- 898 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DAĞLAR SENİ...
DAĞLAR SENİ…
Pası andıran kirli dişlerini araladı. Sararmış parmaklarıyla sigarasını sardı. Yeleğinin sol cebindeki çakmağını çıkarıp tellendirdi sigarasını. Bu kadar tütün içmesine, yetişkin yaşına rağmen birçok genci cebinden çıkaracak kadar diriydi. Mavi gözlerindeki tebessüm hiç eksik olmazdı. El örgüsü sırt çantası hep sırtındaydı. Yufka ekmekle peynir, çökelek, yumurta, soğan cinsinden nevaleleri çantasından hiç eksik etmezdi. Eh, bir de soğuk subaşına oturdu mu, değme keyfine.
Yürüyüşe çıkalı iki saate yakın olmasına rağmen herhangi bir yorgunluk hissetmiyordu. Her zaman olduğu gibi ağaçları hayranlıkla izledi. Yaprakların rüzgârla dans edişi, renkleri, kokuları sanki canına can katıyordu. Hele doruklarda başlayıp sürüp giden çam ağaçlarının manzarasını seyretmek onun için vazgeçilmez bir tutkuydu. Yeşilin her tonuna vurgundu. Daha çocuk yaşta başlamıştı ondaki ağaç ve orman sevdası. Rahmetli babasının odun için eşekle ormana her gidişinde arkasına düşer, azarlanmasına, kovalanmasına rağmen yine de peşinden ayrılmazdı. Babasını uzaktan takip eder, yine de giderdi. Bazen eşeğin hızına yetişemez, babasını kaybeder, ağaçlardan medet umarcasına oturup ağlardı. Babası ne kadar kızsa da oğlunun ağlamasına dayanamaz, yanına gelir, elinden tutup yanında gezdirirdi. Bu gezinti esnasında ağaçları tanıtır, ormanın faydalarını anlatırdı.
Ormanla haşır neşir geçmişti çocukluğu ve gençliği. Orman tutkusu yüzünden adı “ Deli”’ye çıkmıştı ama onun hiçbir şeye aldırdığı yoktu. Varsın ormanlar onun olsun da kim ne derse desindi. Yanı başında dalından “pat” diye yere düşen bir kozalak ister istemez irkilmesine neden olmuştu. Az ilerde çevikçe ağaca tırmanan sincap, tepeden selamlamaktaydı Rıza’yı. Kayaların arasından ve çalı diplerinden fışkıran rengârenk çiçeklere hayran hayran bakar, koparmaya kıyamaz okşamakla yetinirdi. Zirveye çıktığı an bir türkü tuttururdu ki değme keyfine. Dağlar taşlar, kurtlar kuşlar sesine eşlik ederdi. Türkünün arkasından bir de ‘Hey heeeeey!” diye bağırır, karşı yamaçlardan aynı ses yankılanınca ondan da ayrı bir zevk alırdı. Tabiatın güzelliği bütün dert ve sıkıntılarını alır götürür, akşama yakın eve döndüğünde kuş kadar hafif hissederdi kendini. Bazen alış veriş için şehre gider, günü zor eder, köye dar yetişirdi. Ertesi sabah bıkıp usanmak bilmediği bir yolculuk başlardı onun için.
Rıza’nın orman gezileri sadece gönül eylemekten ibaret değildi. Elindeki Tokat nacağı ile budanacak ağaçları budar, kuru dalları keser, ağaçlara şekil verir, hem de odun etmiş olurdu. Gezintinin başka bir amacı da orman içinde dikime uygun olan fideleri kemerinden hiç eksik etmediği kör keserle söküp köy içerindeki bağ, bahçe, tarla, ev yanlarına diker, onları sular, büyümelerini hayranlıkla izlerdi. Köyün her tarafı onun sayesinde yemyeşil olmuştu. Bununla da yetinemeyen Rıza, her yıl Orman İşletme Müdürlüğü’nden temin ettiği fidanlarla köyün kıraç, işe yaramaz arazilerini de ağaçlandırdı.
Köyün ve çevresinin görüntüsünün değişmesinden memnun olan köylülerden İbrahim Ağa, fidanların büyüyüp ağaç olduğunu görünce Rıza için söylediği “Deli” yakıştırmasından nedamet getirmiş, hakkı teslim etmek için:
--O deli değil, veli veli, asıl deli olan bizmişiz. Diyerek her fırsatta pişmanlığını dile getiriyordu. “Bakın şu etrafınıza, her taraf O’nun eseri. Şu koca köyde dikili tek bir ağaç yokken “ Deli Oğlan” dediğimiz adam kör bir keserle koca köyü cennete dönüştürdü. Hele şu ıhlamurların kokusu yok mu, beni mest ediyor. Allah ondan razı olsun,” diyordu. Söylediği bu sözleri her ortamda dile getiriyor, ağaç dikmeleri için gençlere öğütler veriyor, önderiniz piriniz Rıza Amcanız olsun, diyordu.
Günlerden bir gün köy meydanında yıkık taş duvarın dibine koyu bir sohbet toplantısı başlamıştı. Köy bekçisi, bastonundan medet uman birkaç ihtiyar ve orta yaşlılar, her zaman konuştukları köy meselelerini hararetli bir şekilde yeniden tartışıyorlardı. Güneş tepelerine dikilmiş, terleyenler, ayakta durmaktan yorulup birbirlerine sırt dayayanlar yorgun bir tablo arz etmekteydi. Tam ortalarında da Rıza bulunmaktaydı. Uzaklardan cırıltılı bir ses duyuldu. Guruptakilerden bazıları sesin geldiği yöne odaklandılar. Eski bir pikap yalpalayarak onlara doğru geliyordu. Meydanın iki tarafından da yol geçmekteydi. Herkes pikabın bu yollardan birisinden gideceğini düşünürken aracın üstlerine doğru geldiğini görenlerden kimileri can havli ile kendilerini yana atarken, kimileri ağzı dolu küfürler savurarak kaçmaya çalışıyordu. Kaçmaya fırsat bulamayanlardan kiminin dizine, kimini bacağına tampon dokunmuş hafif sıyrıklarla kurtulmuşlardı. Tampon ile duvar arasına sıkışan birinin sesi yeri göğü inletiyordu. “Beni kurtarın, kurtarın beniiii.” Şoför, çarpmanın etkisiyle açılan kapıdan kendinden geçmiş bir vaziyette yere yuvarlanmıştı. Olayın şokunu atlatan köylülerden kimisi duvara sıkışmış olan Rıza’yı kurtarmaya çalışırken kimisi de şoförü ayıltma gayreti içindeydi.
Rıza, iki kişinin kolları arasında eve getirildi. Kocasının halini gören Sündüs Hanım; “Ne oldu sana, bu ne hal Deli?” diye ünledi. Getirenler Rıza’yı kanepeye uzattıktan sonra olayı anlattılar. Sündüs Hanım: “ Buda mı gelecekti başımıza, ben ne yaparım şimdi?” diyerek ağlayıp sızlayıp dizlerini döverken bekçi Hasan yarım saat içinde kırıkçı çıkıkçı ustası Servet Ustayı alıp getirdi. Asıl mesleği dülgerlik olan Servet Usta, elindeki işi bırakarak Hızır servis gibi acilen yardıma yetişti. Yaptığı muayenede sağ bacağın kırık, sol dizinde eziklik olduğunu söyledi, el yordamıyla kırıkları yerine getirip ince tahtaları destek yaparak sardı. Doktora götürülmesinin daha doğru olacağını söyledi. Allah’tan ki şehir yerinde evli bir kızları vardı. Evlat dediğin böyle günlerde lazımdı. Kızına haber uçurup ertesi gün şehre götürüldü. Hastanede bacağını alçıya alıp dizini sargıya aldılar. Doktor, ilk müdahaleyi yapanın usta birisi olduğunu söylemeyi ihmal etmemişti. Bir hafta kadar torunlarıyla vakit geçiren Rıza’nın aklı fikri ormanlardaydı. Hasretliğe dayanamayıp alçılı bacağı ile köye döndü.
Sağlığına kavuşacağı günleri iple çekmekteydi. Bacağı alçıdaydı ama dizindeki ağrı dayanılır gibi değildi. Ayağa kalkamadığı için son derece üzüntülüydü. Zar zor azalttığı sigarayı yeniden iki pakete çıkarmıştı. Karyolasını pencerenin önüne aldırmıştı, ormanı göremese de dağ yolunu izleyerek gidermekteydi doğa hasretini.
Bir ay geçmesine rağmen koltuk değneksiz yürüyemiyordu. Özel olarak yaptırdığı koltuk değnekleriyle olağan üstü bir çaba gösteriyordu yürümek için. Attığı her adımın sevgiliye kavuşmanın bir basamağı olduğu inancıyla devamlı eksersiz hareketleri yapıyordu. Kısa zamanda yürüyebileceğine öyle inanmıştı ki, bu inançla yerinde duramıyor, devamlı hareket ediyordu. Durumun iyiye gittiğini görünce kızına evine dönüş iznini onayladı. Kızını uğurlamak için kapıya kadar gelmişti koltuk değnekleriyle. Bazı akşamlar çobanları yanına çağırttırıyor, dağdan taştan bilgiler alıyordu
Güzel bir günün sabahında horoz sesleriyle erkenden uyandı. Yatağında gerinip pencerenin perdesini araladı. Perdenin kenarından süzülen ışık demeti odayı yarı aydınlık hale getirmişti. Bu gün kendisini daha iyi hissediyordu. “Acaba koltuk değneği olmadan yürüyebilir miyim?” diye düşündü. O bunları düşünürken beynindeki güçlü bir ses:“ Yürü, başaracaksın.” Diyordu. Emeklemeden yürümeye başlayan bebekler kadar istekli ve arzuluydu. Karyoladaki yatağında oturuma geçti, gözü değneklere takıldı. Karısı yer yatağında derin uykudaydı. Onu uyandırmak istemiyordu. Yatağın kenarına geldi, karyolanın başından tutarak yavaşça ayakları üzerine dikelip elini karyoladan çekti. İşte desteksiz olarak ayaktaydı. Korkarak da olsa üç adım atabildi, düşmemiş hatta sendelememişti bile. Bundan cesaret ederek temkini elden bırakmadan beş altı adım daha attı. Ellerini sema’ ya açtı, sağlığını bahşeden yaratanına şükretti. Gözleri doldu. Birkaç adım daha attı. İstemsiz olarak kendiliğinden “Yürüyoruuuummm! Diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Hanımı neye uğradığını anlayamadan fırladı yataktan. Karyolaya baktı, adam yoktu. Gözleriyle odayı tararken kapının önünde duran kocasını gördü hayal meyal. Baktı inanamadı, gözlerini sildi yeniden baktı, gördüğüne inanamadı. Kocası koltuk değneksiz kapının eşiğinde kendisine bakıp gülüyordu.
--Ne yapıyorsun sen orada? Dedi şaşkın bakışlarla.
Rıza gülümsemeye devam ederek;
--Yürüyorum hanım, yürüyorum dedi, ispat için iki üç adım attı ona doğru.
Sündüs Hanım gördüklerine hala inanamıyordu.
--Sen gerçekten yürüyorsun, dedi yatağından kalkıp kocasının yanına geldi koluna girdi. Hadi birkaç adım daha at bakalım, dedi beraberce yürüdüler. Sen essahtan yürüyorsun, aferin sana Deli’m benim, dedi. Yüzüne bir öpücük kondurdu.
--Borçlu kalmak benim şanıma yakışmaz, dedi. Sarılıp iki yanağından birden öptü eşinin.
Sündüs hanım, ilerlemiş yaşına rağmen öpülmesinden hoşlanmıştı ama yinede cilve yapmaktan geri kalmadı.
--Bırak Deli, yataktan yeni kalktın, dedi şımarıkça.
Kol kola pencerenin önüne gelip oturdular. Sündüs Hanım kahvaltı için mutfağa gitti. Rıza, Pencereden bakarak ormanlarla ilgili hayallerle kurmaya başladı. Yeniden kavuşacaktı sevgilisine, ağaçlarla konuşacak, çiçekleri okşayacak, kuşlarla, böceklerle halleşecek, derelerdeki serin sulardan yüzüne su çarpacak, gözelerden kana kana su içecekti. Rıza hayalleriyle baş başayken eşi kahvaltı sofrasını hazırlamış; “ Sofra hazır.” Diye seslendiğinde hayalleri kesintiye uğramış film gibi koptu.
Aradan bir hafta geçti. Artık rahatça yürüyor, her türlü hareketi yapabiliyordu. Yola çıkma zamanı gelmişti. Akşamdan hazırlandı. Sabahleyin azığını, kör keseri ile küçük nacağını alıp yola koyuldu. Hava sıcak, yol yokuştu. Yamaçlara tırmandığında terlemeye başladı, gömleğinin üst kısmından açtığı iki düğmeyle bağrını serinletti. Hızını kesmeden ormanın derinliklerine doğru ilerledi. Ormanın ortalarına geldiğinde durdu, derin derin nefes alarak ormanının temiz havasıyla ciğerlerini doldurdu. İki aylık bir ayrılıktan sonra yeniden kavuşmuştu sevgilisine. Sevinç, heyecan, özlem duygusu tüm bedenini sarmıştı. Heyecan duygusunun önüne geçemedi. “ Duyun dostlar, ben geldim beeeen, Deli Oğlan geldi!” Diye bağırdı. Ağaçları, çiçekleri, kuşları, böcekleri selamlayarak zirveye çıktı, etrafı seyir-ü sefa ettikten sonra oturdu bir taşın üstüne, her zamankinin aksine bu sefer yanık bir türkü tutturdu.
“Dağlar seni delik delik delerim,
Kalbur alır toprağını elerim.
Sen bir kara koyun ben de bir kuzu,
Sen döndükçe ardınsıra melerim.”
S O N
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.