- 926 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Hayata Karışmak
Belki de bırakmalıydı artık ayaklarının peşi sıra yollara düşmeyi. Bilmeliydi çünkü varacağı yeri artık. Aynadan bakan kadının saçlarına düşen kırlar ona bunu tembihliyorlardı. Ama gözleri için aynı şeyi söyleyemezdi. O muzip pırıltılar kapıları, duvarları ardında bırakıp hayatına serin rüzgârlar estirmenin yaşla başla en küçük bir alakası olmadığını söylüyorlardı çünkü.
İyi de, gidecek miydi şimdi yani? Öylesine sokaklarda gezinecek, 16 yaşında bir genç kız gibi varlığını şen bir kahkahaya mı dönüştürecekti? Ya gençliğin o ruh taşkınlığı onun da sessizliği bozup sokakları, caddeleri gerçek kahkahalarla çınlatmasına yol açsaydı?! Gençler söz konusuysa, hoşgörülü bir gülümsemeyle karşılık bulan bu gürültülü sesler onun gibi yaşını başını almış biri söz konusu olduğunda ayıplayan bakışların sert duvarına toslamaz mıydı, önceden defalarca olduğu gibi yine?
Birkaç kedi geçiyordu sokaktan. Aralık bir pencereden bir şarkı duyuluyordu. Sezen söylüyordu. “Hadi ne duruyorsun, yola çıksana” der gibi bir ifade vardı sesinde. Sevdiği bir şarkıydı ama sözleri içinde bulunduğu durumdan bambaşka şeyler anlatıyordu. Ama yine de fark etmezdi. Kelimelerden çok sesiyle bir şeyler söyleyen o nadir insanlardandı çünkü şarkıyı söyleyen. “Anlıyorum seni.” diyenlerden… “Sonuçta ikimiz de insanız. Anlaşacağımız o kadar çok noktanın yanında anlaşamadıklarımız saymaya bile değmeyecek kadar önemsiz. Sen yerinden kalkıp yollara düşmek, bir türkü tutturmak istiyorsun içinden. Bir türkü söyler gibi yaşamak… Kalbin ellerindeymiş gibi, sıcacık… Bir an bile unutmadan onu… Cansız bir şeye, küçücük bir taşa bile bakarken bir kalbim var demeye devam etmek…”
Topallıyor muydu o kedi? Çimen gözleri, kaybolduğu o düşünsel denizin içinden gerçeğin ta ortasına çağıran onu..? “Canım acıyor” görünümünde yol arkadaşı olmaya davet eden..?
Üzerine alelacele bir şeyler geçirip fırladı kapıdan duvarların çok ötesine. Güneş pencereden göründüğünden çok farklı, çok daha saygılı gülümsüyordu ona şimdi. Saatlerdir pinekleyip durduğu o köşeden kalkıp hayata karışmak çok da kolay bir karar değildi ne de olsa. Seyirci olmanın nimetlerinden bol bol yararlandığın bir süreç içinde birden silkinip ayaklarını, ellerini yeniden hissetmek ve seyrettiğin o acı çeken, gülen, kavga eden, eğlenen insanlardan biri olmak üzere harekete geçmek epey bir savaşım gerektiriyordu rahatına düşkün, o “bencil kedi” yanınla.
Neyse ki bu seyircilik sürecini çok da uzatmamıştı şimdiye dek. O rehavete alışınca, ellerin kolların ağır hareketlerle zamanı yavaşlatıp dışarının bitmeyen karmaşasından evi çekip koparırken, pencereden görünen hayata dair hemen her şey güçlü bir rüzgâra yol açabiliyordu dünyanda… İşte o rüzgâr rüzgâr olmadan hemen önceki evrede, henüz tatlı bir esinti kıvamındayken, ayakları karıncalanmaya başlıyor, ona yürümesi gerektiğini, çünkü biraz daha böyle oturmaya devam ederse kendilerinin yerinde bir çift pamuk yığını bulacağını söylüyorlardı.
Saçlarındaki birkaç kır yetmiyordu durdurmaya onu. Sadece az sayıda olmalarından değil, onlara verdiği anlamdan da kaynaklanıyordu bu durum. Beyaz teller, kırışıklar kahkahalarla alakalı bir yerde değillerdi ki! Evet, ilk bakışta bir sınır ihlali gibi görünebilirdi koşturarak geçmesi yollardan, rengârenk elbiseler içinde… Mesela genç bir kızın yanından onunkine çok benzeyen bir pantolonla geçerken karşıdan bakan biri onu gerçeğinden çok başka bir resme koyabilir, mağlup olacağı baştan belli bir yarışın içinde görebilirdi.
Ama aslında bu sadece bir yol kesişmesiydi, daha fazla bir şey değil. Ruhların yaşıt olmasıyla alakalı… Yani canı dondurma çekebilirdi mesela gençlik denen sınırı aşan yaşta bir kadının da. Pastaneden içeri girip görevliden külaha çilekli, çikolatalı, envai çeşit renkte toplar kondurmasını isteyebilirdi… Ya da kulaklığını takıp şehri gürültüsünden sıyırarak sokaklardan geçebilir, güzel bir melodi eşliğinde gerçekten görebilmeyi önleyecek kadar yakınlaşmaktan kurtarabilirdi kendini böylece. Gereksiz ayrıntılara takılmadan, önemli şeylerin önceki karmaşada kayboldukları yerlerden teker teker çıkıp şehre ruhunu geri vermesine tanıklık etmenin muhteşem deneyimini yaşatarak kendine…
Çimen gözlü kedicik yaralı ayağını zorlamaktan vazgeçmiş, davetine icabet edileceğinden en küçük kuşkusu yokmuşçasına doğal bir tavırla kendisine yaklaşmasını bekliyordu. Güzellik kedilerde de insanlardaki gibi kibre yol açıyordu galiba. Bu ayağı sakatlanmış, üstelik büyük bir ihtimalle de karnı aç kedicik ona yalvararak bakmak şöyle dursun yanına yaklaşması için kendinden izin istemesini şart koşacaktı nerdeyse. İnsanlarda hiç katlanamadığı bu kurumlu tavır, bu kadar şirin bir varlık söz konusu olduğunda anlamından tamamen sapıyor; giyildiği insanın üzerinden dökülen, bol bir elbiseye benziyordu.
İşte o büyük gelen elbise misali kibriyle kendisine yaklaşmasını bekleyen şirin kedicik kollarının arasındaydı şimdi. Minicik kalbinin atışlarını hissedebiliyordu onu sıkı sıkı kavrayan ellerinde. Kendi kalbini tutuyordu sanki, onu yakınlardaki veterinere yetiştirmek üzere dörtnala koştururken kaldırımda. Başka bir bedende de atsa, bir kalp eğer bu kadar yakınında atıyorsa, sana ya da başkasına ait olması çok da fark etmiyordu aslında. Her iki halde de sesini duyman sol yanındaki o parçanı hatırlatıyordu sana mutlaka çünkü. Hatırlanan her canlı şey gibi o da hatırlandıkça daha ısınıyor, daha çok var oluyordu.
Sezen başka bir şarkıya geçmişti. Tıpkı minik bir kediyi sarıp sarmalarcasına söylüyordu şarkıyı. Onun üşüyen, minicik yüreğini ellerinin arasına almış da usul usul ısıtıyormuş gibi…