- 856 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Öyle Çocuktu ki Daha
Huzursuzluğun kıpırdanışlarıydı bunlar. Suyun dibindeki çalkalanışların belli belirsiz yansımaları… Kızının arkadaşıydı, bu bulanık sulara benzer gözlerin sahibi. Şimdi nasıl arkasını dönüp de O’na emanet edebilirdi ki biriciğini? Çok farklı bir hikâyenin ortasından kopup gelmiş bu tedirgin ruhun ona ayna olmasına bir anne olarak nasıl müsaade edebilirdi ki?!
Kızı şimdiye kadar hep dürüst aynalarda seyretmişti aksini. Dost yüzler vardı hep çevresinde. Bu kız ortaya çıkmadan önce öyleydi yani. O yaşamında var olduğundan beri kim bilir kaç kere hiç tanımadığı biri olarak seyretmişti kendini. O kızın yüzünde bir şeyin hiçbir değişime uğramadan yansıması olanaksızdı çünkü. Çekim alanları yaratan çırpınışlar vardı orada. İmdat diyen sessiz çığlıklar…
Böyle bir yüze bir kere bakmak bile yeterdi kendini tamamen unutmana. Onu aradan çekip de kendini seyretmek, çatıdan atlamaya hazırlanan birini görüp de yoluna devam etmek kadar imkânsız bir şeydi.
Belki de bu düşünceler 14 yaşında bir kız için çok ağır kaçıyordu. “O daha bir çocuk” diye itiraz etse de bir yanı kendine, kızını ondan uzak tutması gerektiğine dair güçlü bir sezgi vardı içinde.
“Babası hiç aramıyor muymuş peki?!” Böyle sorular sorarken, nefret ettiği o dedikoducu kadınlara ne kadar benzediğini bilse de yine de sormadan edemiyordu bir türlü. O kız dünyalarına girdiğinden beri temeli sarsılan bir ev gibi tüm değerler dünyası da bir anda alt üst olmuştu. Herkesin dilediği gibi yaşayabileceği hoşgörülü evreni sanki büyük bir patlamada un ufak olmuş; her bireyin bir diğerini etkilediği, bu yüzden kimsenin tamamen bağımsız olmadığı, insanların birbirinin huzurundan sorumlu olduğu; çitlerle çevrili, çiçeklerin sıra sıra, bin bir özenle dizildiği kusursuz bir bahçe misali bir dünyaya bırakmıştı yerini.
Evet, o kızın hayatını merak ediyordu. İstedikleri kadar ayıplasın kızı, kocası; babası nerdeydi kızın, yaşına hiç uymayan bu çok şey görmüş, yaşamdan yorgun düşmüş tavrında ne kadar bir yeri vardı; öğrenmeliydi.
Çünkü kendi bahçesine girmişti bir kere o kız. Hem de nazik bir misafir gibi kapıdan değil, yoldan geçen aç bir kedi gibi duvarları aşarak; çiçekleri, çimenleri zerre umursamadan… Gerçi kızı getirmişti onu evlerine, sınıf arkadaşı olarak. Doğal olarak da bahçenin kapısından girmişlerdi. Ama sonraki günlerde Sema Hanım onu tanımaya başladıkça anlamıştı: Bu kız aslında kapıdan sadece görünürde giriyordu. Pervasız tavırları, büyükleriyle konuşurkenki aşırı rahatlığıyla bir misafirden çok sınır tanımayan, her yeri evi sayan berduşlara benziyordu. Kapıdan girmese duvardan atlar, yine de ille de girerdi içeri; Sema Hanım aynen böyle düşünüyordu.
O kıza ilişkin belirgin bir fikir edinmeye başladığı ilk andan itibaren önceden var olmayan duvarlar peyda olmuştu yüzünde. En çok da kızı çarpıyordu onlara. Çarpmasını istediği kişi, yani Sevim denen o kızsa oralı bile değildi. Atlayıp öte yana geçiyor ve insanlara yüzlerini bulanık bir suda seyrettirme işine büyük bir şevkle devam ediyordu hemen kaldığı yerden. Begüm kendisine “kurtar” der gibi her baktığında o kızı saçlarından sürükleyip kapının önüne koymamak için zor tutuyordu kendini. Sadece gözleriyle ve yüzüyle değil, zehir saçan kelimeleriyle de berraklığından sıyırıyordu her şeyi. Her birine kendi karmaşasını, çırpınışlarını yansıtıyordu.
“Onunla görüşmeni istemiyorum” demek isterdi kızına. Bir yararı olacağını bilse bir an bile tereddüt etmez, hemen söylerdi. Ama 14 yaşındaydı artık Begüm. Annesine hayır diyebilecek bir yaşta yani… Sınırlarını yeni yeni oluşturmaya çalışsa da en azından şunu biliyordu: Sınır demek hayır da diyebilmekti. “Ben bir bireyim. Senin bir uzantın değil…”in en çok tekrarlandığı, çünkü annesinin bir parçası olmaktan yeni yeni kurtulmaya başladığı sancılı bir dönemdeydi kızı.
İşte bu sınır kavgası içinde en makul şey bile bir savaşıma neden olabilir, tam aksi yönde bir yaklaşımla karşılık bulabilirdi. Bu yüzden Sema Hanım bu isteğini dillendirmekte hiç acele etmiyordu. Doğru zamanı bekliyordu: Sevim’i dünyalarından çıkarmak istemesinin bir sınır ihlali olmadığını iyice anlatacaktı kızına önce. “O ayrı, bu ayrı” diyecekti her davranışıyla, sözüyle. Ama bu düşüncenin Begüm’ün kafasında iyice oturması için epey bir zamana ihtiyaç vardı. İşte uykularını kaçıran da geçmesi gereken bu süre içinde ‘olabilecekler’di. Ya doğru zamanı bekleyeyim derken geç kalmış olsaydı..? Ya kızımın sınırlarına saygı göstereyim derken, istese de ona yardım edemeyeceği kadar yanlış bir yere varsaydı biriciği..?
Bir arkadaşı vardı: Nergis… “Bu zamanda çocuk doğurmak mı, deli misin?!” demişti, eşiyle çocuk yapmayı planladıklarını ona açtığı yıllar önceki o öğle sonrası. Çayın kokusu hala burnundaydı. Çok güzel çay yapardı Nergis. Onun o tokat gibi sözlerini dinlerken elinde çok zarif bir fincan tutuyordu. Üzerinde martı resimleri vardı. Harika bir ev sahibiydi Nergis. Koltuk takımlarından tut, kurabiyelerin tabaktaki sıralanışına kadar her şey mükemmel nitelemesini sonuna dek hak edecek cinstendi. Ama sözcükler söz konusu olduğunda ‘iyi ev sahibi’ rolünü eksiksiz yerine getirme konusundaki bu derin hassasiyeti anında yok oluyordu arkadaşının. Can yakma pahasına içinden geçenleri ardı ardına sıralamaya başlıyordu. Gördüğü korkunç bir gerçeğin, karşısındaki şahıs tarafından görülmediğine bir kere emin olduysa iyi ev sahibi olmak zerre umurunda olmuyor, çok acımasız kaçan şeyler söyleyebiliyordu. Böyle yaparak sevdiklerini koruduğuna inanıyordu çünkü.
“Kurtlar kapanı dışarısı…” diye devam etmişti yüzündeki hayal kırıklığını görmezden gelerek. “Sen istediğin kadar iyi yetiştirmeye çalış, zarar gelmesin diye üzerine titre, sonuçta bu çocuk ille de dışarıya çıkacak, öyle değil mi? Onu insanların insafsızlığından koruyamazsın.”
O zaman dudak büküp geçiştirdiği bu sözleri, son aylarda hayat haklı çıkarıp, boş kelimeler olmaktan çıkardıkça sık sık hatırlıyor ve arkadaşına hiç istemese de hak vermek zorunda kalıyordu.
İki sene önce intihara teşebbüs etmişti Nergis. Çocuksuz ama yine de mutsuz, evinde bilekleri kan revan içinde güç bela telefonla bir arkadaşına ulaşıp “beni kurtar” diye yalvarırken, bir an olsun durup “keşke bir çocuğum olsaydı” diye geçirmiş miydi içinden acaba? Şimdi kendisinin yaşadığı bu karmaşayı hiç yaşamamış olsa da kopkoyu bir ıssızlığın içinde, ölmek isteyecek kadar kaybolmaktan kurtaramamıştı yine de kendini. Evet, O bir kez bile endişelenmemişti “ya kızıma birileri zarar verirlerse” diye. Arkadaşlarıyla bir yerlere gittiğinde “gitme oraya” dememek için dişlerini sımsıkı kenetlememiş; onlarca tuzakla karşılaşabileceği, kötülüğün, acımasızlığın kol gezdiği bir dünyaya yol etmemişti biricik kızını. Ama hayatı karmaşık hale getiren o kadar çok şey vardı ki, anne olmamak yetmiyordu kalbi acımaktan kurtarmaya.
Onun annesi ne yapmıştı acaba, kızının ölmek istediğini haber aldığında? O an ilk kez kızına hak vermiş, onu doğurduğuna pişman mı olmuştu yoksa? Ama bu ruh hali en çok birkaç dakika sürmüş olmalıydı. Onu çok iyi tanıyordu çünkü. O muhteşem poğaçalarından az yememişti… Ve dolayısıyla da biliyordu: Nebahat Teyze hiçbir zaman kızı gibi yalnız hissetmemişti kendini. Onun gibi acı çekmeyeyim diye insanlardan kaçmamıştı çünkü. Bu nedenle de hayatında başlarına bir şey gelmesinden endişelenecek kadar değer verdiği pek çok insan olmuştu. Gözyaşları, kalp çarpıntıları, iç sızıları vardı, onları bu acımasız dünyanın ortasında savunmasız bir halde aklına getirdiği her zaman. Onları düşündükçe azalan yalnızlığı vardı bir de. Ve içinde de aksine gitgide çoğalan bir kalabalık…
Kendi içinin kalabalığına baktı birden. Oraya son aylarda yeni biri daha katılmıştı. Uykularını kaçırsa da, huzur diye bir şey bırakmasa da öyle çocuktu ki daha, öyle masum… Ne kadar kızsa da içten içe seviyordu onu aslında. Geceleri çok daha iyi anlıyordu bunu: Ortalıktan el ayak çekilip içinin fısıltılarına kulak verebildiğinde… Artık kızı kadar endişelendiği, dünyadan korumak istediği biri daha olmuştu onun sayesinde. Kalabalığı bir kişi daha artmıştı.