- 900 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ACIYI ÖZLEMEK
ACIYI ÖZLEMEK
Bitmiş tükenmiş bu ailenin evlerinde kırılmadık eşyaları yoktu. Çatalı bıçağı yatakların arasına saklıyorlardı. Günün her anı bağırıp çağırmakla geçiyordu; “Dur yapma!”, “Dur kırma!”, “Allah cezanı versin!”, “Allah benim canımı alsın da kurtulayım senden!”...
Evde çekilen acılar, pek zorlarına gitmiyordu. Belki de çileye, acıya alışmışlardı. Ama komşuların rahatsız olmaları ve onlardan gelen baskılar çekilemez bir durumdu.
Bu yüzden sürekli oradan oraya evlerini taşımışlardı.
Bu insanlara –bir türlü- akıl sır erdirememişlerdi. Bu insanlar; bir kör gördüklerinde onu karşıdan karşıya geçirmiyorlar mı? Bir topal ya da bir çolak gördüklerinde onların belediye otobüsüne binmelerine yardım etmiyorlar mı? Körlere, topallara yardım ediyorlar da neden bu zihinsel engellilere acımasız davranıyorlardı. Neden “Şuranı aç... Şuna küfür et...” diyerek engel üstüne bir engel de onlar koyuyorlardı.
Bu yüzden çocuğu sokaktan kurtarmak gerekiyordu. Belki de bilinçaltında yatan “çocuktan kurtulmak” fikri de bu işi tetiklemişti. Tüm engelliler okullarını denediler. Hepsi de; “Böyle çocuk mu olur? Alın götürün çocuğunuzu!” demişti. Dünyaya sığmayan bu çocuk, dört duvar arasına nasıl sığsın? Bir tek analar, dünyaya sığmayan çocuklarını yüreklerinde saklayabilirler. Ama bunun yüreğe girecek tarafı kalmamıştı ki...
Bu ailenin çektikleri, tükenen umutları, umutsuzlukları, ızdırapları başkalarını hiç ilgilendirmiyordu. Belki de haberleri bile yoktu bu çekilen çilelerden. Ya da zihinsel engelli bir çocuk; onların hayatında gelir geçer bir eğlence motifiydi. Çocuğun herkesçe bilinen zaafları sanki o akıllı insanlar tarafından yeni keşfedilmiş bir olay gibiydi. Çocuğu kızdırıp; eğlenme gülme gereksinmelerini bir an için kurtarıyorlardı ama zararını hep çocuk ve ailesi çekiyordu.
Gerçi acıyıp öğüt verenler de oluyordu.
“Siz bu çocuğu Ankara’ya götürün. Orada yatılı yerler varmış. Siz de rahat edersiniz çocuk da... Biraz nefes alın. Bu çocuk sizi yedi bitirdi...”
Çok zorlu ve uzun uğraşılar sonunda -araya konan etiketli adamlar sayesinde- Sosyal Hizmetler Müdürlüğünden; “Ailenin nefes alması için, çocuğun üç ay yatılı olarak Ankara Saray’da yatırılması uygundur.” raporunu hak edebildiler.
Çocuğu başka yere göndermek kolay mı? Ne olursa olsun o daha bir çocuktu. Daha önemlisi o bir evlattı. Analık duyguları buna izin verir mi?
Öte taraftan hayatın çekilmezliği, perişanlığı, çıkmazlığı analık duygusuna bir virüs gibi girmiş, tüm analık duygularını alt üst etmiş, anayı işin içinden çıkamaz hale getirmişti.
Bu çocuktan kurtulmak, daha doğrusu biraz olsun nefes almak; çocuğa, insanlığa, analık duygusuna ihanet miydi? Bir insan, elini ateşin içerisinde sürekli tutabilir mi? Refleksine ne kadar karşı gelebilir? Sonunda kendi iradesi dışında elini ateşten çekmez mi? İşte bu çocuğu geçici olarak bir yerlere göndermek, yatırmak; elini ateşin içerisinden geçici olarak çekmeye benziyordu.
Bu huzursuzluk, bu çaresizlik; ailenin her şeye ve herkese karşı nefret duymasına neden olmuştu. Ama toplum tarafından da bu ailenin üvey evlat muamelesi görmesi, aileye karşı usul usul işlenen ve cezasız kalan cinayet değil miydi?
Büyük fedakârlıkların yalnız ve yalnız evlatlara karşı yapılacağı duygusundan bile yoksun kalmaları; kendi kendilerinden nefret duymalarına yol açıyordu. Korkuyorlardı; her zaman boyun eğmek zorunda kaldıkları toplumdan korkuyorlardı. Aileyi bozan ve onları bir tutsak haline getiren zayıflıklarının kaynağı, bu çocuktu.
Kendilerine böyle bir özürlü çocuk emanet ettiği ve kanı beş para etmeyenler karşısında hep küçük düşürdüğü için Yaradan’a isyankâr olmuşlardı. Allahın kendilerine emanet ettiği bu yavrudan bezmişlerdi. Bundan dolayı suçluluk, günahkârlık ve vicdan azabı alınlarına bir sülük gibi yapışmıştı. Ailenin kimyası bozulmuş, duygu denizlerinde fırtınalar esmesine neden olmuştu.
Allah, insanı sevmesi için yaratmıştır. Sevmek için çabalama doğaya karşı yapılır. Eğer bu çabalamada şartlar eşit değilse, bu uğraşlar insana karşı mücadeleye dönüşür. O zaman da duygular karşılık görmez. Karşılık görmeyen duygular ise kine nefrete dönüşür.
Bu sisli puslu duygu girdabından düzlüğe çıkmak için çok uğraş verdiler. Hiç düşünülmeyen “Ankara’ya gitme işi” artık son çareydi. Geçici olması işi biraz masumlaştırıyordu.
Şimdi en acı olanı anasının çocuktan, çocuğun anasından ayrılması ve Ankara’da çocuğu bıraktıktan sonra babanın geri dönmesiydi.
Ayrılık zamanı gelmişti. Sürekli akan gözyaşları utanç, nefret, isyankâr karışımıydı. Ananın gözyaşlarına sanki bütün doğa eşlik ediyordu. Yağan yağmur sanki meleklerin gözyaşlarıydı. Belki de şeytanın gülümsemesiydi, çakan şimşek. Kendi elleriyle yavrusunu uzaklara göndermek; içerisinde ihanet saklı bir duygu yumağının birden bire çözülmesiydi. Demek ihanet etmişti bu emanet edilene. Nasıl da bakamamıştı bir çocuğa. Bu gönderme işinin, “geçici” olması bile gözyaşlarının yerlere kadar akmasını önleyemedi. Her ananın yavrusuna karşı içgüdüsüyle duyduğu bir çeşit merhametle acıma duygusu teninin her hücresini sardı. Gözleri boşluğa bakıp durdu, “Güle güle yavrum!” bile diyemeden çocuktan ayrıldı. Utancından öpememişti çocuğunu.
Baba, otobüste arpacı kuşu gibi düşünmeye başladı. Sonra gözlerinde yaşlar belirdi. Uyuyan çocuğuna, gözyaşlarının yanaklarından kurtulup akmasıyla birlikte, şöyle bir baktı. Yolcuların “Bu nasıl çocuk” demelerinden öte, çocuğu Ankara’da bırakacak olması, üzüyordu kendisini. Babasına güvenip bu yolculuğa çıkan evladını oralarda nasıl bırakacaktı. “Ben geliyorum, yavrum...” deyip geri dönmemek; ne kalleşçe bir şeydi. Kim bilir zavallı çocuğum nasıl da beni bekleyecek. Bütün bu olanlara nasıl anlam yükleyecek. O anasız yapamaz ki... Önce “Baba! Baba!” deyip duracak, sonra “Anne! Anne!” diye ağlayacak.
Bu gün, güneş erken batmıştı. Şafak sökmese keşke... Gittikleri otobüs kendilerini sanki cehenneme götürüyordu. Yol hiç bitmese/otobüs uçuruma yuvarlansa; sonsuzluğa gitseler...
Yorgun ve acımasız duygular, babanın vücudunu çabuk esir almıştı. Uykuya daldı. Bir ara yalınayak dikenlerin üzerinde yürüyor gibi duyumsadı, kendini düşünde. Çocuğu da ellerinden tutup sürüklüyordu. Kendi ayağında hiçbir acı yoktu, çocuğunun ayakları kanlara bulanmıştı...
Birden irkildi. Daha fazlasını görmek istemiyordu. Yürek paramparça. Ayın şavkı yanlarından geçen dağlara vuruyordu. Yaşlarla dolan gözler, bir daha uykuya dalmamak için camdan dışarıyı anlamsız bir şekilde izledi durdu.
xxx
Baba-oğul, İngiliz menteşeler üzerinde sessizce açılan meşe oymalı ağır kapıdan içeriye girdi. Bir daha hiç sahip olamayacağı çok hoş, değerli bir şeyi bırakıp gitmekte olduğunu hissetmiş bir insan nasıl ki derin bir kedere kapılır, baba da aynı duygularla meşe ağacından yapılmış, aslanpençesini andıran oyma bacaklarıyla kocaman bir masanın yanında durdu. Duvarlar kırmızı maun kaplama lambrilerle, yerler meşe parkelerle döşenmişti. Odanın içerisi acayip ağır bir kokuyla kaplanmıştı. Bu koku tanıdık bir kokuydu ama neydi? Parkeler böyle kokmazdı.
Genel Müdürün “Buyurun” demesiyle irkildi. Konuşacak hali yoktu. Raporu uzattı. Müdür, yazıya şöyle bir göz attıktan sonra “Oturun” dedi.
İdam fermanı verilmiş bir insanın, infaz işlemlerine geçilmişti. Vaz geçse… Artık geri dönüşü kalmamıştı bu uğursuz işin. Şu koku da nasıl rahatsız ediyor insanı. Bu kokuyu daha önceden tanıyordu ama neydi? Birden Genel Müdürün sesini duydu.
“Tamam! Götür bu evrakı! Kayıta geçirsinler. Sonra yanıma gel. İmzalayayım. Sonra çocuğu Saray’a götürürsün.”
Koku da nasıl başını ağrıtmıştı.
“Efendim nereye götürecektim?”
“Evrak kayıta.”
Çocuğun elinden tutup odadan ayrılacaktı ki çocuk:
“Burada hıypo kokuyor” dedi.
Genel Müdürün:
“Neee! Hıypo mu?” diye bağırdığını işitti. Ve ardından. “Ben bu çocuğun yatırılmasına onay vermiyorum!” dediğini.
Baba, kendiliğinden olan bu sevindirici engelin ne olduğunu bilmek istedi. Soru sormasına fırsat kalmadan genel müdür;
“Bak evladım” dedi. “Burası bir hafta önce hıypo ile temizlendi. Bir hafta boyunca buraya gelen herkes ‘Burada ne kokuyor’ diye sordu. Ben de herkese ‘Hıypo’ deyip durdum. Sadece bu çocuk sormadı ve bildi. Ben bu çocuğu yatırmam; yazık çocuğa...
Baba, eve çocukla birlikte döndü. Evde sevinç çığlıklarına sevinç gözyaşları karıştı.
Mehmet Ali Elçin
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.