- 501 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DENEME...
DENEME
“…tarihler değil mi insanı bir zamandan alıp herhangi bir nisana sürükleyen ya da miladın dolmuşluğunu yüzlerinde taşıyanların- ihtiyar sahiplerin- kısa öz sözleri…ya da olmasa… neden anlatılsın ki toprağındaki karıncaların bunca yaşadıkları . Bu yüzden hep suskundur zaman, hele de yağıyorsa katre katre söylenmemişliğin notaları karamsı buluttan, belki de bundandı kaplumbağalarının yaşam savaşındaki ağır adımları….”
Yağmur henüz yeni yağmıştı, yerler çamur değildi, otlar ıslanmıştı. Saçları üç gece öncesinden kazınmış esmer kız, yalın ayak yürüyordu. Bir ara soluklanmak için durdu ama en çok sevdiği kayaya oturup, geldiği yeri izlemek istemedi. Uzak bir yere düşen yıldırımın aydınlığına baktı. Saydı üç beş kaldığı yerden yeniden devam etti yürümeye.
Hava tamamen kararmaya yakınken varacağı yere ulaşmıştı. Bir dağ eteğinin güneye bakan kapısından içeri girmeden önce destur istedi ağzı açık kalmış kayalardan. “Hu…” dedi yokladı yankı içine dolan sesi…
Yırtık giysilerin arasından giren nemli rüzgar, taşların sıcaklığını hatırlattı esmer kıza. Devrilmeye hali hazırdı yorgun bedeni. Ki oldu da olanlar. Sığınağın dışında sapasağlam bir sağanak tüm kenti boğarcasına suya gömdü.
Sular çaylara, dereler, nehirlere, nehirler de denizlere doğru koşarken, gök açtığı kara perdesinden kıpkızıl ay sunmuştu yeryüzüne. O an eline aldığı bir taşı öptü, alnına dayadı,o. Gözleri kapalı birkaç yarasa yoklamak için tüm göğü rast gele havalandı… Sarkıtların ara arasından gelen ses sardı tüm mağarayı… “Hu… ufkunu arayan. Hu…hoş geldin başlangıç yerine…”
“Doğması ne güzel değil mi yeni günün. İyi bak birazdan gök kuşaklanacak bir sürü renk verecek.” dedi, kucağındaki çocuğa meczup. Derisi kemiğine yapışık ellerle, iki ovalayıp gözlerini izledi, kazınmış saçlarına inat. Az gözleri kamaşık, biraz zihni berrak baktı meczubun yüzüne. Sabahların dakikliğinde birkaç güvercin kanat çırptı, az su, iki buğday tanesi, en çok da kanat sunmak adına gökyüzüne…
“seni dinlemek, sana sığınmak için geldim, biraz da korkumdan geldim işte…” derken ince parmaklarını onun yüzüne gezdiriyordu. Artan IŞIK, meczubun gözlerini aldığından yerde sürünen saçlarını sakallarıyla bir edip kafasına dolayıp gözlerini kapadı. Dudağını, sözleri için iki şapurtattı. Onca zamanın suskunluğu çöl kuruluğuna hapsetmiş kelimelerini, ama hep elleri nemliydi. Bir o kadar da sıcak.
“Yine yağmur yağacak şu karşıya, orada yağanlar bu önümüzdeki gölde birikecek.Ama kimsenin haberi olmayacak. Dün gece yağanlar üstünü ıslatırken eteklerinde, geldiğin yerlerdeki çiçekleri de yeşertti biliyorsun sen de değimli ?” dedi meczup, çatlamış dudaklarıyla.
“Şimdi ben gitmeliyim güneşe doğru. Uyandığında, ek bu tohumları. Senin avuçlarının birine taze birkaç umut kökü, diğerine bir nefeslik yaşam çiçekleri bıraktım her uyandığında anımsa diye…”
Uyanır uyanmaz koştu pencereye. Ardından yıkadıkça yıkadı suda yüzünü. Aynanın karşısında kendi kendiyle konuştu saatlerce. Heyecanlı adımlarla koşup duvardaki takvimlere baktı. Her biri farklı bir iklimin günündeydi. Gerçeği öğrenmek için yanaştı pencereye.
İşte o an anladı dışarıda deli bir bahar ellerinde iki umut olduğunu ve o tohumları. Savurdu toprağa… birini yarın için diğerini yüreğiyle bir aşk yaşayan nefesi için…Denemeden hiç düşünmeden bir meczup gibi yaşamak adına derin nefes alıp “Hu…” dedi sabahların ne güzel olduğunu…Her gün doğumu hayatsa, takvimler yağmur olsun her şeyi canlı tutmaya…Denemeden yaşanırcasına, en çok da yarın için işte…..
YORUMLAR
neden anlatılsın ki toprağındaki karıncaların bunca yaşadıkları . Bu yüzden hep suskundur zaman, hele de yağıyorsa katre katre söylenmemişliğin notaları karamsı buluttan, belki de bundandı kaplumbağalarının yaşam savaşındaki ağır adımları….”.........
.güzel kalem yine döktürmüşsün....sayfan okuyucuyu kıskandırıyor bilesin...sevgilerimle