- 2276 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
PUZZLE - 2
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
PUZZLE 2
Yap-Boz
İkinci anıyı almadan evvel kahve molası vermeye karar verdim. Ağır ateşte okkalı bir Türk Kahvesi pişirdim. O güzelim kahve kokusu genzime ulaştığında, sanki odanın havası da biraz hafiflemişti. Pencere kenarındaki koltuğuma oturduğumda güzel güvercinimle göz göze geldik. Ona fincanla ‘’şerefe’’ dedim ve ilk yudumumu ağzımda biraz tutarak, zevkle yuttum. Yağmur, daha da şiddetlenmişti. Pencereme ulaşan ve yağmur suyu ile parlatılmış ağacın yapraklarını seyrede seyrede anın tadını çıkardım.
Mutluluklar ve hüzünler ne kadar da uçucuydu.
Sandığa Yap-Boz parçalarını yapıştırırken kronolojik bir düzen kurmak niyetinde değilim. Elime hangi parça gelirse onu işleyeceğim. Bu bir hayat hikâyesi değil, saklanan ağır, hafif anıların küçültülmesidir.
Elimi daldırdım sandığa, dipleri şöyle bir yokladım ve köşelerden bir şeyi tutup çıkardım. Bu bir ‘’Mayo’’ idi. İyice kapalı, ense kısmında kahverengiye dönüşmüş kan izi olan beyaz bir mayo. Bu mayo beni aldı taaa Amerika’lara götürdü. İki sene yaşadığım, hayatımın hüzünlü bir parçası olan, ‘’depresyonla’’ tanıştığım Amerika’ya.
Çok gencim, oğlum beş yaşında. Ülkeye alışamamışım. Kendimi buralara sadece iliştirilmiş gibi hissediyorum. Sanki bir mucize olacak ve bir şey beni bu ilişik durumdan çıkarıp, Ülkeme uçuracak. Ama o gün bu mucizenin beni ölümün eşiğine getireceğini daha bilmiyordum.
Güzel bir gün, Kaliforniya güneşi sabahı öyle bir ısıtmış ki öğlen üzeri buralarda durmanın imkânı yok. Kahvaltı sofrasını aceleyle toplayıp, oğlumu ve plaj çantasını arabama yerleştirdiğim gibi yüzme havuzunun yolunu tutuyorum.
Havuzlar aslında Amerika da çok emniyetli yerlerdir. Kazalara karşı her türlü tedbir alınır ve gerekli yerlere ‘’uyarı işaretleri’’ yerleştirilir. ‘’Can Kurtaran’’ ise yüksekte bir yerde dikkatle havuzu sürekli izler.
‘’Aman beş dakikada ne olacak, gidip şurada bir sigara tüttüreyim’’ demez.
Oğlumla serin suların içinde saatlerce oynaştık. Büfede bir şeyler atıştırdıktan sonra onu emniyetli bir yere yerleştirip, tekrar havuza döndüm. İçimden çılgınlık yapmak geldi ve kendimi hızlıca, balıklama havuza attım. Birden başımın betona çarptığını, gözümde ise şimşek gibi zigzaglı bir ışığın parladığını fark ettim. Bir an içimden ‘’ölmemeliyim, ölemem, oğlumu yalnız bırakamam’’ düşüncesi geçti ve sonra karanlıklarda kayboldum.
Cankurtaranın dikkati beni kurtarmıştı. Başımdan enseme doğru akan ılık kanı hissediyordum ve hızla hastaneye yetiştirildim. Etkin bir tedaviden sonra hayati tehlikeyi atlatmıştım. Doktorlar ‘’bu bir mucize’’ dediler. Böyle bir kazadan sonra kurtulma şansım çok azdı. Her türlü tetkikten sonra kafa ve boyun kemiklerimin sağlam olduğu, sadece ‘’tendon’’ ezilmesi teşhisi konularak beni eve yolladılar.
Stefan Zweig’ın o şaheser hikâyelerinin birinde;
‘’Rastlantının elmas uçlu matkap’ı hayatınızdaki en güçlü kayayı bile öyle parçalar ki bakmışınız kendinizi bambaşka bir yolda bulmuşsunuz’’
Saptamasında olduğu gibi, bu kötü rastlantı da beni plânladığım yoldan başka bir yola fırlattı attı. Kısa zamanda hava değişimi için Ülkeme gitmeye karar verdim. Her anımda, her hikâyemde değindiğim gibi;
‘’Gezmeye Yaban Eller, Ölmeye Vatan Yahşi’’ diyerek geri kalan ömrümü Ülkemde geçirecektim.
Döneli daha bir hafta olmamıştı ki, bir sabah, korkunç bir baş ağrısı ile boynum kaskatı uyandım. Başımı çevirmemim imkânı yoktu. Ancak çevirmem gerektiğinde bütün vücudumla dönüyordum. Gitmediğim doktor, yaptırmadığım tetkik kalmadı. Hiçbir bulgu yoktu ama ben korkunç baş ağrıları çekiyor, başımı ise asla çeviremiyordum.
‘’ Yolun çıkmaza girdiği anda mutlaka bir sapak açılır’
İşte böyle bir anda ‘’YUE’’ ile tanıştım.
Yue, Çinli bir şifacıydı. Parmakları ile şifa dağıtıyor, akupunktur, akupressur ve diğer alternatif şifa yöntemleri uyguluyordu. Öyle sevgi dolu, öyle güzel bakışlı biri idi ki daha ilk gördüğümde, sanki negatif elektriğimin bir kısmının vücudumu terk ettiğini hissettim. Bana haftalarca boyun kısmıma dokunarak tedavi uyguladı, önceleri ağrılar daha da şiddetlendiyse de giderek şifalı parmakları ile beni tamamen iyileştirdi. Bir daha da boynumdan hiç sıkıntım olmadı.
İyileştikten sonra da Yue ile temasım devam ediyordu. Zaman zaman iş çıkışı, elimde küçük bir çiçek veya sıcacık simitlerle uğruyor, sohbetler ediyorduk. O bana memleketini, yaşamından özel olmayan kısımları anlatıyor, bense onun bilgece sözlerinden dersler çıkarıyordum. Hatta Yue benim ‘’depresyonla’’ nasıl barışık yaşayabileceğimi bile öğretti.
‘’Patikaları kullanmazsan, kısa zamanda çalılıklar kaplar ve kapanır’’
Nedendir bilinmez, büyük ihtimalle hayat koşuşturması, Yue’yi giderek daha az görmeye başladım. Zamanla da beynimin bir köşesinde hep Yue olmasına rağmen bugün yarın diyerek senelerce uğramadım.
Aslında hayatta yapmak istediğimiz bir şeyi hiçbir zaman ertelemememiz lâzım. O, çok uzaklarda sandığımız bitiş çizgisi, birde bakmışınız ki beklemediğiniz anda gelivermiş.
Her zaman yaptığım gibi, bir gün önceden plânladığım (ne kadar aptalca) güne uyandım.
Allah en çok plân yapanlara gülermiş.
Kahvaltımı henüz bitirmiştim ki, Yue’nin ‘’ölüm yatağında’’ olduğunu müşterek bir dostumuz bildirdi. Onu yıllardır görmediğim kafama dank etti. Vefasızlığıma hiçbir mazeret bulamadım. Suçluluk duygusu yüreğime oturdu,
‘’ah inşallah veda edebilecek kadar yaşar’’ duaları ile hastaneye koştum. Ancak çok geçti. Ben henüz oda kapısına varmıştım ki Yue’nin cansız olduğuna inanamadığım bedeni çıkartılıyordu.
Defin töreninde tabutu başında gözyaşlarımı tutamadım. Dualar ettim, özürler diledim.
‘’Vedalaşmaya gelemedim, beni affet, şimdiki vedamı kabul et’’ diye yalvardım. Ama içimdeki çöreklenmiş pişmanlık duygusunu atamadım.
Gece yatağıma girdiğimde Yue’ye ‘’güle, güle’’ demeden uyuyamayacağımı anladım. Hayretle hangi dine inandığını bilmediğimi hatırladım. Ama O, Dinler üstüydü, İnsanlığa şifa dağıtmak için gönderilmiş ‘’ÖZEL’’ biriydi.
Kendimce dualar edip, ruhuna gönderdikten sonra tedirgin bir uykuya daldım. Hava çok sıcak olduğu için pencerem açıktı. Sabaha karşı serin bir rüzgârın saçlarımı okşaması ile uyandığımı sandım, ama belki de uyuyordum bilmiyorum. İşte orada Yue, başucumda, sevgi dolu gözlerle bana gülümseyerek, duruyordu. Yataktan hemen doğruldum, elimi vedalaşmak üzere uzattım, o ise, iki avucu arasına aldıktan sonra kelimelere dökmediği sadece beynimde duyabildiğim bir sesle aşağıdaki sözleri fısıldadı.
‘’Sevgi bizi bir araya getirdi ve bu sonsuza kadar sürecek. Sevgiyi paylaştığım ve değer verdiklerim, eğer gitmeden evvel söylenmedik son bir söz kaldıysa, bu gökyüzünde yankılanan TEŞEKKÜR EDERİM olacaktır’’
Yue’yi bana hatırlatan mayonun kanlı kısmından Bir kalp kesip, yüreğimi delip geçen ok’un altına yapıştırdım.
YORUMLAR
Bazen hikayelerde buluruz kendimizi, bazen duygularla bulustururuz hikayelerimizi.En güzel hikayelerde bile insan duygusu, hayata anlam kadar umut duygusu.
Günün Hikayesi Güzeldi
Tebrikler Saygilar
Bir süredir karşılaştığım sevimsiz siyasi yazılar nedeni ile giresim gelmiyordu siteye. "Bir arkadaşa bakıp çıkacağım" misali uğradığımda ise bir de ne göreyim? Ayten ablam yazı yayınlamış ve kırmızı kurdele almış! Ne kadar sevindiğimi anlatamam. Bana devamını yazmayı düşünmediğinizi söylediğinizde, bunun haksızlık olacağını, yazmanız gerektiğini söylemiştim. Bazen küçük sözü dinlemek gerekiyor demek ki... Ne iyi etmişsiniz de yazmıştınız. Burası bir edebiyat sitesi olunca okumaya yeltendiğim yazılarda beklentim yüksek oluyor. Ben bir yorum yazarken bile defalarca okuyor, "acaba noktalama işaretlerini doğru kullandım mı?" diye kendimi sorguluyorum. Fakat bazen öyle sıkıcı yazılar okuyorum ki, Nasrettin hocanın keçiboynuzu yorumu gibi; İki çeki odun çiğneyip bir dirhem tat alamıyorum. Bazı yazılardaki imla kurallarını, noktalama işaretlerini bir kenara bırakıyorum, bir anlam bütünlüğü olmayan, birbiri ile çelişen cümlelerle mantık hatasına düşen öyle şeyler görüyorum ki... Sizin gibi değerli kalemlerin paylaşımlarını büyük bir sabırsızlıkla bekliyor, okurken keşke bitmese diyorum.
Öncelikle başınıza gelen (gerçekten de başınıza gelmiş) olaydan duyduğum üzüntüyü belirtmek isterim. Her ne kadar olayın olduğu tarihlerde ben de oğlunuz yaşlarında olsam da size gecikmiş geçmiş olsun dileklerimi sunmayı bir borç addediyorum. Bu gecikmeyi bir fıkra ile temellendirmek isterim. (İpin ucu kaçtı nasılsa, bizim yorum çoktan bir mektuba döndü.)
Hristiyan'ın biri oturmakta olan bir yahudi'nin ensesine bir şaplak yapıştırarak sinirli bir eda ile sorar:
- Niye lan çarmıha gerdiniz İsa'yı?
Yahudi şakın vaziyette cevaplar;
- Yahu ben ne bileyim, 2000 küsur sene önceki mevzu bu!
Diğerinin bu durum karşısındaki cevabı;
- Olsun! Benim yeni haberim oldu!
Oldukça yoğun bir günün akşamında yazınızı görmek beni çok memnun etti. Lütfen yazın. Yue'nin mekanı cennet olsun.
Ayten Tekin
Gerçekten çok güzel bir hikaye.
Zevkle, ilgi ile okudum.
Büyük keyif aldım hüzün esintileri ile final yapmasına rağmen.
‘’Gezmeye Yaban Eller, Ölmeye Vatan Yahşi’’
Çok güzel bir cümle.
Hemen beraber çalıştığımız Azeri arkadaşlara tekrarladım cümleyi, gülümsediler.
Meğer aslı;
''Gezmeye Garib ülke, ölmeye vatan yahşi'' imiş.
Hayatı gurbet ellerde geçen biri olarak, çok sevdim bu cümleyi.
Yüreğimin en müstesna köşesine yerleştirdim.
‘’Patikaları kullanmazsan, kısa zamanda çalılıklar kaplar ve kapanır’’
Bu da çok güzeldi.
Hep aklımızda bulunsun.
Bir tutam hayat tarafından 4/3/2014 1:42:55 PM zamanında düzenlenmiştir.
Ayten Tekin
Bu sabah bana mutluluk ve Puzzle hikâyelerime devam cesareti veren ''Seçici Kurul'' a teşekkür eder, aydın günler dilerim....
Böylesi bir öykü okumayalı uzun zaman olmuş. Çok teşekkürler bu yazı için. Tebrikle.