- 907 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
AÇLIK
Şehir merkezinden çıkalı iki saate yakın bir zaman geçmişti. Külüstür cipimiz, yolu izi olmayan bu derelerden, bu tepelerden oynaya zıplaya bizi yeni keşfedeceğim yerlere adım adım yaklaştırıyordu. Nihayet bir düzlüğe çıktık. Birkaç tavuk, hindi ve kazla birlikte birbirine yapışık evler gördük. “Burası mı” dedim şoförümüze. “Daha ne yaptın” dedi. “Buradan Fırat’a ineceğiz. Oradan da hayvanlarla gideceksin, köyüne.”
Bugün dedemin tavsiyesiyle oruç tutmuştum. Bu yolculukta dedem de yanımdaydı. On yedi yaşındaki bir öğretmen; dedesinin yanında bırak çocuğu, hala onun yaramaz ve sevimli torunuydu. Benimle gelme sebebi her canlıda olduğu gibi kendi zürriyetini koruma içgüdüsü olmalıydı. “Oğlum” demişti. “Bu gün oruç tut. Oruçlu olursan köylüler seni daha iyi sever.” Ben de daha iyi sevilmek uğruna mı, sevap kazanmak uğruna mı bilmem, o gün oruçluydum.
Külüstürümüz bizi o kadar sarsmıştı ki; bu oruçlu halimde içim dışıma çıkmıştı. Midem Vezüv Yanardağı gibi yanıyordu. Sigarasızlık da beni başka bir tuhaf hale sokmuştu.
Nihayet Fırat göründü. İlk defa Fırat’ı görüyordum. Büyük ıssızlığın içinde derinden derine sessizce akıyordu. Sessizliği sanki av öncesi siperde bekleyen aslanı andırıyordu.
Fırat kenarındaki köyde cipimizden indik. Şoförümüz üzüntülü halde seslendi; “Yol buraya kadar…Daha ötesine araba maraba gidemez...”
Eşyalarımızı indirdik. Bize iki eşek ayarladılar. Yatağı yorganı sardık eşeklere. Aktarma olmuştuk. İki de çocuk verdiler bize, koyulduk yola.
Kayaların üzerinden, kurumaya yüz tutmuş otların arasından, bazen de Fırat’ın kenarından, iki eşek, iki çocuk, bir dedem, bir de ben, altı canlı ardı ardına sıralanarak - bir kervan edasıyla- yolumuza devam ettik. Ayakta duracak dermanım kalmamıştı. Beni asıl çökerten; açlıktı. Ah anne Ah!.. dedim. Şimdi o güzelim dolmaların, sarmaların nerede? İster misin az sonra görev yerimdeki köyde etli bir kuru fasulye yanına da pirinç pilavı hatta yanında da salata, yoğurt ikram etsinler... Misafir umduğunu değil bulduğunu yermiş. Dur bakalım köyde ne vereceklerdi? Amaan neyse... Benim de aklım fikrim hep yemekte...
Zavallı dedem, kim bilir ne kadar yoruldu, ne kadar acıktı. Benim için sen kalk taaa Mersin’den buralara gel. Ama şimdiden pişmanlığı okunuyordu, yüzünden. Gerçi beni bırakıp dört beş gün sonra geri dönecekti.
“Köy şu tepenin ardında…” dedi çocuklar. Yorgunluğum ve açlığım diğer duygularımdan öne geçiyor; köyü meraktan çok, ne yemek yiyeceğim aklımı meşgul ediyordu. Güneş de battı batacaktı.
Kâhta’nın Çakıreşme köyü demek burasıymış. “Ömür biter, yol bitmez” dediklerine bakmayın. Kervanımız yolun sonunu -ömrümü bitirmeden- bulmuştu. Köyün içerisine girdiğimizde ihtiyar sakallı bir adamın ezan okuduğunu gördük. İftar olmuştu. Oruçluluğum beni azat etmişti. Yemek içmek artık serbestti. Ah şimdi kerebiç tatlısı olsaydı ne olurdu? Ya da sadece ramazan pidesi…
Mersin… Mersin! Neredesin! Biliyorum çok uzaklardasın. O bilardo salonların nerede! Kurum, Gediz, Kamer sinemaların az sonra nasıl da dolacak. Arkadaşlarım yine bir araya gelecek; mutlaka bir yerlere gideceklerdir. Hatta belki de Mersinli Ahmet’in kahvesine giderler... Ben ise bu ıssız yerlerdeyim. Dedem de birkaç gün sonra geri dönecek...
Kılavuzlarımız muhtarın evini sordu. Hayvanların yükünü indirdik. Çocuklara teşekkür ettim. Köylüler gitmeyin dediler, ama çocuklar çekip gitti.
Muhtarın yarım yamalak Türkçesi açlığımı daha da çekilmez hale getirmişti. Yemeğini yiyen “Köye muallim gelmiş’ diyerek yanımıza gelmişti. O köyün ilk öğretmeni bendim. Okul inşaatı daha bitmemiş bile. Köy halkının çoğu analarından doğdu doğalı ilk defa öğretmen göreceklermiş. Kadın ve çocuklar odanın dışında kalmıştı. Oda dolup taştığından beni görenler nöbet değiştirip yerini bir başkasına veriyordu. Kara kuru adamlar saygıyla eğilerek iki elleriyle elimi sıkıyor, bazıları da benden yaşlı oldukları halde elimi öpüyordu. “Nasıl olsa öğretmen biraz sonra dışarıya çıkar” diye hesap etmiş olmalılar ki dışarıda bekleyen kadınların, çocukların sesleri içeriye duyuluyordu. Onların da bir öğretmen görme hakları vardı. Kalabalık iyi ama açlık kötüydü. Kalabalık karın doyurmuyordu ki...
Nihayet muhtar gazocağını yaktı. Kara kuru muhtarımız gazocağını sürekli pompalıyor, kaynayan suyla ha bire demliğe kaşıkla su ekleyip karıştırıyor, sonuçta işi yavaştan alıyordu. Bardakları sıcak suyla çalkalıyor, gazocağını pompaladıkça pompalıyordu. Bir köşede de yaşlı bir adam, bıkıp usanmadan tütün sarıyordu. Midem kazınmış, bağırsaklarım düğümlenmek üzereydi. Artık açlıktan haykıransım gelmişti...
Sarılıp önümüze atılan sigaralardan bir tanesini -dedemin görmez yanından- aldım, dışarıya doğru yöneldim. Herkes -dedem dışında- ayağa kalkmıştı. Aç olmama karşın bu olay kadar beni etkileyen bir durum anımsamıyorum. Dışarıda beni görmek isteyen kadın ve çocukların da muradı yerine gelmişti. Sigaramdan çektiğim bir nefes duman; başımı öyle bir döndürdü ki az kalsın düşüyordum.
İçeriye girdim. Yine -dedem dışında- herkes ayağa kalkmıştı. Az önceki ayağa kalkmayı görmemiş olsaydım, deprem olmuş sanacaktım; belki de dışarıya kaçacaktım.
Ayağa kalkacaklarına biraz ekmek verseler; daha saygılı olacaktı. Biraz ekmek, biraz peynir... Çay da demleniyor... Ne güzel olurdu. Muhtar hâlâ çayla uğraşıp duruyordu. Artık sadece çaya da razıydım.
Beni boş ver de, ya zavallı dedem… Bu yaşta bu kadar açlığa nasıl dayanır… Gerçi onun çilesi üç günlük çileydi. Ya ben; en az üç yıl buradayım. Acıyan Allah bana acısın.
Dedemin benzi solmuştu. Çok sinirlenmiş olacak ki kulağıma eğilip,
— Oğlum sen bu köyde yandın, mahvoldun! dedi. Sonra devam etti “Ben yarın gidiyorum!”
Şimdi sırası mıydı bu sözlerin… Güya bana moral olsun diye yanımda gelmişti. O şiddetli açlık; o yaştaki adamın da sabrını tüketmişti. Demek beni yalnız bırakıp gidecekti. Bu sözler açlığımın üzerine hiç de iyi gelmedi.
Acı zehir gibi çaydan iki bardak içtim. İçim hop kalktı hop oturdu. Çene kaslarım tutuldu. Bu eziyetleri hak edecek bir şey yapmamıştım ki…
Yatsı namazı için ben de saf tuttum. Açlığımdan sure ve duaları nasıl okuduğumun farkında bile değilim. Sadece namaz sonundaki duada;“Allahım beni açlıkla sınama; sınıfta kalırım” dediğimi biliyorum. Bir de duamda Allah’tan yemek de istemediğimi.. Çünkü olmayacak bir duaya “âmin” diyecek değildim.
Cemaat yavaş yavaş dağıldı. Yeniden gazocağına çay suyu koyuldu. Çay içecek isteğimiz yoktu ki...
— Zahmet etme muhtar efendi, dedik. Biz çay içmeyeceğiz!
— Olur mu! dedi muhtar. Siz misafirimsiniz. Size ne yapsak azdır.
Amma da misafir ağırlamaymış bu. Sabah olmak üzere; içimiz dışımıza çıkmış o hala misafir ağırlamadan bahsediyor. Külahım yoktu ki külahıma anlatsın.
Odanın dışarıya açılan kapısından başka, ev tarafına açılan bir kapısı daha vardı. Normal kapıların yarısı büyüklüğünde... Muhtar birkaç kez o küçük kapıdan girip çıkmıştı. Her defasında da hayal kırıklığı yaşamıştık. Bu defa bir elinde sofra, bir elinde sini altına konulan açılır kapanır tahtadan yapılma sini altlığıyla birlikte içeriye girdi. Ardından sini, tabaklar, kaşıklar ve nereden bulunmuşsa çatallar…
Şok olmuştum. Birden bire bu ani baskın bu ani telaş; içerisinde bilinmeyerek saklanmış sürpriz izleri taşıyordu. Artık serap görmediğime emindim. Ne o!!! İçerisinde kızartılmış kaz. Hem de iki tane. Demek ki biri dedeme biri de bana. Dumanı tüten tereyağlı bulgur pilavının üzerinde de but but horoz ya da tavuk etleri. Sulu yemek olarak da patates yemeği… Yoğurt, turp ve diğer yeşillikler...
İki kırlenti üst üste koydular, üzerine oturdum. Ellerimi sıcak suyla yıkadım. Başucumda ayakta duran kişinin elindeki peşkiri alıp ellerimi kuruladım.
Yemeğimizi yerken ayakta bir kişi eline bir bardak suyu almış hazır bekliyordu. Birimiz su desek hemen vermek üzere...
Dedeme baktım. Gözlerinin içi gülüyordu. Göz göze geldik. Kulağıma eğildi:
— Oğlum! dedi. Sen bu köyde yaşadın!
Ertesi günü gidecek olan dedem, on beş gün daha kaldı. Çünkü her gece bir ev davetindeydik.
Mehmet Ali Elçin
YORUMLAR
Anlatım güzeldi de, keşke yola çıkarken biraz yolluk alsaymış yanına veya niyetli olduğunuzu lisan-ı münasiple söyleseymiş genç öğretmenimiz. Zira, okurken epey endişelendik, onun adına.
Tebrik ve selâm ile.
Mehmet Ali Elçin
Kendimin ilk göreve başladığım günleri hatırlattı yazın 6 kasımda ilk karla tanışmıştım rahmetli babam beraber kalacaktık sözde..
Tebrik ederim saygılarımla.
Mehmet Ali Elçin
Mesleğe ilk başlamanın telaşı, heyecanı ne güzel oluyor.
Anı anlatımı, olayları yaşatmış; duyguları ve özeleştirileri de beraberinde hissettirerek... Zevkle okudum, haz aldım okuduklarımdan. Zaman zaman kendi ilk göreve başlayışımı da hatırladım satır aralarında.
Tebrikler arkadaşım...
Selamlar...