşısında Melisa’yı görünce önce korktu. Ama Melisa’nın sevinçli yüzü bu duygunun yerine mutluluğu getirdi. Beraber merdivenlerden çıktılar. Melisa’nın yüzü gülüyordu. Salona yönelen Ali karşısında Leyla’yı görünce ne konuşacağını bilemedi. Sustu ve heyecanı gözlerine yansıdı. Leyla’ya sarıldı. Gözyaşları mutluluktan akmaya başladı. Leyla derin bir mırıldanmayla sessiz konuşuyordu:
-Neden bizi sensiz bıraktın?
-Sizin öldüğünüz bana söylendi. Ben sizlersiz o şehirde yaşayamam. Bu yüzden kaçtım.
-Senin de öldüğün söyledi. Çok acı çektim.
-Leyla bari sen ağlama. Bizleri aynı tuzağa düşürdüler. Grubun toplanmaması için bizleri cezalandırdılar. Hatta bazılarımızda öldü. Bizlere de acı içinde yaşamamıza izin verdiler.
Melisa’nın gözlerine baktığında, o gülüyordu. Leyla eski günlerinin hatırına sokağa çıkıp sloganlarla yürümeyi teklif etti. Ali’nin kim olduğunu Ali’ye tekrar hatırlatacaktı. Özgürlük sloganları sokakta yükselmeye başladı. Sakinliğiyle bilinen şehirde sloganlar yükseliyordu. Büyüyen isyan halkın demokratik haklarını kullanmasıydı. Ali boş bir kâğıda yazı yazarak eliyle havaya doğru kaldırdı. “İfade özgürlüğü elinden alınmış bir toplum, kör bir yılana benzer. Sadece sürünür. Şimdi konuşma zamanı.” Güzel bir miting alanı oluşturuldu.
Leyla bedenini fazlasıyla yormuştu. Yıldızlara bakarken içindeki huzur sözlerine yansıyordu. Hayat hikâyesini düşündüğünde bütün istekleri gerçekleşti. Boynu bükük ölmeyecekti. İçine sığmayan mutluluğun asıl nedeni buydu. İsim verdiği yıldızları arıyordu. Yeşilliğin içine uzandı. Yorgun bedeni huzurluydu. Saatler geçtikçe sadece izliyordu. Ali uykuya daldı. Leyla içinden konuşuyordu: “Dünyayı özgür olduğu için seviyorum. Kuşlar mutlu, kelebekler umutlu, çiçekler hevesli, asırlık ağaçlar tanıdık… Güldükçe mutlu oluyorum. Tanrım insanlardan mutluluğu ve özgürlüğü eksik ettirme.” Tanrıya hem şükrediyor, hem de yalvarıyordu. Ali’ye baktı ve gözlerini kapattı.
Ali elini yüzünü yıkadıktan sonra Leyla’yı uyandırmak için gittiğinde küçük bir not gördü: “Şunu anladım ki mutsuz olduğum her an, boşa geçen zamandır. Mutluluk bir fidandır. Büyüdükçe çoğalır yaprakları, gölgesiyle çoğu canlıya hayat verir. İnsanlarda ağaçlar gibi büyür. Aynı toprağın fidanlarıyız. Mutlulukla büyüdüğünü, mutsuzlukla solacağını unutma. Gölgenle bir umutsun. Hadi, şimdi hayata gülme zamanıdır.”
***
Leyla’nın son yolculuğu tüm yurtta yankı yaptı. Gazete manşetleri vedayı süsleyerek aktarıyordu. Yankılar eşliğinde sonsuz özgürlüğe gönderildi. Kaybetmek her zaman acı bir duygudur. Yıkıcı bir deprem gibidir. Hayalleriniz acımasız gerçeklere boyun eğerken gözyaşlarınız; umudun son çığlığı oluyordu. Ali etrafına baktı. Ağlayan insanları seyrederken gözyaşlarıyla boğuşuyordu. Suskun bedeni onu esir aldı. Kendisini toparlaması gerekiyordu. Kendisinden kaçan bir insan görünümündeydi. Farklı bir gerçeği vardı. Orda ki insanlar Leyla’yı bir kere kaybetmişti. Oysa Ali, Leyla’yı iki defa kaybetti. “Mutluluğu istiyorsan önce ağlamayı unutmalısın” diyen Leyla’yı uğurlarken gözyaşı seline bir son vermesi ve günü mutlu bir şekilde kapatması gerektiğini düşünmeye başladı. “Seni seviyorum hayat. Bana kendimi ifade etme şansımı veriyorsun. Suskun bir bedene özgür bir ruh verdiğin için teşekkür ederim.” Ali’nin derin düşüncelerini babasının arkadaşı Doktor Ahmet bitirdi. Ali ve Melisa’nın ailesini evine götürüp misafir etmek istedi. Bu düşünce karşısında fazlasıyla yıpranan Sevda ve Melisa itiraz etmedi.
Ahmet mutfakta yemek yaparken misafirler de oturdu. Misafirleri kendi aralarında konuşmaya başladı. Sevda:
- Hayat ne gariptir ki ansız olaylarla bazen mutlu eder. Bazen de düşündürür. Biz bu oyunda bir oyuncuyuz. İstediklerimizi yapmamız için aslında sadece istememiz yeterlidir.
Melisa başını televizyona çevirip masaya konuşmaya başladı:
- Aslında hayat değil de insanlar bizi yoruyor. İnsanlar birbirini sorgular, yalanlarla kandırır, şüphelerin artmasına neden olur…
Ali Melisa’yı soğukkanlı bir şekilde dinledi. Melisa konuşma sırasını Ali’ye bıraktı. Aksi takdirde Ali’nin konuşmaya katılmayacağını biliyordu. Ali sözlerine başlarken sessizlik oldu:
- Haklısınız. Ben de insanlardan çok çektim. İnsanların birbirlerine zarar verdiği bir gerçektir. Kendisini ifade etmeyen her kişi daha az acı çeker. Yeni acılar almak yerine eski acılarıyla kalır. Çektiğimiz her acıda daha güçlü olmasını bilmeliyiz. Hayat tecrübesi tamamen bu düşünceye dayanır. Başlangıç ile bitiş arasındaki mesafe, yaşamdır. Varlığımız için yaşamak zorundayız.
Soru işaretleri fazlasıyla arttı. Derin suskunluklar, kişinin kendi içinde sorgulayıcıydı. Melisa büyük bir sürprizi kısa bir süreliğine yaşamaya devam ederken defalarca bilmediği soruları kendisine sordu. Üzerindeki şaşkınlığı yorgunluk örtüyordu. Bu yüzden konuşulması gereken konular bilinçaltında kaldı. Daha yüzeysel konular tercih edildi. Derin konular saklanıyordu. Ahmet’in hazırladığı yemekler sofradaki yerini aldı.
Sevda’nın dikkatini Ahmet’in evinde kimsenin olmaması çekti. Kafasını kaldırıp duvara baktı. Salonda hiç bir bayanın resmi yoktu. Ahmet’in derin bir yalnızlığı sırıtıyordu. Kimsesizliğe alışmış birisiydi. Kibarlığı ve içinden geldiği gibi konuşmasıyla dikkatleri üzerine çekti. Sade bir gülüşü vardı. Sevda sofrada suyun eksik olduğunu fark etti. Mutfağa gitmek için Ahmet’ten izin istedi. Duvarları ve evin içini süzerek mutfağa gitti. Ev gerçekten düzenli ve duvarlar panolarla süslüydü. Sofraya geri geldiğinde Ahmet’le göz göze geldi. Güzel bir gülüşle yerine oturdu.
Sevda’nın maddi bir beklentisinin olmamasına rağmen evi süzmesinin nedeni belliydi. Melisa’nın sinirlenmiş bakışları karşısında kafasını eğdi. Melisa, Sevda’nın hal ve hareketlerinden düşüncelerini anlamaya çalıştı. İçinde bir güvensizlik oluştu. Annesi tanımadığı bir erkeğe ilgi duyuyordu. Melisa sofradan kalkıp gitmek istese de yapamadı. Bu konunun konuşulacak zamanı şimdi değildi. Uygun bir zamanı beklemeyi tercih etti.
***
Sohbet konusu daha çok anıların anlatılmasıyla renk buldu. Kaşlarını çatan Melisa bile anlatılanları hayranlıkla dinliyordu. Doktor Ahmet hayat hikâyesini anlatmaya başladı:
“Küçük bir köy okulunda öğrenim hayatına başladım. Aile imkânlarımız kısıtlıydı. Açıkçası okumam için ailemin sunacağı imkânlar yetersizdi.
Üniversite sınavına ilkokul öğretmenimin imkânlarıyla girdim. Üniversiteyi kazandım ve bu burs almaya başladım. Okul bittiğinde artık bir doktordum. Para kazanmaya başladım. İlkokul öğretmenim hayatımı değiştiren isim oldu. Para biriktirmeye başladım. İlk önce bu evi aldım. Taksitlerini günü gününe veriyordum.
Bir akşam geç çıktım. Eve giderken bir kişinin yerde yattığını gördüm. Kalbinin durduğunu anladım. Hemen ilk müdahaleyi yaptım. Kalbi çalışmaya başladı. Sonra da arkadaşları yanıma geldi. O arada silahlı bir çatışma çıktı. Bir tanesi kolundan yaralandı ve üzerim kan oldu. Daha sonra onlar kaçtılar ve ben tutuklandım. Dört yıl cezaevinde kaldım. Verdiğim mücadeleye rağmen suçsuz olduğumu kanıtlayamadım. Seneler sonra o çatışmada yer alan biri yakalanınca suçsuz olduğum ortaya çıktı. İlk olarak Ali’nin babasının evine gittim. Eksik kalan taksitlerimi o ödemişti. En zor günlerimde bana sahip çıktı.
Cezaevinde Garip Doktur diye anılmaya başladım. Oysa hiçbir terör grubuna bağım yoktur. Ben sadece yeminimi yerine getirdim. Bu gün de olsa hastanın kimliğine bakmaksızın yene müdahale ederim. Ben garip bir doktorum. ”
Sevda başından geçen bir olayı anlatmaya başladı: “On iki yaşlarındayken en iyi arkadaşım komşu kızı Esma’ydı. Sürekli annesi ile babasının konuştuklarını gelip bana anlatır. Annesi sevimli bir kadındı. Babası mahalle tarafından sevilen bir adamdı. Ama ne yazık ki annesi ile babası karar verirken farklı düşünceleri savundukları için sürekli tartışıyorlardı. Esma bu durumdan sıkıldığını ve evden kaçacağını söyledi. Bende kendisini yalnız bırakmayacağımı söyledim. Beraber kaçtık. Akşama kadar gezip dolaştık. İnsanların evlerine çekilmesiyle korkmaya başladık. Anneannemlere gittik. Yemeğimizi yedik ve anneannemin komşusunda yattık. Üç gün sonra babam ikimizi buldu. Evlerimize gittiğimizde bize karışan olmadı. Düşüncelerimiz ise eskisinden daha fazla önem kazandı. Esma’nın annesi ve babası konuşmalarını daha düzgün bir şekilde yapıyordu. Düşüncelerimizin varlığı fark edilebilmesi için öncelikle biz fark edilmeliyiz.”
Sevda’nın konuşması bitince salonda sessizlik oldu. Ahmet sessizliği bozmak için tekrardan konuşmaya başladı: “Gece hastanede nöbetçiyken bir hasta geldi. Kendisini öldürme girişiminde bulunmuştu. On dokuz yaşında genç bir kızdı. Yoğun bakıma alındı ve müdahalede bulundum. İki gün uyutuldu. Ziyaretine gittiğimde kendisine gelmişti. Beni görünce konuşmaya başladı: ‘Tanrı’yı sevmiyorum. Canımı almasını istedim ama yapmadı. Beni yaşatmanın bir bedeli olmalı. Bu bedeli ödeyeceksin.’ Kızın bu şekilde konuşmasının tek nedeni mutsuz olmasıydı. Ailesinden ve yakın çevresinde bulamadığı bir sevgiye muhtaçtı. Kendisine zarar vermemesi için ailesinden izin alarak bir bakıcı tuttum. Bakıcı aile mensuplarından biri değildi. Kendisiyle aynı yaşta ve onun kadar soylu olmayan biriydi. İki hafta geçtikten sonra ziyaretine gittim. Benimle daha dikkatli bir şekilde konuşuyordu. İyileşip hastaneden ayrıldıktan sonra ziyaretime geldi. Her hafta gelmeye başladı. Bir yıl sonra kendisine bakan çocukla evlendi.
Bazen doğru zamanı beklemek gerekir. Aşk yaşamak için en büyük nedenlerden biridir.” Melisa, Ahmet’in anlattıklarından çok etkilendi. Sevda ise derin bakışlarıyla dinliyordu. Ali farklı konular üzerinde yoğunlaşmıştı. Üzerinde derin bir dalgınlık vardı.
***
Ahmet’in elinde sakladığı bir anahtar vardı. Sevda anahtarı görmesine rağmen sustu. Daha doğrusu anahtar ilgisini çekmedi. Ahmet ise sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Ali’ye baktıkça: “Ben de ilk babandan bu anahtarı aldığımda şaşkınlık içindeydim. Kaybettiğim bir anahtarı almanın ne demek olduğunu biliyorum. Unuttuğun veya yok saydığın bir hediyedir. Hem de özeldir. Unutmanı sağlayan aslında yalnızlığındır. Sana bu mutluluğu sunacağım.” Sevda’nın kahkahasıyla Ahmet hayal dünyasından ayrıldı.
Ahmet, Ali’ye emanet olarak aldığı anahtarı uzattı. Ali, en güzel anılarının geçtiği evin anahtarını görünce inanamadı. Bakışları derin bir şekilde anahtara kilitlendi. “Bu evde kocaman bir adam olmanın hayallerini kurdum. En büyük mutluluğumu bu hayallerle yakaladım. Ah, ah güzel evim. Benim dünümün sesisin.” Ali’nin ailesinden kalan en büyük emanetti. Ali heyecanla eve gitme konusunda ısrar etti. Gecenin geç saatleri olmasına rağmen kimse Ali’yi kırmak istemedi. Melisa’nın halen aklında Sevda vardı. Eve doğru yola çıktılar. On dakika yürüdükten sonra evin kapısına geldiler. Ali daha fazla heyecana kapıldı.
Geçmiş kokulu duvarlarda, eski tablolar muhteşem manzaralarıyla geleceği kıskandırıyordu. Melisa ise bu güzellik karşısında çok duygulandı. Ali eski ama zamana boyun eğmeyen vazo desenlerini incelemeye başladı. Leyla camları açarak evin havalanmasını sağladı. Ahmet’in gözlerinin içinde gurur duygusu vardı. Bir emaneti bu kadar güzel saklamanın asaleti yüzüne de yansımaya başladı. Melisa’nın gözleri anılar ve tarih kokan kitaplığın üzerindeydi. El süsleriyle süslenmiş bir sayfa dikkatini çekti. Ali’ye baktığında merdivenin en üst basamağında otururken gördü. Donmuş bir şekilde merdivenin bitiş noktasına bakıyordu. Melisa yazıyı okumak için Ali’den izin istedi. Ali hiç düşünmeden: “İstediğin yazıyı okuyabilirsin.” Melisa heveste okumaya başladı:
“Merhaba.
Seni ilk tanımaya başladığımda küçük bir çocuktum. Bana büyüme şansı verdiğinde sana daha da alışmaya başladım. Mutluluğu öğrendim, sevmeyi öğrendim, gülmenin ne kadar güzel olduğunu öğrendim… Hep öğrendim. Zaman geçtikçe öğrendiklerimi tekrar etmeye başladım. Daha az öğreniyordum. Öğrenemedikçe hayattan sıkılmaya başladım. Bir gün çılgınlık yapmaya karar verdim. Hiç bilmediğim bir dağa gidip bilmediğim zirvede ağaçları izledim. Gece çöktüğünde ağaç yapraklarının içinde üşümeye başladım. Büyük bir ağacın gövdesine sığındım. Korku yüreğimi sarıyordu. Rüzgâr, yaprakları acımasız bir şekilde sallıyordu. Bedenime sarıldım. Şimdi ölmek ister misin? Diye kendime sormaya başladım. Bu gün son gönünüz olsa ne yapmak ister siniz? Koça bir hayalin arkasına sığınmış olsaydım, zaman yetmeyeceği için gözlerim açık gidecekti. Ama aynı zamanda şunu anladım ki yaşamakta çok güzel. Hayallerimiz öncülerimiz olmalıdır. Yaşamak güzel ama ölümsüz değiliz ki. Zaman sadece şuanı yaşamaya izin veriyordu. Şuan da ne yaptığıma baktım. Koça bir yüreğin içine korku girmişti. Aynı zaman da bedenim üşüyordu. Şuanım kesinlikle bana yakışmayan bir hayat tarzıydı. Ben bu hayattan mutluluğu öğrendim. Sevdim, güldüm, eğlendim ve bu hayatın içinde bir oyuncuydum. Korkuyu yenmem gerekiyordu.
Önce gövdesine sığındığım ağaca baktım. Rüzgâra karşı direniyor ve savaşıyordu. Ölmek kolaydı, önemli olan yaşatabilmekti. Yeni fidanlara öncülük ediyordu. Benim gibi birçok canlı gölgesine sığındı. Rüzgârın toprakla temasını kesti. Bu hayatta belki de bunun için vardı. Rüzgâr eğmeye çalıştıkça usta bir savaşçı gibi bükülmek yerine dik duruyordu. Eğer korkuya kapılık eğilmiş olsaydı, bu savaşı ağaçlarla beraber bizler de kaybederdik.
Korkmam için somut sebep yoktu. Kendime sıkı bir şekilde sarıldım. İçimdeki mutluluğa sım sıkı yapıştım. Mutlu oldukça korkunun azaldığını gördüm. Korkuyu yenmek istiyorsak mutlu olmalıyız.”
Melisa yazıyı okuduktan sonra kısa süreliğine düşündü. Ali’nin babasını tanısaydı kesinlikle hayranı olurdu. Yazıyı yerine koydu. Eski hatıraları taşıyan modern bir evdi. Leyla gözden uzak ikinci katta Ahmet’te sorular soruyordu. Ahmet’i tanımak için ilk fırsatını yakaladı. Melisa, Ali’ye babasıyla ilgili bir anısını anlatmasını istedi. Ali kısa bir durgunluktan sonra anlatmaya başladı: “Okuldan eve geldiğimde annem ağlıyordu. Ne yaptıysam susturamadım. Ben de en son olarak babamın yanına gittim. Telaşla babama anlattım. Babam işini bırakıp eve gelmedi. Hastalarına bakmaya devam etti. Babama çok kızmama rağmen laf anlatamadım. Akşam eve gittiğimizde annemin isyan etmek yerine babama sarıldı. Konuşmadan birbirine baktılar. Babam işi için anneme bir defa bile ödün vermedi. Annemi sevdiğini de biliyorum. Gece yatarken düşünüp durdum. Sabah olduğunda babama sordum. Bana dedi ki: ‘Bir insanın basitliği ve basitliğinden elde ettiği sonucu somut sonuç olarak kabul edersek; basitlik çözüm bekleyen bir sorun olur. Oysa bu sorunun çözümü bellidir. Mutsuzluk insanı harcarken, mutluluk insana değer katar.’ Mutlu olmalıyız.”
Evin camları kapatılarak tekrar Ahmet’in evine doğru yola çıktılar. Ahmet yatakları serdi. Ali çok fazla konuşmadı. Sevda, Ahmet’le olan samimiyetini artırıyordu. Melisa olan bitenleri hayret içinde izliyordu. Ali yorgunluğun etkisiyle odasına çekildi. Ahmet misafirlerinin yorgun olduğunu düşünerek odasına gitti. Salonda Melisa ve Sevda kaldı.
***
Melisa beklediği anı yakaladı. Sevda ile tartışmaya başladı. Önce Melisa konuştu:
- Yanlış davranışları sergilemekten utanmıyor musun?
- Yanlış olan nedir?
- Ağırbaşlı bir kadın olmanız gerekirken adama sulanıyorsun. Babamı unutmuşsun. Senin yaptığını o yapmazdı. Senden utanıyorum.
- Utanma nedenin ne?
- Babamla yaşadıklarını başka bir erkekle yaşamak istiyorsun.
- Baban yaşamıyor ki. Babana hiçbir saygısızlıkta bulunmadım. Mutlu olmamı ister misin?
- Evet, ama bu şekilde değil.
- Ne zaman büyüyeceksin Melisa. Benim yerimde sen olsan ne yaparsın? Hayatın boyunca ölümü mü bekleyeceksin? Sen evlendikten sonra ben kimsesiz bir evin içinde kalacağım.
Melisa hayretler içinde Sevda’yı dinledi. Öne sürdüğü düşünceler beklediği türden konuşmalar değildi. Konuşmaya atılmak ve sorulara cevap vermek yerine Sevda’yı dinlemeye devam etti. Biraz sustuktan sonra Sevda konuşmasını sürdürdü: “Bana saygı duyuyorsan kararlarıma da saygı duymalısın. Beni yargılamamalısın. Ben hiçbir gerçeği inkâr etmiyorum. Babanla severek evlendik ve çok güzel bir kızımız oldu. Mutluyduk ve kimseye muhtaç değildik. Ama Tanrı onu bizden aldı. Baban hayatımızda manevi bir değer olarak kalacak. Biz bu toplumun bir parçasıyız. O, bu toplumdan gitti. İkimizde bu toplum için yaşıyoruz. Hiç tanımadığımız bir insan için buradayız. İkimizde mutlu olabilmek için kararlar alıyoruz. İkimiz de yanlış yapabiliriz. Her şeye rağmen birbirimize her durumda değer vermeliyiz.” Konuşması biter bitmez salondan ayrıldı.
Melisa yerinde oturmaya devam etti. Annesini başka bir erkeğin yanında düşündükçe kızarıyordu. Bu konuşma Melisa’nın zoruna gitti. Melisa’nın ailesine karşı milliyetçi duyguları annesi tarafından yıkıldı. Eski aile düzeninin tamamıyla yıkılacağını anladı. Annesini başka bir erkekle düşündükçe babasına karşı olan sevgisi, annesine karşı öfkeye dönüyordu. Odasına doğru yol aldı. Yağmurun yağdığını görünce perdesini açtı. O kadar dolmuştu ki iyice ıslanmak istiyordu. Ayakkabılarını giydi ve yağmurun altında bir taşa oturarak beklemeye başladı. Misafir olduğu bir evde bu davranışı sergilemesi bir çılgınlıktı. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Bedeni sırılsıklam oldu. Saçları yüzüne dağıldı. Yavru bir kuşun ıslanmakta olduğunu gördü. Alıp eve götürmek için ağaca tırmandı. Kanatları ıslanmış kuşu ellerinin arasına aldı. Eve gelerek üzerini çıkartıp eşofmanları giydi. Kuşu boğmayacak şekilde sardı. Kuş derin bir korku içindeydi. Düşünmekten de kendisini alıkoyamıyordu. Titreyerek uykuya daldı.
Sabah Sevda, Melisa’yı çağırmaya gittiğinde yatağın içinde sayıklarken buldu. Yavru serçe kuşu odanın içinde tur atıyordu. Sevda pencereyi açarak kuşun gitmesini sağladı. Melisa için Ahmet’i çağırdı. Yatakta titreyip duruyordu. Melisa üşütmüştü ve dinlenmesi gerekiyordu. Sofraya bir eksikle başladılar. Ev sahibi nazikliğini sergiliyordu. Sevda, bu kibar adamı aradığı şans olarak görüyordu. Ama Ahmet’in düşüncelerini bilmediği için ağırbaşlı ve dikkatli davranıyordu. Kendisini basitçe ele vermek istemiyordu. Konuşurken gerektiğinden fazla gülmemeye dikkat ediyordu. Usta bir santraç ustası gibi yerinde hamleleri yapıyordu. Ahmet’in işe gitme vaktiydi. Evden ayrıldığında samimiyetini koruması ve güler yüzlülüğü Sevda’yı derinden etkiledi. Mecburiyetten bir gün daha misafir kalacaklardı.
***
Ahmet, neşeli başladığı günü akşama kadar sürdürdü. Sevda beklediği kişi olabilirdi. Hayaller dünyasında mutluluğunu sürdürmeye devam ediyordu. Günü mutlu ama dalgın bir şekilde geçirdi. Evine geldiğinde yemeği Sevda hazırlamıştı. Sofraya hep beraber oturdular. Sevda’nın gözlerine baktığında içindeki mutluluk alevleniyordu. Derinden gülmesiyle Sevda’nın duygularına karşılık veriyordu. Yemekten sonra kömürlükten nargile kömürünü ve odun getirdi. Önce semaveri yaktı, daha sonra da nargilesini yanına alarak kömürün yanmasını bekledi. Sevda bulaşıkları temizliyordu.
Hep beraber oturuyorlardı. Ahmet, Ali’nin geleceği hakkından bahsedince Melisa bütün dikkatini konuşmaya verdi. Ahmet’in çok güzel bir semtte küçük bir dükkânı vardı. İşletmeciliği Ali’ye verecekti. Ali’nin düşüncesi Melisa’yı kaybetmeden bir gelecek kurmaktı. Melisa’yla bir konuşma yapması gerekiyordu. Ali, Melisa’nın gözlerine bakarak konuşmaya başladı: “Bilmediğim bir şehirde çok kaliteli insanlarla tanıştım. Değerli insanlar hayatıma değer kattı. Acı ve mutluluğu beraber yaşadık. O hayatıma alıştım. Bir gerçeği itiraf etmem gerekir. Melisa hakkında düşüncelerim var. Eğer uygun görülürse kendisiyle evlenmek isterim.” Ali’nin konuşmasını Melisa hayretler içinde dinledi. Sevda, Melisa’ya bakıp güldü. Ahmet, Ali’nin böyle bir konuşma yapacağını biliyordu. Sevda kendi aşkının doğması için fırsat yakaladı. Melisa şaşkınlığını üzerinden atmaya çalıştı. Başını eğip dalgın bir hale büründü. Kafasını kaldırıp Ali’ye baktı: “Bana karşı olan düşüncelerinizi ve göstermiş olduğunuz samimiyete teşekkür ederim. Birbirimizi daha iyi tanımalıyız.”
Ali şaşkın bir şekilde Melisa’nın yüzüne baktı. Melisa’nın amacı; Sevda’nın doğmasını istemediği ilişkisini kontrol altında tutmaya çalışmasıydı. Ali’yle evlenecek ama Sevda’ya engel olacaktı. Belki de Ali’yle Ahmet’i birbirine düşürüp aralarını açacaktı. Melisa kurnazlık peşindeydi.
Sevda ise bu ilişkiye dünden razıydı. Sevda, Ali’yi süzdükten sonra konuşmaya başladı: “Birbirinize çokta yakışıyorsunuz. Bence beklemeden nişanı yapalım.” Melisa bu durumu çirkin bir plan olarak algıladı. Bu konuşmadan sonra gelecek cümleleri çok iyi biliyordu. Fazla da konuşmasına izin vermeyerek lafa atıldı: “Lütfen kararıma saygılı olur musunuz? Kız dediğin nazlı olmalıdır. Her şeye evet dersek şimdiden yandık.” Bu konuşma kahkahalara neden oldu. Melisa: “Benden çekeceğin var” dercesine Ali’yi tatlı bir şekilde süzdü. Konuşmasına devam etti: “Keşke babamda bu günü görebilseydi. Keşke hep yanımızda olsaydı. Kalbimde halen onu yaşatıyorum.” Ahmet’tin bu konuşmayla üzerine soğuk su dökülmüşçesine sustu. Sanki üşüyordu. Sevda, Melisa’nın bu hamlesine çok şaşırdı. Sevda: “Hayat ölenlerle değil, yaşayanlarla devam ediyor.” Ahmet mesajı net bir şekilde aldı. Sevda için uygun zamanı bekleyecekti.
İki sevgili yolculuk esnasında sohbet ettiler. Sevda camdan dışarıyı izliyordu. Yolculuk sona erdiğinde sabahtı. Uyku sersemliği bedenlerin üzerine kendi kiloları kadar ekledi. Güneşin sıcaklığı ıstırap oluyordu.
Sevda güler yüzüyle sofraya renk katıyordu. Sevda evliliğin güzelliklerinden bahsediyordu. Melisa sıkılarak konuyu değiştirdi. Koca bir ev Sevda’ya kalacaktı. Sevda evde yapacağı partileri, sürekli tatillerden bahsediyordu. Canı nasıl isterse öyle yaşayacaktı. Daha da ileriye giderek birkaç eski erkek arkadaşlarından bahsetti.
Melisa başına gelecekleri anladı. Sevda’nın da evlenmesi gerekiyordu. Aksi takdirde düzensiz ilişkilerle hayatını sürdürecekti. Sevda’yı umursamayıp Ali’yle ilgilendi.
***
Ali kahve içtikten sonra pencerenin önüne geçti. Evinden çıkıp dışarıda yürüyeme başladı. Yüksek bir tepeye varıp şehri izlemeye başlar: “Sokaklar sessizliğe bürünmüş, insanlar güzel bir uykunun tadını çıkartıyor. Ama düşünenlerin ışıkları halen açıktır. Mutluluk ve mutsuzluk ne tuhaf bir duygudur. Karanlığa boyun eğenler ışıklarını söndürüp düşünürken, derinliklerdeki yaralarını saklıyorlardı.
Bile bile mutsuzluk olur mu? İnsan kendisine kıyar mı? Elbette olur. Elbette insan kendisine zarar verebilir. Özgürlükten ödün verdikçe mahkûm olmaya mecbursun. Katlanmak sadece zamanın o anki imkânlarını kabullenmektir. Ve beklenen bir gün vardır. O gün gelinceye kadar mahkûm olmaya kabullenmişsinizdir. Her mutsuzluk böyle başlar. Yolunda gitmeyen işler çoğalır. Aslında beklenen nedenler oluşur. Sonra da düşünülmeye başlanır. Mahkûm günlerinizi gözünüzün önünde geçirirken, zamanın sizi nasıl yıprattığını anlarsınız. Artık eskisi gibi güçlü değilsiniz. Mutsuzluğunuz o kadar çoğalır ki içinizdeki bütün hevesiniz biter. Bu konuda sakın başkasını suçlamayınız.
Gün doğar, yeni bir karar alırsınız. Adına mutsuzluk dediğiniz ne ise biter. Belki büyük bir tartışma, belki büyük bir kavga, belki de büyük bir sessizlik olur. İnsanlar içinden konuşmaya başlar. Herkes bir nedeni sorgular. Yanlış aranırken bu işin en başından beri doğru olmadığı kabullenilmez.
İnsanlar yıllarca yalandan gülebilir mi? Kendisine acı çektiren bir insan başkasına çektirmez mi? Böyle durumlarda inanç zedelenmesi olur. Gerçekten inandınız. Verdiğiniz en doğru karar, aldığınız en büyük acı olur. Hayalleriniz yıkılır. Eski düşleriniz karşınıza bir acı olarak çıkar. Sizin suçunuz sadece inanmaktı.
İnancı olmayan kişi derinden ağır acı alan insan mıdır? Kesinlikle öyle değildir. Bu acıyı hiç tatmayan biri de olabilir. Sadece bir düşünce vardır. Acının bir ırmak gibi akması insanları etkiler. Bir alanda mutsuzluk var ise; onunla tanışmak için orda bulunmanız yeterlidir.
Mutsuz insan hep ağlar mı? Mutluluk uzak olduğu için mi mutsuz? Mutsuzluğun nedeni; eskisini örtüp, yenisini açamadığı içindir. Oysa dünyamızda bu konunun örnekleri mevcuttur. Yeniden güneş doğar, yeniden gün başlar, hep yenilikler başlar. Eskilerinin üzerini zaman yavaş yavaş kapatır. Zaman dünün değil, yarının geleceğini belirtir.
Yeni bir mutluluk güneş gibi doğar. Önce içinizi ısıtır. Ruhunuz eski özgürlüğüne kavuşur. Bu sefer daha dikkatli davranırsınız. Bakış açınız değişir. Önceliğiniz mutsuzluğa yol açan konular olur. Bunları bir zindana kilitlemek istersiniz. Mutsuzluk derinliklere kapanır ise mutluluklar diler.”
Ali yanan ışıkların daha da azaldığını görüyordu. Gece yarısının sessizliği artıyordu. Tüyleri diken gibi olmaya başladı. Evine gidip ışığı söndürüp yattı.
Sabah olduğunda Melisa evinin kapısını çalıyordu. Uyanıp kapıyı açtığında Melisa neşeliydi. Melisa: “Günaydın” deyip evin bahçesine gitti.
Pazarcı arkadaşlarıyla vedalaşırken yaşadıkları her zorluk karşısına anılan anı olarak çıktı. Duyguların doruğa çıktığı bir andı. Son defa evine doğru geldi. Eşyalarını eskiciye sattı. Yanına elbiselerini ve kitaplarını aldı. Melisa’yla göz göze geldiğinde çok duyguluydu. Başını eğdi ve sustu. Yeni bir güneşin doğmasını bekliyordu. Bugün duygularına yenik düşmüştü.
Son defa evinin içine girdi. İlk geldiği gün ve son kaldığı gün gözlerinin önünde sırasıyla canlanıyordu. Zamanın kendisini nasıl değiştirdiğini görüyordu. Sevda elinde “KİRALIK” yazan bir kâğıtla yanına geldi. Camın üzerine astıktan sonra beraber evden çıktılar.
Melisa neşesinden ödün vermedi. Sevda ne kadar kızdırmaya kalkışsa da aldırmadı. Bu durum Sevda’nın hoşuna gidiyordu. Kızını asi yetirmenin zorluklarıyla karşı karşıya kalıyordu: “Beni en çok sen yordun. Baban bile daha çok saygılıydı. Ali yandı da farkında değil.” Melisa: “İstemiyorsa evlenmesin. Evlenmeyi ben değil, o teklif etti. Bana haksızlık etme.” Sevda içini çekerek dert yağmaya başladı: “Ben ne olacağım? Beni hiç düşünüyor musun?” Melisa samimi olmayan bir tavırla: “Aklında ki bütün düşünceleri unutmalısın. Sana engel olamam. Ama yanlış bir davranış içindesin. Sana yakışmıyor.”
***
Ali yeni dükkânını güzel bir tasarımla süsledi. Ağaçtan yapılan ve ışıklarla süslenen tabelasının güzel bir görüntüsü vardı. Kitaplarını özenerek siliyor ve hepsinin birer mücevher olduğunu biliyordu. Birçok kitabı güzelce dizdikten sonra yüzündeki teri dinlendirmek için oturdu. Dinlendikten sonra içindeki hevesle işe atılıyor, daha fazla çalışmak istiyordu. Saat gece yarısını gösteriyordu. Yorgun bir şekilde Ahmet’in evine gitti.
İlk hafta satışları durgun olmasına rağmen ikinci haftada satışları beklediğinden fazla gerçekleşti. Sürekli kitap siparişleri veriyordu. Moralleri yüksek bir şekilde eve gidiyordu. İzinli günlerinde Ahmet, Ali’ye yardım ediyordu. Ali’nin belirli bir grup müşterisi vardı. Önceden siparişler verirdi. Sonra da gelip kitaplarını alırlardı. Ali bu grupla samimi oldu. Hatta bir seferinde gruba kitap önerdi. Ali’nin önerdiği kitap grubun hoşuna gidince Ali’yi toplandıkları parka davet ettiler.
Grup, önceden konu belirler ve o konuyu konuşmacılar tezleriyle ispatlamaya çalışır. Tezlerin doğruluğu grup tarafından kabul edilir ise oluşturdukları deftere not ediyorlardı. Sürekli araştırmalar yapılıp daha olgun düşünce oluşturuluyordu. Grup içinde bayan ve erkek karışık olsa da kadın ağırlıklı bir gruptu.
Ali yoğun olmasına rağmen ısrarlara dayanamayıp parka gitti. Konu: Ruh İle Beden olarak seçilmişti. Bu konuda toplumda da belirli bir düzeyde düşünce hâkimdi. Bu tartışma bu düzeyi de sorgulayacaktı.
İlk sözü alan mavi gözlü uzun boylu bir adamdı. Dik bir şekilde yürüyordu. Kaya gibi kahverengi gözleri vardı. Gözleriyle insanları süzüyordu. Karşındaki kişinin düşüncelerini anlamaya çalışıyordu. Konuya başlamadan insanları süzmesinin nedeni kendisinin nasıl göründüğüydü. Sözlerini sert bir dil kullanarak aktarıyordu: “Ruh özgürdür, beden ise tutsaktır. Özgür bir ruh tutsak bir bedeni yönetir. Bedenlerimizi yöneten ruh başka insanlara ezilmektedir. Ruh, ruha ezilirse tutsak bedenimiz köle olur. Daha açık konuşmak gerekirse bedenini başka insana ezdirmektir. Ezik bir beden, ezik bir kişiliği doğurur. Hayattan tat alamayan insanların hepsi eziktir. Çünkü mutluluk uzaklardan bakılan bir penceredir. Tutsak bedenin özgür olabilmesi için ruhun özgürlüğü bedenin mutluluğunda gizlenmelidir.”
Sözleri bittiğinde bir alkış topluluktan kopuyordu. Savaşa giden bir asker gibi konuştu. Oysa savaştan gelen bir asker gibi mutluluğa sahip değildi.
İkinci sözü alan kişi kısa boylu, tombul yanaklı, gamzeleriyle mutluluk saçıyordu. Komik bir anlatımının olacağı belliydi: ‘Sevgiyle selamladığım değerli arkadaşlarım, ruh ifade şekli değildir. Kendisini ifade edemez. İfadesiz ruh özgür olamaz. İnsanlar ruhları değil, bedenleri sorgular. Bedenler cezalandırılırken, ruhlar tutsak edilemez. Her acıyı beden çeker. Beden, ruhu istemediği zaman ruh çeker gider. Ölümü beden gerçekleştirir. Bazen bilinçli, bazen de bilinçsiz bir şekilde olur. Nasıl ki bizim her istediğimiz olmuyor ise, bedenin de her istediği olmuyor. Böyle durumlarda bedenin gözleri açık kalarak ölüm gerçekleşir.”
Alkışlar eşiğinde sözlerini bitirdi. Farklı bir düşünceyi öne sürmesi konunun daha derin ve geniş kapsamda ele alınmasını sağladı. Üçüncü sözü alan kişi yaşlı bir bayandı. Saçları aklara bürünmüş, gözleri yeşilliğiyle bedene renk katıyordu. Kafasını kaldırıp konuşmaya başladı: “Evlatlarım, ruh sadece bir nefestir. Son nefesinizde gidecek bir yolcudur. Beden ise dünyaya aittir. Gideceği yer topraktır. İnsanları bir yolcu ve bir toprak oluşturur. Bu yolcu sorgulanamaz. Sorgulanacak tek gerçek bedendir. Her acıyı bedenimiz çeker. Bedene zalimce davranmamalıyız. Bedeni ölen kişi yaşayamaz. Felçli birini ruh nasıl ki tam anlamıyla yönetemiyorsa, onun her yerine hük edemiyorsa veya içine kurt girmiş bir bedeni savunamıyor ise; ruh, bedeni savunamaz.”
Alkışlar eşliğinde konuşmasını bitirdi. Bu konuşmanın samimi dilinden çok yaşlı bir kadının kendisini ifade etmek için heyecanlı davranması ilgiye karşılandı.
Konuşmayı zenci uzun bir adam sürdürecekti. Onun konuşması önemliydi. Defalarca dışlanmış bir beden olabilirdi. Kendisinden emin hareketleri vardı. Konuşmaya başladı: “Beden mutsuz olduğunda mutluluğu ruhta ararız. Beden yenildiğinde umutları ruhta ararız. Bedenin her acısının tek çözümü ruhtur. Bedeni öldürürken ruhla yaşatmaya devam ederiz. Ruh bedeni ifade eder.”
Alkış sesleri eşliğinde konuşmasını bitirdi. Bu konuşmayı destekleyenlerin dışında hayal kırıklığına uğrayanlar da vardı. Konuşma sırası genç bir bayandaydı. Gözlüklerini takarak konuşmaya başladı: “Bedeni en çok şiddete mahrum kalan kadın, ruhu en özgür kadını yaratmıştır. Özgürlüğünden ödün vermeyen kadın zincirlense bile tutsak edilemez. Beden özgürlüğü engellendikçe kutsallık artmıştır. Bu inançsal bir hatadır. Hakikat sudur ki; kadın ve erkek bedensel olarak birbirini tamamlar. Beden, üstün ırkı yaratamaz.”
Konuşma farklı görüşlerle farklı şekiller alıyordu. Konuşma sırası başka bir kadına geldi. Esmer, orta yaşta bir kadın konuşmak için hazırlanıyordu. Etrafına baktıktan sonra sözlerine başladı: “Kalbi duran bir adam önce ölümü tatar. Belirli bir süre içinde tekrardan kalbi çalıştırılır ise kaldığı yerden yaşamaya devam eder. Ruh bedenden ayrılıp tekrardan gelebilir mi? Ruh kalbi duran bir adamdan ayrılmamış ise neyi beklemektedir? Oysa ruhun beden ayrılığından sonra geri gelmeyeceğini bilmekteyiz. Ateşin içinde yanan bir adamın bedeni haykırırken ruh izleyicidir. Acıyı beden çekmektedir. Ruh asla beden için savaşmaz, bedenin yaşamak isterse savaşır. Ruh sadece izler ve bir gün gidecektir.”
Konuşması biten kadın alkışları aldıktan sonra yerine oturur. Konuşma sırasını on beş yaşlarında bir genç erkekteydi: “Ruhun ve bedenin toplumdaki etkisini ele almak istiyorum. Beden gösteriyi sunar. Her ruhun değerini beden oluşturur. Beden hem değer kazanır, hem de değer kaybeder. Kişilik, düşünce, şekil, tip, tavır ve davranışlar, rengi vb. bedenin özellikleridir. Toplum bedenleri gruplara ayırır. Belli başlı olanları; milliyetçi, dini, ahlaki ve kültürel olarak sınıflandırabiliriz. Beden doğduktan sonra sınıflara ayrılır. Oysa her bedenin istedikleri aynıdır. Sadece yaşamak. Grupların etkisiyle özgür yaşamın önüne engel konulur. Bedenler birbirine yabancılaşır. Ruh bedenin içine saklanmış, görünmeyen bir varlıktır. Varlık görünmediği sürece tartışılmaya açıktır. Ruhun varlığını hislerle ortaya koymaktayız. Toplumsal hisler toplumu yönlendirir. Her toplumun hisleri farklıdır. Ruhun temel ihtiyaçları olamaz.”
Alkışlar eşliğinde yerine doğru yürüdü. Konu çok boyutlu bir hal aldı. Her konuşmacı düşünceleri doğrultusunda yorum yapıyordu. Düşüncede engelleme yapılmadığı için konu renkleşiyordu. Konuşma sırası yürümekte zorluk çeken yaşlı bir bayandaydı. Hayata gözleri gülüyordu. Üzerinde umutsuzluk yoktu. Konuşmaya başladı: “Hepimiz bir kadının bedeninde oluştuk. Ruh kadın bedeninde dünyaya gelir. Bir bedenin içine girerek yıllarca içinde kalır. Belki de bu ruha verilen bir cezadır. Bedenler büyürken ruhlar büyümez. Ruh, beden ölünceye kadar bekler. Bizler bedene değer veririz. Bedenin gülmesiyle mutlu oluruz. Bedeni yaşatmak için çaba harcarız. Aslında hayat çok basittir. Dünyaya gelip, yaşayıp ve ölürüz. Yaşama süresini bedenin mücadelesiyle olur. Bir anne karnındaki çocuğa bir ruh olarak değil, bir beden olarak bakar.”
Alkışlar eşiğinde yavaş yavaş yürüyerek yerine doğru ilerledi. Bu sefer kumral, orta yaşta bir erkek sözü aldı. Utangaç yüzünde kızarıklar oluştu. Konuşmaya başladı: “Biz iki gerçeği yaşıyoruz. Bedenin ve ruhun gerçekleridir. Her beden seçicidir. Beden her zaman arzular. İstemesi en doğal hakkıdır. Çünkü her acıya o katlanır. Gülmek ve ağlamak onun en doğal davranışıdır. Basit bir şekilde kendisini ifade eder. Yönelim hareketlerini sergiler. Beslenmek, yatmak, dinlenmek, barınmak vb. birçok örnek bedenin ihtiyaçlarıdır. Mutluluk, sevinç, ağlamak, haykırmak, üzülmek vb. bedenin davranışlarıdır. Bedenin dili, ruhun diline göre daha sade bir dildir. Bedeni kurallara tabii tutmak kolaydır. Bir defa söylediğinizi defalarca söyleyebilir veya yapabilir. Aç beden doyurulabilir ama aç ruh doyumsuzdur. Ruhu kurallara tabii tutamazsınız. Bir bedeni özgürlüğü uğruna parçalayabilir. Ruhu iyi anlamak gerekir. Onun yemek veya sevgi gibi bir ihtiyacı yok. Bunu bedeniniz için yaparsınız. Ruh bedenin en önemli unsurudur. Ruh bedeni kullanır. Bu yüzden kesinlikle eğitilmelidir. Bedeni ne kadar eğitirseniz ruh o kadar güçlenir. Ruhsuz hiçbir beden yaşayamaz.”
Alkışlar eşliğinde yerine doğru ilerliyordu. Alnında hafif bir ter birikmişti. Konu üzerindeki görüşler sonlandı. Grup, Ali’nin çok hoşuna gitti. Gelecek program konusu ise, yalnızlık ve özgürlüktü. Bu arada oylama ile en iyi yazı seçiliyordu. Ali saatine baktı. Ayrılma vakti gelmişti. Eve gittiğinde Ahmet onu bekliyordu. Uykusuzluğu yüzünden okunuyordu. Ali haber vermeden gittiği için telaşa kapılmıştı. Ali’yi görünce odasına çekildi. Ali uyumak istemiyordu. Güzel bir topluluk karşısında hayranlığa kapıldı. Sonuçta varlık tartışılıyor ise şüphe duyulduğu içindir.
Sabah Ahmet, Ali’nin uyanamayacağını bildiği için odasına girip seslendi. Ali bu sesin sürekliliğine dayanamayıp gözlerini açtı. Kahvaltısını yaptıktan sonra yola koyularak işine gitti.
***
Ali, çember şeklinde oluşan grubun en ön kısmında oturdu. Katılım geçen sefere göre daha fazlaydı. İlk konuşmayı genç bir bayan üstlendi. Hareketli tavırları ve giyim şekliyle dikkatleri çekiyordu. Kırmızı renkteki abiyesinin üzerine siyah saçları dağılmıştı. Konuşmaya başladı: “İnsanların olmadığı bir dünyada özgür olabilir miyiz? Yalnızlıkta insanlar özgür olamaz. İnsanlar bu nedenle zindanlara kapatılır. Alışkanlıklar özgürlüğü engeller mi? Bağımsızlığını yaşayan bir bedende ödün veriliyor ise engeldir. Bu durumda özgürlüğün temek ihtiyaçları vardır. Öncelikle himaye altında olmadan bağımsız davranabilmektir. İstediğimiz anda istediğimizi başkasının özgürlük alanına girmeden yapabilmektir. Özgürlükte kısıtlama olamaz. Ama şu gerçek unutulmamalıdır ki; Özgürlük sadece bize ait bir özellik değildir.” Konuşmasını güler yüzüyle bitirdi. Selamını verdikten sonra alkışlarla yerine doğru ilerledi.
Sıradaki konuşmacı yine genç bir bayandı. Yavaş adımlarla ilerliyordu. Konuşmaya başladı: “Özgürlük: Acının olmadığı, hevesin bitmediği, saf bir mutluluktur. Mutsuz insan özgür olamaz, düşüncelerine tutsak düşmüştür. Acı çeken insan özgürlükten ödün vermiştir. Mutlu insanlar özgür olabilir. Özgürlük; farklılık değil, eşitçilik ister. Nedenlerle insanlar arasında üstünlük olamaz.” Konuşmasını bitirdiğinde etrafına baktı. Yavaş bir biçimde yerine gidip oturdu.
Sırada orta yaşlarda bir bayan vardı: “Özgür insan, yalnız insandır. Özgürlükte beklenti olmaz. Bir canlının başka bir canlıdan beklentisi var ise; kişiliğinden ödün vermesine veya yardım etmesine yol açar. Ödün veren özgürlüğü tadamaz, yardıma muhtaç olan ise özgür değildir. Özgürlük savaşmak değildir, mücadele gerektirmez. Özgürlük; kendimizle olan barışımızdır. Kişiye ait, istekleri doğrultusunda kullanır. Kişilerin istekleri kesişebilir ama bütünleme olamaz. Her insan yalnızdır özünde.” Farlı bir konuşmayı gerçekleştirdi. Düşündürücü yanları vardı. Tartışmaya açık bir konuşmaydı.
İlk erkek konuşmacı yaşlı bir adamdı: “Başka bir canlıya zarar ve korku vermeden, içimizden gelen davranışları sergilemektir. Her canlı yaşama hakkına sahiptir. Canlıların var olabilmesi için özgür olmaya ihtiyacı vardır.” Kısa bir konuşma gerçekleştirdi.
Sıradaki konuşmacı on iki yaş civarında bir erkekti: “Özgür olmak istiyorum ama her istediğimi yapacak akıl ve tecrübeye sahip değilim. Akıl geliştikçe ve tecrübe artıkça özgürlük kavramı daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır. İnsan geliştikçe özgürlük artar. Özgürlük büyütülebiliyorsa bir doğuşu vardır. Ömürden farkı, asla yaşlanmaz.
Bu durumda hepimiz farklı özgürlüklere sahibiz. Farklılıklarımız, özgürlük seviyemizi belirlemektedir. Özgürlükte eşitlik olamaz, saygı duymak olur. Ne kadar saygı duyabiliyorsak, o kadar karşımızdaki kişinin özgür olmasını sağlayabiliriz. Özgürlük için hoşgörü ve saygıya ihtiyacımız var.” Alkışlar eşiğinde yerine doğru ilerledi.
Sıradaki konuşmacı genç bir bayandı. Heyecanlandıkça telaşa kapılan bir hali vardı: “Önce bir umut doğar. Bu umut bize mutluluğu tattırır. Gözlerimizi açtığımızda bu umudun bittiğini fark ederiz. Gözyaşlarının içinde olsak bile bir daha yaşamak için hevese kapılırız. O an defalarca yaşanmak istenilir. Bu umut aslında özgürlüktür. Özgürlüğü yaşamak istiyorsak, yaşayanlar özgür olmalıdır. Özgürlük: Zararsız bir şekilde sınırsızca yaşamaktır.”
Ellerinde kitapları bulanan genç ve esmer bir bayan konuşmaya yeni karar vermiş gibi söz istedi. Hazırlıksız olduğu tavırlarından belliydi. Belki içindeki isyanı ifade etmek için söz istedi. Sert bir yüz ifadesi kararlılığını gösteriyordu: “Canlılar, temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonraki bulduğu huzurla mı özgür olur? Vahşi bir hayvanın özgür olabilmesi için öncelikle var olması gerekir. Beslenme ihtiyaçları için bir veya daha fazla canlıyı yok eder. Beslendikten sonra uzanır ve dinlenir. Bu tür hayvanlar için özgürlük budur.
Başka tür hayvanlar ise ölüme yakın bir şekilde hayatını sürdürür. Bir gün orda ki ölümü tadacaktır. Bu canlılar için özgürlük; Korkunun baskısı altında, hayattaki varlığını sürdürmektir.
İnsan gibi evcilleşmiş canlılarda bu durum farklıdır. Temel ihtiyaçlar daha düzgün sistemlerle basit bir şekilde karşılanmaktadır. İnsanlarda özgürlük; düşünebilmek ve düşüncelerini hayata yansıtmaktır. İnsan varlığının gelişme nedeni budur. Hayvanlar bulduğu huzurla özgür olur iken, insanlar düşünceleriyle özgür olur. Özgürlük, düşünebilmektir.”
Yaşlı bir adam konuşmak için söz istedi: “İstediği gibi yaşayan her kişi özgür olabilir mi? İsteklerde yanılgı olur ise özgürlük; doğrusuyla, yanlışıyla yaşamak mıdır? Özgürlük yaşamak mıdır? Ölüm gerçekleştiğinde özgürlük biter. Özgürlük bir ömür müdür? Başlar, büyür ve ölür. Özgürlük nedir?
Özgürlük: İçimizde büyüyen ve yarınlara taşınan vicdanımızın haykıran sesidir. Özgürlüğün sesi temel insan haklarına dayanır. Var olan değil, olması gereken istenilir. Yeterlilik düşüncesi zamana bağlı olarak gelişir.”
Sonraki konu ise Aşk Ve Yalnızlık olarak seçildi.
***
Ali, gruptaki katılımın daha fazla olması için farklı bir her önerdi. Grup yöneticileri deneme amaçlı bu isteği kabul ettiler. Bu yeni park sürekli insan kalabalığın içindeydi. Fark edilmeme gibi bir düşünce söz konusu olamazdı. Ali bu sefer konuşma yapmak için taslak hazırladı. Gün içerisinde bu taslağı geliştirmeye kafa yordu.
Grup üyeleri organizasyonu hayranlıkla izliyordu. İlk konuşmacı olgun bir bayandı: “ Yalnızlık: Bizi kendimize düşüren, kendi içimizde mahkûm ettiren ve kimsenin olmadığı hapishanedir. Buradan kaçış yoktur. Her mahkûm biteceği günü değil, unutacağı günü beklemektedir. Aşk: Yalnızlığımızı unutturan, bizi içimizden çıkartan ve mutluluğu sunan bir hevestir. İnsanların hevesleri tutkularına bağlıdır. Çok âşık olmak, çok hevesli olmaktır. Unutamayıp özlem duymak, eski tutkulara yenik düşmektir. Yalnızlık, aşkı üzerinden atamadığı için özler.” Alkışlar eşliğinde yerine oturdu.
İkinci konuşmayı on altı yaşlarında ve yüzünde sivilceler bulunan bir bayandı: “Yalnızlık, koça bir hayatta tek başımıza olmaktır. Her canlının ortak ihtiyaçları vardır. İnsanlar birbirine muhtaçtır.
Yalnızlığa çekilmek ise hayattan kaçmaktır. Bedenin yaşamaya karşı gösterdiği isteksizliktir. İçindeki duygu mutsuzluktur. Gülmek yerine ağlamayı tercih eder. Bu durumda insan bile bile hata yapar. Aynı bedenin gülme özelliği de vardır.
Aşk: Ruhun mutluluğu yaşamasıdır. Mutlu bir ruh yalnızlığa terk edilemez. Aşk mutlu bir dilin içinde hayranlık düşüncesinin ifadesidir. Her âşık muhteşem gözükür. Kendi içinden çıkamayan insana ilk defa dünya küçük gelir. Aşk kesinlikle bedenle ifade edilemez. Her beden değişim sergiler, oysa aşklar ölümsüz ve değişmez. Aşk yalnızlığın düşmanı, kimsesizlerin ise kahramanıdır.” Konuşmacı bitince beraber geldiği arkadaşları sevgi alkışlarını uzun tutarak desteklerini sürdürdü. Biraz bekledikten sonra yerine doğru ilerledi.
İlk erkek konuşmacı Ali’ydi. Utanarak çevresine baktı: “Yalnızlık; açık denizlere giden ve kaptanın olmadığı bir gemide karaya bakan yalnız mürettebatıdır. Yalnız insanlar yalan söyleyemez, aldatamaz, masun bir gerçeği vardır. Yalan söylemek için en az birinin daha olması gerekir.
Aşk; gözlerimizi kapattığımızda bize mutluluğu getiren kişinin düşlenmesidir. O an bedenimize huzur ve mutluluk gelir. Duygular nezdinde gelişir ve duygusal bir yaklaşımdır. Her âşık yatmadan önce düşler kurar. Bu kişinin adı sevgili olur. Aşkın büyüklüğü, düşlerin derinliklerine bağlıdır. Büyük aşklar, büyük düşlerle yaşanır. Aşk yaratıcılığı geliştirir. Her insan aşkını mükemmelleştirir.” Utangaç tavırları konuşmasının anlatım dilini etkiledi. Çevresine yine utanarak baktı. Alkışların gelmesiyle mutlu oldu.
Sırada başka bir bayan vardı. Topuklu ayakkabıları yürürken her adımını yankılıyordu. Konuşmacı başını hazırladığı kâğıda eğerek: “ Yalnızlık beklemektir. Yalnız insanlar sadece bekler. O doğru günün geleceğini tüm ümitleriyle bekler. Bazen gözyaşları akar. Bazen istemeden de oturup ağlar. Çok güçsüz gözükür. O güçsüz insanın beklentisini elinden alamazsınız. Çünkü başka hiçbir umudu yoktur. Düşünce yaşama umududur. Evet, sevgili dostlarım düşünce yaşama umududur. Çünkü yalnızlık aşkı bekler. Aşk ise gecenin sessizliği ve zifiri karanlığında korkuyu ve çaresizliği üzerinde atan mutluluktur. Aşkta mutsuzluk olamaz. Acı veren aşk yalnızlıktır.” Kendisinden emin tavırları vardı. Yürümesine ahenk veren sesle ilerliyordu.
Yeni konuşmacı seksen yaşlarında bir beyefendiydi: “Aşk emek vererek ördüğümüz duvarların içine girmektir. Âşık olan insanların tercihleri kısıtlanmıştır. Kendisini kurallara tabi tutmuştur. Yalnızlık ise tercih haklarımızın sınırsız olduğu ve bunları kullanma özgürlüğüdür. Yalnız insanlar istediği gibi davranabilir. Aşk toplu bir mücadeledir, yalnızlık ise tek başına verilen bir mücadeledir. Düşman ise korkudur. Toplumun içine korku girmiş ise sömürmek kolay olur. Yalnız insanın var olabilmesi için cesaretli olması gerekir. Sığınabileceği ikinci kapı yoktur. Cesaret korkunun bittiği anda başlar. Aşk mutluluğu verirken, yalnızlık özgürlüğü sunar.” Farklı bir düşünceyi güzel bir dille dile getiren beyefendi, alkışları alarak kürsüden ayrıldı.
Gencecik, on altı yaşında bir genç kız aşkı ve yalnızlığı anlatmak için yerinden kalktı. Dişleri beyaz, dudaklarında kırmızı ruj, açık kumral teniyle hayatın renkli simgesi gibisiydi. Modern giyim tarzıyla kürsüye çıkıp önce güldü. Utangaç tavırlarının heyecanla birleşmesi sonucu şaşırmıştı. Cebinden yazdığı notu çıkartıp okumaya başladı: “Aşk, bedenimizi düşüncelerle oyaladığımız, rumuzu mutlulukla coşturduğumuz bir oyundur. Çocuklar gibi oynayıp mutluluk kahkahaları atarız. Bu yüzdendir ki aşkın yaşı olmaz. Yalnızlık ise yüreğimizi ısıtacak birinin o an kendisini hissettirememesidir. Derin bir boşluğun oluşmasına yol açar.” Konuşmasını bitirdi ve alkışları toplayıp yerine doğru gitti.
Konuşmalar bittiğinde aydınlığa çıkan düşünceler insanları etkisinde bıraktı. Mutluluk daha fazla arzulanmaya başlandı. Genç kızlar biraz daha fazla olgun davranarak kendilerini ön plana çıkardı. Kadınlar hakkındaki kararları erkeklerin aldığı bir toplumda, özgürlük konusunda kadınların ödün vermemesi heyecan yarattı.
Ali evine gittiğinde dalgındı. Atığı adımları sanki bir boşlukta atıyormuş gibi hissetmiyordu. Hatta kapının zilini uzun uzun çaldı. Ahmet’in ayakta olduğunu biliyordu. Ona rahatsızlık vermek istedi. Belki de çok konuşmak istiyordu. Kapı açıldığında doktorun yüzüne baktı. İçeriye girmek yerine kapıda bekliyordu. Ahmet’e bakarak: “Sence aşk ve yalnızlık nedir?”
Ahmet, Ali’nin içeri girmesini bekledi. Beklemediği bir soruydu. Televizyonun sesini kısarak: “Aşk, mutlu yaşam şeklidir. Sıcak yemek istediğimizde ocağın altını yakarız. Yemek kaynamaya başlar. Aşkta aynısıdır. Önce içimiz ısınmaya başlar. Isındıkça mutluluğumuz artar. Sonra kaynamaya başlayıp kendimizi ifade etmeye başlarız. Aşkın dili bakışlarda gizlidir. Daha güzel hayaller kurmasını öğreniriz. Yalnızlık ise bu yemeği ısıtacak bir ateşin olmamasıdır.” Ahmet uzun bir iç çekerek: “Aşk, insanı daha fazla düşünmesini sağlayarak olgunlaştırır. Yalnızlık ise sabrederek ve daha fazla zamana direnerek güçlendirir. İnsanoğlu her ikisini de farklı zamanlarda yaşar.”
***
Melisa kapıyı açtığında karşısında Ali’yi gördü. Heyecanlandı ve sevinçten sarıldı. Daha sonra merdivenlerden çıkan Ahmet’i görünce utanıp hemen uzaklaştı. Ahmet yorgun bir şekilde Melisa’nın yanına gelip selamlaştı. İçeri girdiklerinde Sevda mutfakta yemek yapıyordu. Sesleri duymuş olmalı ki yemeği bırakıp salona geldi. Önce Ahmet’e, sonra Ali’yle selamlaştı. Dikkatleri üzerine yine çekti. Bu davranışını utanma nedeni değil, gurur kaynağı alarak sergiliyordu. Evin içindeki eski hatıraların hepsini kaldırmıştı. Ahmet için önceden zemin hazırlamıştı. Mutfakta bazı eksiklerin giderilmesi için Melisa’ya eksik listesi verdi. Ali, arkadaşlarını görmek için gelmek istemesi ve ısrarları Melisa’yı zor durumda bıraktı. Sevda’nın gözlerine sert bir şekilde baktı. Sevda’nın bir oyunuyla yine karşı karşıyaydı. Melisa: “Evde misafir varken gitmem doğru değil. Daha sonra eksiklerimizi alırız.” Ali sustu. Sevda cebinden parasını çıkararak ve güler bir yüzle: “Misafire mi güvenmiyorsun? Yabancı biri değil.” Melisa parayı almayarak ve aynı şekilde güler yüzle: “Benim düşüncem misafiri yalnız bırakmak doğru değil. Evde sıkılır. Ya hep beraber gidelim, ya da gitmeyelim.” Ahmet söze atılarak: “Beraber gidelim.” Sözlerini söylerken kimsenin gözlerine bakmaması dikkatleri çeken başka bir davranış oldu.
Sevda yemekleri yapıyordu. Diğerleri pazar eksikleri almaya gitti. Sevda kendisi için bir fırsat yaratması gerekiyordu. Melisa sürekli engel olmaya çalışıyordu. Kendisini ifade etmek için önceden hazırladığı mektubu Ahmet’in yatacağı odada ki yatağın içine koydu. Melisa’ya yakın bir odaya Ali’yi yatıracaktı. Ahmet’in kendisi hakkındaki düşüncelerini bildiğini zannederek böyle bir girişimde bulunmuştu. Kapı çaldı ve tekrardan misafirler geldi. Güzel sohbetler eşliğinde yemek yenildi. Akşama kadar zaman neşeli bir şekilde geçti. Gece olduğunda Sevda odaları gösteriyordu. Ali ve Ahmet odasına çekildi. Ahmet yatağı açtığında kendisi için yazılan zarfın içinde bir kâğıt olduğunu gördü. Zarfın ağzı açık bırakılmıştı. Yatağın üzerine oturup okumaya başladı:
“Merhaba;
Sizinle konuşmak için defalarca düşündüm. Defalarca kararsızlıkta kaldım. Size karşı beslediğim duyguları ifade etmek için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Ama şunu da ifade etmek isterim ki kendi hayatımı yönlendirirken başka hayatların zarar görmesini asla istemem. İnsan yalnızlığını atmak için âşık olur. Yaşamın kısa olduğunu anlamak için öncelikle yaşamak gerekir. Bunu olgun insanlar daha iyi bilir. Olgunluğunuz ve medeni davranışlarınız aşkın doğması için bir fırsat olacağını düşünüyorum. Ben dünlerin izleriyle değil, yarınların umutlarıyla yaşayan bir insanım. Korkunun sevdiği karanlıklarda bile düşünmesini severim. Doğru insan yanlış yapabilir mi? Evet yapabilir. Yanıldığımız konu ise bu onu yanlış insan olduğunu göstermez, yanlıştan dönülebilir. Umarım beni yanlış anlamamışsınızdır.”
Ahmet defalarca notu okudu. Yatağına uzandığında halen şaşkındı. Beklemediği bir anda bir not aklını başından aldı. Sabredemeyip yatağından kalktı. Önce camdan dışarı baktı, ay ışığı altında cırcır böceği sessizliğe her zamanki gibi meydan okuyordu. Aya baktı ve sonra yatağına girdi.
Sabah olduğunda Ahmet’in odasında bir not duruyordu. Sevda heyecanla notu aldı. Melisa’nın geldiğini görünce cebine koydu. Melisa, Sevda’nın gözlerinin içine baktı. Her zamanki gibi Sevda’yı gözleriyle sorguluyordu. Sevda gözlerini kaçırıp odayı temizlemeye başladı.
Kahvaltıya oturduklarında Ahmet’in gözleri Sevda’ya bakmak yerine yerde geziniyordu. Sevda yazıyı okumadığı için içine bir korku girdi. Sofrada sessizlik vardı. Melisa şüphelenmeye başlamıştı. Ali aralarında kafası en rahat olandı. Olan bitenlerle ilgilenmek yerine Melisa’yı düşünüyordu. Tatlı bir rüya görür gibi gülüp duruyordu. Nedensiz olmalarından dolayı sürekli dikkat çekiyordu. Leyla mutfağa kâğıdı cebinden çıkardı: “Merhaba Sevda. Birbirimize bestelemiş olduğumuz duyguları ifade etmemiz güzelliğin yansımasıdır. Güzelliğin üzerinde gölgeler olabilir. Fakat hiçbir çiçek bu nedenle solmaz. Güler yüzünüzün beni derinden etkilediğini söylemek isterim. Bu güzel mutluluğun verdiği huzur, son yıllarda bulduğum en büyük mutluluktur.” Bu yazı Leyla’nın içindeki sıkıntıyı darmadağın etti. Daha huzurlu ve daha mutlu biri oldu. Gülerek geri döndü.
Ali, Melisa’yla evlilik detaylarını konuşmaya başladı. Tarih ve zaman dilimleri Melisa’yı heyecanlandırıyordu. Melisa sürekli hevesle lafa atılıyordu. Aralarında tatlı bir konuşma geçiyordu. Melisa’nın uzun gülüşleri Ali’nin heyecanını artırıyordu. Artık bir yolcunun zamanının geldiği bir andı. Vedalaşmak için Ali’ye sarıldı. Bırakmak istemiyordu. Ahmet, Sevda’nın gözlerine baktı. İçindeki alev bir çiçek gibi tatlı görünüyordu. Oysa ateş yakar. İkisinin yanacağı bir ateş olacaktı. Sevda biraz daha soğuk duruyordu. Sanki su birinkisini içinde barındırıyordu. Güzelliğini ön plana çıkarmak için göz sürmeleri gülüşünü güçlendiriyordu. Saçlarının uçlarını mor sürmelerle karıştırmıştı. Tırnakları uzun ve kolunda çok takı yerine sade bir saati tercih etmişti. Siyah bir elbisenin üzerine yayılan mor saçları desen oluşturmuştu. Bir erkeğe özgürlüğü ve bu yaşamdan var geçmeyeceğini göstermek için modern bir tarz elbiseyi sunarken mutlu bir hali vardı. Artık veda zamanı geldi. Ahmet’in derin bakışlarını özgürlüğünü savunan bir kadının gözlerine dikti. Erkeğine esir bir kadın olmayı asla kabul etmeyeceğini baştan göstermesi önemliydi. Kurallarını baştan koyan bir kadındı.
Ali halen Melisa’nın kolları içindeydi. Melisa’yı alnından öptü. Utangaç bir öpücüktü. Yolcunun gözleri dolmaya başladı. Dağlara baktı. Uzun yolları görünce artık demenin zamanıydı. Gözleri kendisini zor tutuyordu. Gel diyememenin zorluğunu çekiyordu. Elden çekip gitmek gelirdi. Eli çaresizliğe boyun eğdi. Gözleri bunu bir acı olarak görüyordu. Yüreği öyle değildi. Umut dolu bir yarın nasıl olsa gelecekti. Geleceğe yolculuğu bekletmek doğru değildi. Son defa Melisa’ya baktı. Melisa, Ali’nin arkasında el sallamaya devam ediyordu. Saatlerin ilerlemesine rağmen Ali dışarıyı izlemeye devam ediyordu. Ali bir kitabı okumak yerine sadece sayfalarına bakıyordu. En güzel şiir yazabileceği vakitti.
***
Grup üyeleri sabah baskını ile tutuklandı. Hepsi cezaevlerine yerleştirildi. On bayan ve beş erkekten oluşuyordu. Aranan deliller Ali’nin kitapçı dükkânındaydı. Ali bu bilgileri kitaba aktarmak istiyordu. Bu ruhun hapsedilemez olduğunu kanıtlayacaktı.
Akşamın verdiği yorgunlukla evine gittiğinde dalgındı. Ahmet’in ısrarlarına rağmen odasına geçip odanın ışığını söndürdü. Karanlıkta düşünmeye başladı. Melisa’yı aklından çıkaramıyordu. Ama arkadaşları için bir karar alması gerekiyordu. Bu insanlar hayatlarını tehlikeye atarken Ali mutlu bir şekilde yaşayamazdı.
Melisa’ya yapılan bir ihanetti. Melisa’nın tek suçu Ali’yi sevmekti. Melisa’nın uyması gerektiği bir karar almak zorundaydı. Melisa’yla konuşacak vakit geç adım atmış olabilirdi. Belki de düşündüğü her konuda yanılıyordu. En güzel günleri bugünden sonra başlayabilirdi. İçindeki açı öylesine artıyordu ki gözyaşları sessizce akmaya başladı. Yastığına damla damla gözyaşları akıyordu.
Sabah olduğunda erkenden evden çıkmak istedi. Odasından çıktığında karşısında Ahmet’i gördü. Üzerindeki suskunluk kendisini koruyordu. Ahmet, Ali’ye sarıldı. Yalnızlığı en iyi bilen insanlardan biriydi. Cebindeki bütün parasını çıkarıp Ali’ye verdi. Sorgulamak yerine her ihtimale hazırlıklı olmayı tercih eden bir yapısı vardı.
Kitap dükkânına gittiğinde müşterilere hizmet vermemek için dükkânın kapısını kilitledi. Ali bilgilere şu notları ekledi: “Karanlıkta düşünen insanlar üzülüyorsa, bu kural gün doğuşuna kadar geçerlidir. Eğer karanlığa gün doğmuyorsa bu bir lekedir. Bir insana leke atıldığında sadece vücudunda iz bırakır. Bu lekeden temizlenmek mümkündür. Fakat bir insanın içine leke düşmüşse bundan kurtulmak mümkün değildir.”
“Yıldızlar her gece buradaysa yabancı olmadıkları içindir. Çünkü bende hep buradaydım. Yıldızlar umutların imkânsız olmadıklarını gösterdiler. Hayallerim eskisi kadar uzak değil. Ve yarın yeniden doğacak…”
“Ölümün bir bıçak olduğunu söylediler. Ruh ve bedeni birbirinden ayıran keskin bir bıçaktır. Ama kimse umutların bedenle beraber gömüldüğünü söylemedi. Umutlar her zaman birileri tarafından yaşatılır.”
“Bir uçurumun kenarında düşünüyorum. Doğruların hepsini siliyorum. Ben nerde hata yaptım biliyor musun? Mutluluğu arka planda bıraktım. Her doğru mutluluk olmalıydı.”
“Gülmek ne güzel bir eylemdir. Her kahkahası samimiyettir. Mutluluk ne güzel bir hevestir. Gülmek, bunu o kadar güzel kanıtlıyor ki…” Son notunu Melisa için yazdı:
“Seven insanların gözlerinde keşke gözyaşı olsaydı. Aklına geldikçe akıp giderdi. Keşke yara olsaydı. Mutluluğu yakaladıkça iyileşirdi elbet. Keşke hasret olmasaydı. Keşke…”
Kitabı bir yayınevine verdi. Kitabım maliyetini Ali kendi parasıyla karşıladı. Kitap kısa sürede vitrimdeki yerini aldı. Düşüncesi yazılan her kişinin kitapta ismine yer verilmedi. İnsanların güvenliği açısından alınan bir karardı. Kitap ülke gündemini değiştirdi ve kısa sürede yeni baskılar eklendi.
Ahmet bile nerde olduğunu bilmiyordu. Hırçın denizi sahilden izliyordu. Üşüyordu. Vicdanı rahat ama yüreği parçalanmıştı. Ellerinde Melisa’dan kalan kurumuş güller vardı. Kendisiyle dalga geçmek istese de güçsüz birine bunu yapamadı. Donmuş bir vaziyette sadece bakıyordu. Hayattan en son ki isteği belki Melisa’nın gözlerine bakmak olacaktı. Tok insan acıkıyorsa birde açın halini görmek için Ali’yi seyretmek yeterliydi. Bu aşka doyamadı.
Balıkçı, Ali’yi evine götürdüğünde donmuş haldeydi. Melisa diye sayıklayıp duruyordu. Saatler sonra kendisine geldi. Sabah olmuştu. Gözlerini açtığında bilmediği bir adam ona kahvaltılık hazırlıyordu. Küçük bir barakaydı. Kapısı ve tek camı olan bir mekândı. Etrafa baktığında eskiden kalma siyah beyaz resimler vardı. Birde küçük bir maket gemi çalışması yapıyordu.
Kahvaltıdan sonra dışarıya çıktıklarında boyanmayı bekleyen küçük bir tekne sahilde duruyordu. Ali adama yardım etti. Öğlen olduğunda ayrılma vaktiydi. Yaşlı adam Ali’nin gözlerinin içine baktı. Cebinden çıkan paranın bir kısmını Ali’ye verdi. Öğlene kadar çalıştığının hakkıydı. Ali’nin gözlerinin içindeki çaresizliği gören adam masun bakışlarını kirpiklerini kıpmadan göstermeye devam ediyordu.
Ali için arama kararı çıkartılmıştı. Ahmet’in evine sürekli gece baskınları yapılıp ve farklı kişilerle farklı sorular soruyordu. Ahmet’in ifadesi alınmasına rağmen şüpheli gibi takip ediliyordu. İşiyle meşgul olan bir adamdı.
On altı yaşında genç bir bayan parkın kenarında durup parkın içine baktı. Sevgililer el ele tutuşup dolaşırken yaşlılar daha fazla oturmayı tercih ediyordu. Cebinden bir kâğıt parçası çıkarıp okumaya başladı: “Sen ve ben ne demektir biliyor musun? Sensiz bir benim demektir. İçimde ifade edemeyeceğim bir acı yükseliyor. Titrek gözyaşlarım bu acıya dayanamıyor. Üşümek isterdim. Belki yüreğim soğur seni unutabilirdim. Gözyaşlarımın çırpınma nedeni de budur. Ben seni tanıdım, tanıdım onurlu insan.” Genç kızın feryadı içler acısıydı. Yaşlı bir adam kıza yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Adamın elleri gözyaşına karışırken kendisini zor tutuyordu.
Parktaki bütün kalabalık kızın olduğu bölgeye toplandı. Kız kafasını kaldırıp etrafına baktığında insanların üzerindeki durgunluğu fark etti. Bazıları şaşkınlık içinde dinliyordu. Gözyaşlarının karıştığı kâğıdı tekrardan okumaya başladı: “Hayal kurmasını öğrettin. Bu hayaller yaşama standartlarımız oldu. Vazgeçemeyiz artık bundan. Seni hep düşleyeceğim, hayallerimle yaşatacağım. Hoşça kal sevgili dostum.”
Bu genç kızın feryadı cezaevinde gelen ölüm haberleriydi. Grup üyeleri toplu karar alarak intihar eyleminde bulundu. Yapılan bütün müdahalelere rağmen kurtulamadılar.
***
Sabah oldu. Melisa televizyonu açtığında Ali’nin arandığını duyunca elindeki bardağı düşürdü. Suçlamaları dinledikçe içindeki acı bedenini sarıyordu. Gözlerini açtığında hastane odasında koluna serum takılmış yatıyordu. Sevda sessizliğe gömülmüş ve sessizce ağlıyordu. Melisa, Ali’yi görmek istiyordu. Sevda’yı doktorlar biraz daha uzağa götürdüler. Doktorun bütün çabalarına rağmen konuşmak yerine sadece ağladı. Aradan yarım saat geçtikten sonra konuşmaya yavaşça başladı: “Hayat ne gariptir. Ne garip insanlar, ne garip dünya, ne gariptir.” gözyaşlarına hâkim olamayınca doktor susturdu.
Günler geçtikçe Melisa’nın durumu daha iyiye gidiyordu. Evine geldiğinde büyük bir mutluluk vücudunu sardı. Hep başına bir olay geldiğinde gidebileceği tek evdi. Akşama kadar derdini çiçeklere anlattı. Gözlerindeki özlem aklını başından aldı. Sonra kalkıp pencerenin karşısına geçti: “Beni yalnız bırakmana rağmen seni çok özledim. Seni içime gömerek yaşamak zorundayım. Senin yokluğunda her gerçeğin bir yalan oldu. İnan ben sana çok inanmıştım. Seni unutmak zorundayım sevgilim.” Gözyaşlarını silerek yatağa girdi.
Sabahın ilk saatlerinde Melisa, dedesini görünce boynuna atıldı. Dedesi her zamanki gibi anneannesiyle tartışıyordu. Sevda çayları koyunca babası da torunuyla sohbet diyordu. Evde sessizlik olunca dedesi anlatmaya başladı: “Tilki yiyecek bulduktan sonra yuvasına mutlulukla dönüyormuş. Yolda şarkılar söyleyerek geliyormuş. Yuvaya yaklaştığında kendisini bekleyen yavrusunu düşündükçe daha da hevesi artıyormuş. Yuvaya geldiğinde büyük bir yılanın yavrusunu yutarken görür. Büyük acı karşısında önce güçlü durması gerektiğini anlar. Gücünü yetmediği bir hayvanın gözlerine bakar ama yılanın onu aldırdığı yokmuş. Yılan yediğini eritmeye başlayınca yavaş yavaş yola çıkmış. Aradan günler geçmiş. Tilki yılanı takip etmeye devam etmiş. Yılanın su içmek için hep bir nehre gittiğini görmüş. Tilki plan kurmaya başlamış. Takip etmeyi bir kenara bırakmış. Yakın çevrede bulunan canlılara bakmış. Çevreyi tanımaya başlamış.
Yılan yine su içmeye gelmiş. Uzaktan yılana seslenmiş: ‘Ben bir yavru gördüm. Annesi ölürken gördüm. Karnım o kadar tok ki yemedim.’ Yılanın karnı açmış. Önce dilini dışarıya atmış ve sonra: ‘Beni oraya götür. Ben de sana bir iyilik yapıyım. Bir arkadaşım yavrularının yerini söylerim. Sen de onları yersin.’ Tilki iştahla yılana bakmış. Sonra yuvaya gelmişler. Tilki yuvaya uzak durup: ‘Sen gir ben de sana gözcülük yapıyım. Biri geldiğinde sana haber vereyim.’ Sözleri bitmeden yılan lafa atılmış: ‘Tamam. Ben yuvaya giriyorum’ demiş. Yuvaya girdiğinde bir ayı yavrusu görmüş. Yavru kendisini fark etmiş olmalı ki en dibe girmiş. Yılandilini çıkara çıkara yavruya yaklaşıyormuş. Tilki hemen ayının yanına gidip yuvasına bir yılanın girdiğini söylemiş. Ayı öyle bir hırsla gelmiş ki yuvaya girdiğinde yılanın yavrusuna sayılmaya çalıştığını görmüş. Yılanı parçalamış. Yılanı dışarıya attığında tilkinin kendisini izlediğini görmüş. Can çeken yılan tilkiye bakmış. Tilki öyle bir gülüyormuş ki yılan can haliyle saklanmaya çalışıyormuş. Bir çalının arkasına girmiş. Ayının o hırsla yuvadan çıktığını görünce titremeye başlamış. Tilki yılana demiş ki: ‘Ben büyüğüm deme, senden daha büyükleri de var.’ Ayıya dönmüş ve yılanın yerini söylemiş. Ayı yılanı öldürmüş.”
Melisa, dedesini dinlerken sürekli gözleri uzaklara dalıyordu. Ama şimdiki zamanı yaşadığını farkına varmalıydı. Uzak bir yarının, yakın bir dünden farkının olmadığı bir andı. Gözleri dolmaya başladı. Dikkatleri üzerine çektiğini fark edince kendisini toplayarak güldü. Farklı bir konun açılacağını mesaj verir gibi bir hali vardı. Ardından lafı açmaya başladı: “Dün bir çocuk gördüm. Sürekli annesine sorular soruyordu. Annesi o kadar bıkmış gözüküyordu ki duyumsamazlıktan geliyordu. Çocukta annesinin saçlarını karıştırıyordu. Annesinin o anki tavırları çok komikti.” Dedesinin gülerek konuşmaya müdahil olması Melisa’ya daha çok mutluluk veriyordu.
***
“Sevgilim Melisa,
Gözlerimde hasret dolu, yüreğimde kocaman bir acı beni tehdit ediyor. Yalnızlığın beni yaralamaya devam ederken sadece düşünüyorum. Sensiz çaresizliğe kapıldım. Rüzgârın acımasız çırpınışı ne yazık ki sensizlik kadar ürkütmüyor. Seni özledim.
Bu ateşi etrafında dans etmek için yaktık. Belki de yıldızların da bizi izlesin diye yaktık. Bu mutluluğu herkese göstermek için yaktık. Gecenin sessizliğini bozduk. Ne yazık ki bu ateş o kadar büyüdü ki şimdi bizi yakıyor. İkimiz de bu ateşin içinde acı çekiyoruz. Bu ateşin bizi ayırmasına izin veremeyiz. Yarın gece odanızın penceresinin önünde olacağım.”
Ali notunu pastayla gönderdikten sonra yine kayıp biri olarak başka bir şehre doğru yola çıktı. İçindeki özlem, kendisini mutluluğa bırakmaya başladı. Gözleri yarını bekliyordu. Ellerine kırda topladığı çiçekleri doldurdu. Güzel bir şekilde boylarını ayarladı. Beyaz papatyaları kenara yaydı. Üzerindeki çamurları sildi. Saçlarını taradı. Moladan sonra yoluna tekrar koyuldu.
“Bir dağda tek başıma yürüyordum. Hâlbuki korkuyla savaşmak için yürüyordum. Karanlığın içine girip duruyordum. Öyle bir karanlığın içine girdim ki inan kayboldum. Sabah olduğunda bir mağaranın içinde bekliyordum. Bedenim üşüyordu. Bazı insanlar düşündükleriyle kalırdı, bazı insanlar da yaptıklarıyla dururdu. Kalan beklerken, duranın yol alma zamanı gelir. Ağaçların içinde yavaşça yürüyordum. Muhteşem bir doğa kokusu vardı. Hayat insanlara mutluluğu verirken, insanlar hüzne sığınıyor. Ben yakıştıramıyorum.
Çalıların içinde yere düştüm. Kalktığımda yüzümde çizilmeler var. Alnımda kan akmaya başladı. Eve geldiğimde annen telaş içindeydi. O zaman korkuyu gördüm. Ben boşuna uzaklarda aramışım. İnsan sevdiği için korkar. İnsan alıştıkça korku artar. Bu yüzdendir ki zalimin korkusu olmaz. Sen …” Biri Ali’nin yanına gelip uyandırdı. Alnındaki ter su damlalarına bürünmüştü. Uzan zamandan sonra bir rüya gördü. Gömleği ter içindeydi. İyice korkmuşa benziyordu.
Daha epeyce yolu vardı. Zamanın geçmesini çok istiyordu. İçindeki mutluluk korkuyu bastırdı. Terlemesine rağmen saçları dağılmamıştı. Tekrardan yatmaya başladı.
Melisa pencereden bakarken yaşlı bir postacı evlerine doğru geliyordu. Hızlıca bahçe kapısının önüne gitti. Kendisi için bir zarf gönderildiğini duyunca içindeki sevinç daha fazla artıyordu. Melisa okumaya başladıkça umutları mutluluk içinde dans etmeye başladı. Evine gidip defalarca aynı yazıyı okudu.
Melisa, Ali için en güzel sürprizini yapacaktı. Kararını çoktan vermişti. Hediyesini almaya gitti. Yolda kimle karşılaşsa telaşa kapılmış bir halde selam vermeden yanından gidiyordu. Denk gelen tanıdıkları ise nedenini bilmedikleri için telaşa kapılıyordu. Melisa mağazaya girdi. Daha önce karar verdiği hediyesini aldı. Tekrar eve geldiğinde Sevda’nın yanında tanıdıklarını gördü. Bir öğretmen arkadaşı gelmesini bekliyordu. Aralarında başlayan sohbet okul anılarının da dâhil olmasıyla biraz uzadı. Melisa saatine baktı ve sohbeti uzatmadan arkadaşını gönderdi. Saat ilerliyordu. Heyecan gittikçe artıyordu. Sevda’ya baktığında yatıyordu ve üzerindeki elbiseyi değiştirdi. Pencerenin karşısına geçip bakmaya başladı.
Odanın penceresi uzaktan gelen yolun karşısındaydı. Yol evin oraya geldiğinde virajla dönüyordu. Yol kenarındaki aydınlatmalar uzaktan gelen her kişiyi net bir şekilde gösteriyordu. Yolun kenarı ağaçlarla kaplıydı. Melisa’nın heyecanı o kadar arttı ki, yerinde oturamıyordu. Bir bardak kahve yaptı. Hem kahveyi dökmemek için heyecanlanıyordu, hem de gözlerini dışarıdan ayıramıyordu. Duygu yüklü gözleri özlemine son diyecekti. Hayır hakkında hiçbir düşüncesinin olmamasına rağmen, kendisini göremediği bir anın izlerine bırakıyordu.
Dayanamayıp Sevda’yı görmeye gitti. Usulca yatağına uzanıp derin bir uykunun tadını çıkarıyordu. Doklarla ilişkilerini ilerletmişti. O da gelin geldiği evden gelin olarak başka eve gidecekti. Burada yaşaması anlamsızdı. Eski hatıralar mutluluğuna gölge düşürürdü. Sevda gerçekten olgun bir bayandı ve akıllıca davranıyordu. İtiraf etmem gerekir ki Sevda istediğini yapabilirdi. Ama o daha düzgün ilişki istiyordu. Bu yüzdendir ki evlilik en mantıklı gelendi. Melisa’nın gözyaşları yavaşça akmaya başladı. Bu evde bir daha kalamayacaktı. Tahmin ettiği tek gerçek gitmek zorunda olduklarıydı. Hem gözyaşlarını siliyor, hem de kahvesini içiyordu. Sevda haklıymış, Melisa’da onu bırakıp gidiyordu. Gerçekten kimsesiz kaldı. Karşı çıktığı ilişkinin olması için dua ediyordu.
***
Kurşunun sesi gecenin sessizliğini bozdu. Acımasız bir şekilde kendisini gösterirken sessizlik dinliyordu. İlk mermi bacağına isabet etti. Kendisini yere atınca ikinci mermi kolundan sıyrıldı. Gecenin karanlığı kaçmak için bir umut oldu. Ormanın içine girince daha yavaş hareket etmeye başladı. Takip edileceğini biliyordu. Taşlara doğru gidip üzerine kanını bıraktı. Adamın ilerleyeceği güzergâh üzerindeki bir ağacın arkasına saklandı. Eline tahmini olarak bir buçuk metre uzunluğunda, altı cm çapında bir sopa aldı. Daha önce ormanda ağaç kesenlerin bıraktığı ağaç dalıydı. Sopayı seçtiği yerde kurumuş dallar üst üste atılmıştı.
Yüzünde maske olan adam Ali’nin peşinden ormanın içine girdi. Yavaşça ilerlemeye başladı. Etrafına sürekli kontrol ediyordu. Hal ve hareketleri eğitimli biri olduğunu gösteriyordu. Kan izini gördüğü anda durdu. Daha dikkatli olmaya başladı. Ali’nin kaçma ihtimalinin düşük olduğunu biliyordu. İlerlemek yerine bekledi. Daha sonra bir ağaca çıkmaya başladı. Sessiz bir şekilde ağaca tırmanıyordu. Ay ışığını kullanarak belli yüksekliğe çıktığında kayalar net bir şekilde gözüküyordu. Dürbünü çıkartıp bakmaya başladı. Kan taşların üzerinde birikmiş ve bitiyordu. Bunun bir tuzak olduğunu hemen anladı. Aceleci davranmayarak yaralı birinin kan kaybetmesini fazlalaştırıyordu. Zamanı iyi kullanmak istiyordu. Çevreye bakmaya başladı. Ali’nin sığınacağı yerleri belirledi.
Ali, adamın bu kadar profesyonel olacağını düşünmemişti. Bu adamı fiziksel çatışmayla yenemezdi. Zekâsını kullanmak zorundaydı. Önce yarasını sardı. Kan kaybını en aza indirdi. Fazla zamanı yoktu. Yüzünde biriken ter yaprakların üzerine düşmeye başladı.
Adam ormanın içinde yavaşça dolaşıyordu. Adımlarını sessiz bir şekilde ve ağaçlara yakın ilerliyordu. Bir süre sonra çöküp etrafındaki seslere kulak verdi. Nefesini sessiz bir şekilde alıp veriyordu. Riskli gördüğü çok az yer kaldı. Hedeflerine şaşırtmalı bir şekilde ilerliyordu. Öldürmek için yetiştirilmiş bir adamdı.
Ali oyuk olan ağacın gövdesine iyice girdi. Yaratıcı olabilmek için daha fazla düşünüyordu. İkna edebilmeyi düşündü. Ama adam dinlemeden Ali’yi öldürecekti. Bu yüzden korksa da bu seçenek aklının bir köşesindeydi. Yaşaması için savaşması gerektiği bir andı. Ali sürünerek çalıların içine girdi. İleride büyük kayaları gördü. Çökerek kayalara doğru ilerledi. Koca bir kayanın arkasına sığındı. Sonra da kayaları tırmanmaya başladı. Tırmanma konusunda becerikli biriydi.
Yerini adama göstermek için bir taşı aşağı doğru yuvarladı. Adam taşın sesini duyunca görebileceği bir yerde pozisyon alıp izledi. Bu bir tuzak olabilirdi. Tırmanmasa Ali’nin kaçma ihtimali de vardı. Kayaların arkasını göremediği için her konuda ki şüpheleri artıyordu. Ali’de kayaların üzerinde gözükmüyordu. Ali’nin izinden gitmek için yukarıya doğru tırmandıkça ellini atacağı taşları seçerken daha dikkat ediyordu. Yukarıya çıktığında kimse yoktu. Dürbünüyle etrafına baktı. Ali’yi tahmini olarak üç yüz metre ilerideki çalıların içinde gördü ve kendisine bakıyordu. Adam, Ali’nin inebileceği inişleri kontrol etti. Dik bir iniş gördü.
Ali hızlıca yerini değiştirdi. Adam dik inişe geldiğinde adımlarını yere daha fazla basınç uygulayarak atıyordu. Kayanın içinde gizlenen bir inişti. İnmeye başladığında kendisini durduramadan hızlıca iniyordu. Bastığı toprak kayınca adam dengesini toparlayamayıp düştü. Yamaca geldiğinde durabildi. Vücudu ağır bir yara aldı.
Otların gövdesi kaymayacak şekilde toprakta sabitledi. Avuç içi büyüklüğü kadar yuvarlak taşları otların arkasına koydu. Böyle davranarak taşların aşağıya inmesini engelledi. Taşların gözükmemesi için üzerine zemine ait topraktan attı. Toprağı ayaklarıyla hafiften ezdi. Böylelikle tuzağın gözükmesini zorlaştırdı. Adam yavaşlayamayınca hızlı bir şekilde ve bir an önce inişi bitirmek için daha seri davranmıştı. Bu hata tuzağa yakalanmasına neden oldu.
Ali, adamın tuzağa yakalanışının her anını izledi. Yüzünü açıp baktı ve tanımadığı bir yüzdü. Adamın bedeni hareketsiz bir şekildeydi ve nabzı çok yavaş atıyordu. Adamı kendisiyle beraber götürmeyi düşündü. Ama o kadar çok kan kaybetmişti ki fazla oyalanamazdı. Ceplerini kontrol etti ve cepleri boştu. Adam hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadı. Silahını ve dürbünü alarak ormandan uzaklaştı.
Ali’nin gözlerinin önünde hayaller geçmeye başladı. Adımları iyice küçülmüştü. Ama içindeki mutluluk o kadar büyük ki yorgunluk hissetmiyordu. Yavaşça yürümeye devam etti. Melisa’nın evini gördüğünde artık bütün duygularıyla koşmak istiyordu. Adımlarını büyük atmaya başladı. Melisa’nın odanın lambasını yakılıydı. Pencerenin perdesini açtığı için net bir şekilde uzaktan da evin içi gözüküyordu.
Ve Melisa’da Ali’yi gördü. Ali şaşkınlık içinde baktı. Melisa’nın üzerinde gelinlik vardı. Bu güzel ve özel buluşma hayatında yaşadığı en büyük mutluluk olacaktı. Son zamanların acısını belki de böyle dindirecekti. Daha hızlı bir şekilde eve yaklaşmaya başladı. Her attığı adım, umuda atılan bir adımdı. Hüzünlü bir gemiden gelen yolcunun sevgilisine ulaştığı bir tablo gibi mutluluk gözyaşları kendisini gösteriyordu. Paylaşasımlar sergilendikçe artar.
Melisa merdivenlerden aşağıya indiğinde Ali’nin kanlı bedelini görünce ağlamaya başladı. Şaşkınlık içinde ne yapacağını şaşırdı. Ali’ye sımsıkı sarıldı. Ali epeyce kan kaybetmişti. Her ikisini de bir daha gören olmadı.
YUNUS YOLOĞLU
ÜŞÜYORUM Yazısına Yorum Yap
"ÜŞÜYORUM" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
1 Mayıs 2014 Perşembe 23:19:03
:) valla kusura baka çok uzun 4 . bölümden sonra koptum bu benim kusurum..yazı kusursuz çok güzel bir analtım tarzınız var özetliyecek olursak.melisa öğertmenin başına gelenler ve yanılmıyosan karşlksız bir gönül ilşiksi var hani zamnım yok biruırsam üzleceiğm ama söz enkısa zamnda fırsat bulup tamamını okuyacağım ..kalemine ve azmine hayran kaldım..başrılarınızın devamını dilerim sevgli yazar..