- 1174 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Siyah ve Siyah Mektuplar- 9
Merhaba. Biraz canım sıkılıyor. O yüzden bu mektuba hiç başlamamayı dahi düşünmüştüm. Halıda uzanıyorum. Ayağımla odanın kapısını bastırıyorum. Bacaklarıma kramp girebilir diye uzattığım ayağı geri çektiğimde, kapı tekrardan açılıyor. Can sıkıntımın en büyük sebebi buymuş gibi, içtiğim çaydan da şu an lezzet alamıyorum. Ama hâlâ hoşuma giden şeyler var. Bu arada hatırlarsan, seni küçük halama benzetiyordum. Şu an kendisi hamile. Uzun zaman sonra onu gördüğümde, artık eskisi kadar muhabbet edemiyor oluşumu fark ettim. Gerçekten bu hayattan beni koparan bir şey var. İçime çekiyorum. Pipet içimde sıkışıyor kalıyor ve aynı durağanlığın beni nereye götüreceğini bilemeden havayı çekip duruyorum.
Geçen ne oldu biliyor musun? Aslında olan bir şey yok. Dolanırken alışveriş merkezinde, ‘fakir’ marka çay makinesi çok dikkatimi çekti. Üst demlik kısmı pek işe yarayacak cinsten değildi ama altındaki asıl ısıtıcı haznesinin beyaz rengi beni kendisine hayran bıraktı. Aldım. Onu almışken, iki raf arkada yine ‘fakir’ marka ütü de aldım. Şimdi diyeceksin bunları niye anlatıyorsun. Aslında ütü ve çay makinesi bahane, asıl benim için önemli olan ‘fakir’ markası ve onun bana anımsattıkları. Neydi hatırladım biliyor musun, ‘Once’ filmi aklıma geldi. O filmde Glen’in gitar haricinde bir de elektrikli süpürge tamir dükkânı vardı. Ne tatlı bir meslek:’ Elektrikli süpürge tamircisi!’ Filmde ‘fakir’ marka elektrikli süpürgeler çok göze çarpıyordu. İşte beni filme götüren ‘fakir’ markasının kısa macerası. O filmi izlememi söylediğin zamanlarda ne farklı hayatlarımız vardı değil mi? Soğumuş çayı kafa dikmek kadar azap verici bir sahteliğin ortasında daha kaç kez Rab kaderlerimizi değiştirir ki?
Korkuyorum. Korkağın teki olmamla beraber bunu ifade etmemin bir manası olmayacağını da görmek beni sevindiriyor. Babaya bağlanmamış halatını içinde tutan sandal gibi, deniz boşluğunda rotasız bir yolculuktan kurtuldum ama bir bilinmeyen onlarca bilinmeyen doğurdu. Bilinmeyenlerin arasında kuruyorum. İçimi dökemeyişim, içimde hiçbir şey oluşundan ama bunu anlatamıyorum. Anlatabilir miyim? Anlatsam sesimi kim duyar? Kim duymak ister? Sesimi kaybediyorum biliyor musun, sesimi kaybetmenin acısını anımsadığın o şarkıda buluyorum. Tekrar ve tekrar melodisiyle beraber o filmdeki ‘falling slowly’ şarkısı beynimi teğet geçiyor.
Yazmışsın ki en sevdiğim kelimeler: ‘yenilgi, tezahürat, anarşi, kaybedenler, varoluş, çıkış…’ Hangisi benim olsun diye heyecanla kelimelere bakıyorum. Diş hediği yapılan bebek kadar şaşkınım aslında. İçimdeki devrimin asla bir çıkışı yok diye düşünürken, yenilgilerden var olmaya ait anarşi tezahüratları doğarken, kaybetmenin insanı çıkışa daha basit ve kısa yoldan götürdüğünün de farkındayım. Hayır, neden melankolik olduğunu düşüneyim, melankolikten ziyade, her şeyin en dibine kadar inip çıkma merakıyla iç içesin. Bu bende de kimi zaman böyle ama hiçbir şeyi değiştirememek ne kötü! Yazarken, mesela bir öykü yazmaya çalışsam (artık yazamadığım bir şey), dünyada pek çok devrim yapabilirim. Ama kelimelerle! Kâğıt üzerinde… Yoksa zaferler ve mağlubiyetler kâğıt üzerinde mi belli oluyordu? Aklıma tarihte ilk yazılı antlaşma olarak bildiğimiz Kadeş antlaşması geldi. Sulh için, birbirlerine ivedi yardım yapabilmek adına Mısırlılar ile Hattiler arasında yapılan antlaşmadan beri insanlar kâğıt üzerinde sözleşme imzalıyorlar. Dışarı çıkıp, bir şey aldığımda, fatura üzerinde adım ve soyadım kayıtlanıyor. Artık sözleşmeli bir tüketici oluyorum ve bunu isterse devlet, bilebiliyor. Neden bahsedecektim, nereye geldim ben de bilemedim. Demişsin ki ‘…en azından kalbimi çöp yığınlarından uzak tutuyorum.’ İçimdeki o piç çocuğun kendisine çöplük oluşturma sevdasını nasıl açıklarsın peki? Düşünebiliyor musun, çöplüklerin arasında kurumuş, ezilmiş güllerin benden özür dilemelerini? Onları tekrar elime alıp, onlarla konuşursam, bu sefer eski halleri aklıma gelir de, içimdeki nehirlerden kan akmaz mı?
Kelimelerden kaçıyorum. Kan kokusuna benzer, ürenin asidinde pişen ve eriyen binlerce bakteriden biriydi başları. Ardımdan geldiler. Bir bavulun içerisine sıkışmış onlarca kitabın dillerini çözecekleri an gelmişti Her şey fazlasıyla eksikti. Kendi mezartaşını silen adamın hikayesini anımsıyordu sahilde bir adam. Getirdiği poşetin içerisinde balıklar vardı. Etrafında kediler… Ağırbaşlı davranmaktan gurur duyuyordu yürüyen cesetler. Her şeyi arkada bırakıp, yağmurla beraber koşmaya başlamıştım. Bir yağmur geçiyordu, bir ben. Sonu bitmeyecek bir yarış gibiydi. Bazen birkaç damla saçlarıma isabet ediyor, havaya başımı kaldırıp serzenişte bulunuyordum:’ Bezginliğin anlarını artık unuttum. Batışımın, kendimi sanatsal bir yok oluşun basamaklarına eğilmem sonucu tepetaklak hayallerimden azat olunuşum… Eksik bir şeyler bırakmaktan, eksik koyup, bir işi tam manasıyla yapamayıp, bulunduğum yerden ayrılmanın acısını çeken gözlerim, bulutlar arasında kimi görmek istiyordu? Doğalgazın borusu kadar yalnız bir karanlık seçtiğim günden beri, hiçbir şeyi irdelemiyorum. Spermanın en saf halinde, gri bir yapışkanlığın dudaklardan boşalıp, suya karışımına kadar ki macerasını toprağa sordum. Toprak taptaze bedenini gererken heyecanla, kendisine yapılan iltimastan dolayı şaşkındı. Oysa toprak olmasaydı, su taşı dahi delip ortaya farklı eserler çıkarabilirdi. Ama denenmemiş bir şey ararken, hep asıl sıkıntının kendi içimde oluşuna katlanabilme duygusuyla başa çıkabilmenin getirdiği o aziz sefilliğin ardınca, gördüm ki, geride binlerce tortu var. Asla kutsal değildim. Asla yapılmayan bir şeyi yapmış değilim ve tanrı armağanı hiçbir şeye sahip değilim. Önce ben gözlerimden başladım. Sonra ellerimden ve en son kalbime sıra geldi. Kimi zaman onun da muvaffak olduğunu düşünüyorum. Yine de meydana çıkıp, hislerini boşaltmaya, yeni bir şeyler üretmeye çok uzak olduğunu düşünüyorum. Beynim ağır abi gibi davranırken, sustum. Çok sustum. Mütefekkir olmak istedim, aksiyonun temaşası mukaddesti ancak zordu. Şehvani çılgınlığın kapılarından geçtim. Ölümü düşündüm. Onun üzerine eğildim, ona dair korkularımı yendim. Ondan nefret ettim. Ahlaki normları yaktım. İçgüdülerim henüz canlıyken, onları harap ettim. Telaşlandım. Zaman telef olurken, öfkemi besledim. Yanmış, kül olmuş bir orman gibi zihnim kirlenirken, kalbin kutuplarında tefekkür bahçelerinin sıcaklığını hissedemeyip, ruhen biteceğimi anladım. Üst üste düştüm. Düşüncesizliğimin bedelini ağır ödedim. Kendime kıdemli acılar seçtim. İntihalardan emekli korkularımı deliliğe vurdum. Gayri ihtiyari, ihtiyari, bayati, tiksintiliğe varana kadar da güldüm. Ötekiler deli görünmedi hiç. Kanım solgunlaşırken, aklım gri bir bilinmezliğe sürüklenirken, boğucu sürülerin sıkıntılarında şüpheleri yatıştırmaktan yoruldum.
İnan yorulmaktan dahi yoruldum. Konuşmaktan, yazmaktan, düşünmekten, sevmekten, sevilmekten, sır vermeden, sır almadan… Ama bu yorulmaların ardınca delice bir tutkuyla konuşmak, yazmak, düşünmek, sevmek, sevilmek, sır vermek, almak da istiyorum. Bana gelince, Or. , durduğu, beklediği yer de o kadar derin acılar büyüttü ki, bazen kaldıramıyor. Biliyor musun, en çok neden korkuyorum? Bu acılarımın altında başka bir masumu ezmekten, onu incitmekten… Kendisine zararlı böyle bir insanın, merhameti de dibine kadar içinde beslediğini biliyorum ama içimdeki derin yırtıkların hangi birisine merhem sürebilirim? Yoksa abartıyor muyum? Baharın gelmesini bile olduğundan fazla, iri heyecanlarla gözeten, koklayan, seven, isteyen ben, elbette en ufak meseleyi dahi büyütebilecek bir potansiyelle yaşıyorum.
Sıkıntı ırmağının huzur denizine ulaştığını gerçekten görüyor musun yoksa sen de uyduruyor musun? Kadim bir iyilik ancak sonsuzluğa erişmem. Yalnız bu hastalıklı ruh halinin sonsuzluğa erişirken dahi inanabileceği kanıtları olmalı. Kısaca geçmişten bugüne büyüyen gri incilere, mavi ölümlere, şehvetli kıvranışlara, aykırı söz öbeklerine, yılmayan niyetlere, sadık bekçilere, merhameti unutmayan sevgililere hakkımı helal ediyorum. Olmayan bir hakkı helal etmek ne kadar kolay görüyorsun değil mi?
Dua ediyorum. Hâlâ dua ediyorum ama sesimi kaybetmiş bir tiyatroyum ben. İçimdeki oyuncularla gurur duyuyor, onların sesleriyle mesut oluyorum. Keşke tüm oyunlara izlemeye yetecek kadar ömrüm olsaydı! Şimdi izlediğim tek oyun, odada yalnız, karanlığın içinde yosun kokusunu soluyan, mazoşist ve aynı zamanda monolog bir sahnelik oyun…
Kendimle iç savaşlarım bitmeyecek… Ruhum düşmanım değil, onunla dövüşmüyorum, her şey çok da güzel olabilir ama benim için güzel olan da kötü olan da muteber, olası. Daim var olan ise varlıklarımız, ruhlarımız olacak. Keşke sevdiğim ruhlara elbiseler dikebilseydim!
Seni hiç sormadım… İyi misin? Kola içmemeye çalış. Bu aralar sıcaklıklar da artar, su çok iç. Zencefil ile balı karıştır ye! Kendim yemediğim, uygulamadığım için sanırım dediklerim hava kalıyor. Neyse, kabulleniyorum.
Bu arada, bu ara şeytandan çok çekiniyorum. Olur olmaz zamanlarda aklıma çok değişik fikirler veriyor. Bazen yazdığım öyküleri de şeytanın fısıldamış olabileceği düşünüyorum. Sence böyle bir şey olabilir mi?
Uyanmalıyım. Her şey olduğundan daha karışık değil. Olanı karıştıran da bizleriz. Rabbim daima karşımıza iyi insanlar çıkarsın. Onu unutma, dua et. Ben de edeceğim. Her şey güzel olmasa da, olacak!
Kardeşin Or.
…
Önceki Mektup: www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=128145