- 833 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Koma Kızı
Her gece bir ışık yağıyor yüzüme, rüyalardan uyanıyorum, kâbusun son perdesine gelirken…
Mutlu bir ölüm belki de gerçekten vardır, kitaplarda anlatıldığı gibi. Uyurken ölmek, belki mutluluktur eğer güzel bir rüya görürken ölürsek…
Ben hep yanındayken ölmeyi düşleyecek kadar büyük sevmiştim, bir tek senin yanındayken hiç bir şeyden korkmadığıma inandırmıştım kendimi ve ölümden de bu şekilde korkmayıp, sıyrılacağıma emindim, bir çocuk edasıyla ama büyüktüm.
Daha büyük ağrılara
Daha büyük ağrı kesici yoktu.
Sınırı vardı ağrıların ve bir de katlanılabilirliği ama ağrı kesicilerin kademesi yoktu, büyüdükçe aynı haplarla yetiniyorduk, bir sonraki ilaç uyuşturmak içindi, dindirmek için değildi. İşte bu dünyadaki saçma varoluşumun yanında olduğumdaki tesellisi buydu benim için…
Trenler çok hızlı gidiyor
Yoruldum.
Trenlerden daha eskimiş hissediyorum içimdeki organları, rayları bozulmuş gibi, dışarı fırlayacak gibi her gün sükûnetle ve sabırla bekleyen bir kalbim var. Bir de hayalimde yaşattığım, hep iyi olduğunu söyleyen biri. Hep olmak istediğini söylermiş ya insan, hastalarda bence hep ölmek istediğini söylüyor “ölüyorum” derken.
Gündüze küskünlükle başlayan gecelerim var benim, unutayım dedikçe çıldırtan sancılarım, yok saydıkça içimde büyüyen acılarım var.
Üşüyordum ve ateşi seviyordum, ateşteki rengin güzelliğini, sobanın yüzüme vuran ısısını, ısısındaki o yumuşaklığı… Seni sevme nedenim de buydu, ısıtıyordun, yanıyordum ama ısınıyorum zannediyordum. Seni bu yüzden seviyordum. Sen yanımdayken yüzüm kızarmıyordu belki ama içim yanıyordu, tüm organlarım bir mangalın ızgarasında sonsuza kadar kızaracaklar gibi duruyordu, sırayla ve itinayla tüm vücudum yanıyordu. Hastaydım evet, seni sevmelerin en ağır hastasıydım.
Kahkahamın tiz çığlığından anlayın, içimdeki acının büyüklüğünü… Başka türlü bastıramadığım sesler var içimde. Odamın tepesinden bembeyaz bir ışık sarkıyor üzerime, yağlı bir şey gibi düşüyor, kayarak. Bayılmadan önce son gördüğüm şey, gözlerime yapışıyor. Her gece bayılarak uyuyorum ya da gündüzleri bilmiyorum. Benim uyuduğumda başlıyor gecem.
Tüm bahar topladı, sararan yapraklarını, gitti. Bana bir tek şu gözleri kör eden beyaz renk kaldı. Komada olmak demek, renklerinin bile esir alınması demektir ve iyileşmeden bir daha kavuşamazsın renklerine, renkler senin isteğin dışında uzaklaşmıştır. Renksiz bir dünyayla baş başa kalmışsındır ve deli gibi özlersin renkleri.
Kaç mevsim geçti, zamanın neresindeyim bilmiyorum. Bekliyorum, hiçbir şey değişmeyeceğini bilerek. Günler o kadar birbirinin aynı ki, sabahı akşamı bile seçemiyorum. Hep aynı o beyaz ışık. Sabrımın kapısını tekmeliyor ağrılar.
Seni yanımda göremediğim her sabahın erkencisiyim. Kederimde bile bir umarsızlık var. Yasım bile benzemez kimseninkilere, benim gülücüklerimdir yasımın ağıtları. Gülmekten başka bir şey yapamıyorum çünkü kendime yapamam, kendime yapsam bile, o kusur bulamadığın gülüşlerime yapamam, harcayamam onları.
Medeni hâlim hala medeniyetsizce yalnız!
Seninle bedenimin arasında sıkışıp kaldım. Hayallerimle, hayatımın arasında kaldığım gibi. Yaşayamıyorum, çalışmıyorum da yaşamaya… Öylesine zaman geçiriyorum burada, sadece zaman.
Saçlarım hep kısa, haklı olduğum kadar kısa ve suçlu olduğum kadar yalnız, bir rüzgâr esintisinden, bir okşanmadan uzak, suçlu saçlarım, bu kafada yer ettikleri için. Dışarıda özgürlük var oysa içerisi aydınlıkların en karanlığı. Tarafıma sorulamayacak kadar aydınlık lambalar, rahatsız olacağımı bilemediğim kadar korkuyorum ışıktan.
Seni terk etmeliydim, içinde ölümsüzleşmek için. Hem de acımadan, en benim olduğun anda, seni sana vermeliydim, kıyamadıklarımın beni bir gün acıtacağını hesaba katamadım. Katıldım acıdan katlandım. Katlandıklarımın arasında terk etmelerin en başında yer alıyordu, diğer katlara bir şey sığmıyordu, terk etmelerle doluydu içim. İçim içime sığmıyordu.
Kardelen ne renk donar?
Ne renk susabilirim artık? Hangi renge cevap bulurum? Siyah kaybeder mi gözlerimi? Seni görmezsem ölürdü gözlerim, ölmedi, karıştı, günde üç kere aktı bolca. Yaşlarda cömertçe davranıyordum ve adım israfçıya çıkıyordu. Adımın çıktığı şeylerden haberim yoktu, konuşuluyordum. En çok terk edilmelerle anılıyordum… Gidip, gelmelerinde meşhur olmuştum, tanıdık kaldırımlarda beklemekten ve sokaklar artık beni görmek istemiyordu, ayaklarımın beklediğini bilmek istemiyordu soğuk taşlar…
Yaşanmışı tekrar yaşamak daha kolay gelmişti, terk edilmek olsa da bu yeniden yaşanılabilirdi ama yeniden bir başka sevgi böylesine yaşanılmazdı. Bir yerlerde bir şeyler eskimiyorsa, eskiyen başka şeyler var demektir. Terk edilmeler eskiydi ama sevmek hep aynıydı, bunun için tekrar cesaret gerekmiyordu. Biz zor zamanlarda kolayı yapamayan beceriksiz âşıklardık, yaşama sevinci diye bir şey yoktu, ölme isteğini seviyorduk. Her gün öldürüyorum kendimi, bunu ispatlamak derdinde, mezarlıkta konuşuyorum. Ölüler de anlamıyor dilimden bazen, hangi mezarlığa mensup varlığım bilmiyorum, ölünesi yerleri yaşamaya çalışıyoruz yalnızca, yaşayamıyoruz. Tüm ihtiyacım biraz daha delilik…
Ölmek büyük eziyetti, bu yüzden yaşamaya devam etmiştik. Hastane odasında değil de, nerede olursam olayım, değişen her şeyin arasında bu değişmiyordu.
Yanlış kelimeler vardı aramızda, bu bize dosdoğru dokunuyordu!
Günde üç vakit seni hatırlıyorum;
Birincisi; geldiğindeki, sevincimde tüm çocukların sevinci birikiyor, kucaklıyorum onları, hepsini seviyorum. İkincisinde yanında olduğumdaki saflığım, melek kanatları takışımı görüyorum ve seviyorum. Üçüncüsünde; gidişindeki sersemliğim doluyor gözlerime, ellerim hiç bana ait olamamış gibi hissedemiyorum ve bunu hiç sevmiyorum…
Elbiselerimin atıldığını hissediyorum ve artık yaşamaya gerek kalmadığını biliyorum. Bedenim elbise askısında takılı kalmış gibi, az daha beklese geç kalacak gibi, bekletmiyorum. Bekletmeyi sevmem zaten ama buna karşılık hep bekletilirim…
En parlak ışık, isli lambaya dönüşüyor, üflüyorum tüm hayalleri, hayatım da peşinden uçuyor, eteklerim uçuşuyor az önce atılan kıyafetlerimin içinden, görüyorum. Çivi değil de, iğne deliyor düşlerimi. Zaman küflü, fazladan yaşanmış kadar eski. Bekletmemeliyim, beyaz kalmak için lambalar gecikti.
Yirmi Nisan İki Bin On Dört 16 30
Nevin Akbulut
YORUMLAR
İçe yolculuğunu taşıyan sözcükleri de yorgundur,Yazarın.
Bir bakışın bir dokunuşun "yapıcı" olamadığı yerde...
Sonra, bitmeyen beyaz ışık, uygarlığın dışından seslenişe renk verdiğinde ve tüm renkler silindiğinde
biraz ürkütü iç sesiyle içimize eğiliyor Yazar. Bir dolunayın, doygunluğunu içimize eğilerek bırakması gibi bir his oluşuyor. Ya da bir sokakta yalnız kalmak gibi, alacakaranlıkta. Işığı kendinden olan yazarlardansınız. Çok saygımla.
Nasıl ağır bir duygu... Altında ezilmiyor musun bu yoğunluğun? diye düşündüm ama ezilsen yazamazdın ben de okuyamazdım güzel yazmışsın yine..
Medeni hâlim hala medeniyetsizce yalnız!
Bu cümle de ne demek istedin ?? yani ben bir şeyler anladım ama doğru mu anladım öğrenebilir miyim??
Kıpkırmızı
Ama benim bahsettiğim yalnızlığın medeniyetsizliğiydi...
Ezildikçe güzelleşen bir üzümden kalma kırmızıyım
Sevgiler,
Her yazınızda ayrı bir tad ayrı bir tılsım var insanın içine işleyen kelimeler cümleler kuruyorsunuz yazının öyle kısımları var ki gözlerden yaş akar içine işleyen bir hüzün bırakıyor insanda yüreğinize kaleminizde ki hüzün buşlaşmasın inşallah sevgi ve saygı ile..
Kıpkırmızı
Duygusuz olmaz, yalın ya da sanal olur, bu da hiç bir zaman gerçeği yansıtamaz...
Selamlarımla,