- 593 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'öyle bir sakin'
‘Uyanamayış’
‘Hayatım, olmasın. Bir şey olmasın. Bir şey olmasına gerek yok. Bir şey olsaydı, daha farklı düşünür müydüm? Bir şey olsaydı bunu bilebilirdim.’ Çekmecenin kolundan hızla çekince, çekmece içinde ne varsa halıya dökülmüştü. Tahta çekmecenin yer yer verniği aşınmış, ölümünü bekleyen ihtiyar bir adamı andırıyordu. Bazen çok sert konuşuyordu. O konuştuğu zaman gazete yapraklarındaki kuru mürekkeplerin sesini işitiyordu içerideki kadın. Kadın uzun zamandır bitki gibi yaşıyordu. Uzun zamandır duyulan bir müzik, âşık olunan bir şarkıcı ve kaldırım kenarında bekleyen, tüm yasal haklarını çok iyi bilen fahişe kadar garip sırıtıyordu. Sadece yol alması gereken, ağzına alması gereken ve ağzından çıkardığından bir köpeğin sahibi önünde eğilmesi gibi, ciğerlerine dolan oksijenden ötürü tanrısına teşekkür edecekti. Dikiş iğnesi ve makas sonsuza kadar yaşamak isteği olmasına rağmen pas tutmaya başlamışlardı. Hiç olmadığı kadar sıcaktı kalp. Beyin ailesiyle yılsonunu bekleyen dini bir bayramın heyecanıydı. Daha sonra çocuklar gelecekti.
‘Yapacak hiçbir şey yoktu.’ Aynı anda, aynı cümleyi yüzlerce insan söylemişti. Birkaç yüz doktor hastası için ‘yapacak bir şey yoktu’ derken, bileğini sıkan eldivenini parçalayıp, çöp kutusuna atıyordu. Mutsuz bir birlikteliğin sonuna gelmiş iki adam aynı şeyi birbirlerine söylüyorlardı:’ Yapacak bir şey yoktu, ayrılmalıydık bizi evde bekleyenlerden.’ Yapacak bir şey olmadığını bilecek kadar akıllıydı. Uzandığı yatağından kalkmamıştı ama yere dökülen çekmecenin sesini duymuştu. O her şeyi duyuyordu. Her şeyi hissediyordu. Bir gün babası ona ‘melek gibisin canım kızım’ demişti. Melek değildi. Melek gibide değildi. Balayını taşların arasında, kansız ve puslu bir sonbahar gecesinde geçirirken, insanların birer cahil maymun oldukları devirlerden kalma hislerle sabah uyanacağını umduğu geceye tüm bedenini emanet bırakmıştı. Yanlış gelmemişti, çokta yorulmamıştı ama çaresizce aynı halüsinasyonları görüyordu.
Rüyasında hep aynı duvarı görüyordu ve duvarın yanı sıra koşan, ardınca şehrin merkez saatinin çaldığı bir an rüyasının iliklerinde dolanıp duruyordu. Kurtulamıyordu. Ne zaman bu rüyadan uyansa, omuzlarından kuyruk sokumuna kadar aynı terleyişi hissediyordu. Kuşkusuz her şeyden pişman olduğu anlar oluyordu ama en çokta doğru olmayan sözcükler canını sıkıyordu. Bu sözcükler kendisine aitti. Her şeydi. Evet. Tüm gerçekliğiyle canını sıkan sözcükler her şeyiydi. Telefon çalıyordu. Umursamadı. Kısa bacaklı, şişik poposu, eğrelti duran beli ve birbirinden alakasız ayaklarıyla gittikçe büyüyen bir gölge yorgun bedeninin siluetine karışıyor, yaşayışın bir yerden kaskatı bağlandığı benzer saatlerin çarpıcı memnuniyetsizliğiyle nefes alıp veriyordu. Bir suç işleseydi tüm bu evhamlarından kurtulabilirdi. Çünkü bilinen gerçek ki, insanlar olağan hayatlarından kurtulmak, can sıkıntılarına geçerli bir sebep vermek adına suç işliyorlardı. Yeni bir adımdı bu, yeni bir kelimeyi kullanmak kadar boş ve çok konuşurken anlamsız binlerce kelimenin yerine geçen eski zamanlarının tedirginliğiyle kıpırdatıyordu parmaklarını. Gitmek istiyordu ama oraya gitmeye gücü yeter miydi, zerre kadar güvende hissetmiyordu düşüncelerini. Yalnızca oyun oynuyordu kendisiyle. Sessizce söyleniyordu.
Hayatı kendisi için yeterliyken gereksiz bir öykü var etme peşine düşmüştü. Ancak var olan öyküsünün onun seçimi olmadığını bilecek kadar da kaderin bilgesi olmuştu. Büsbütün içinde duygu barındıran, asla kendi kafasını yormayacak bir kaçışın herkese faydası olacaktı. Böyle hissetmek eklemlerinde bulunan pul pul doğum izlerini titretiyordu. Duyumsadığı bir başka şeydi. Sebeplerini sır gibi sakladığı, derin bir kederle evin ilk odasına ait teferruat aklına geldi. O fotoğrafların yakılması gerekiyordu. Genç kızken biriktirdiği deniz kabuklarını pamuk ipliğine bağladığı ve onları bir düşün yetisi olmakla kalmayacak şekilde büyülü bir düşe yormuş kabiliyetinin tozlara söyleyecek sözü yoktu. Dünyadaki en ilginç ensest ilişkiyse, aynı kişiye ait ellerin birbirini sıkıp, ısıtmasıydı. Üşümüyordu ama denedi. Daha fazla sıcak olabilir miydi? Bir köşede daha yorgun düşen, pireli bir köpeğin su giderinden akan köpüklü suyu izlediğini hayal etti. Böyle bir köpek gördüğü zaman çok ama çok yıllar önce, avare bir karın ağrısına tutulduğu, kış gecesiydi. O kış gecesi, apartmanın su giderinden akan köpüklü su onu da meraklandırmıştı. Asla o gece o suyu akıtan dairenin hangi daire olduğunu bilemeyecekti. Seneler geçmesine rağmen aynı merak hissiyle o kış gecesini düşünüyordu. Bir şey biliyordu ki, eğer var olan acısını geçirmeye çalışırsa, daha büyük bir acı onu bulur ve ona daha çok sıkıntı verebilirdi. İnsanların yüzleşmektense, hasıraltı ettiği ne kadar da çok acısı vardı! Kendi sesinden dinliyordu bunların hepsini. Ayağa kalktı.
…
‘toprak’ / Eskiz
Annesinin mezarına çiçek ekmeye gidecektik. Erkenden uyanmış, kahvaltılık bir şeyler hazırlamıştı. Önce trene binecektik. Sonra da trenden inip, mezarlığa gidecek otobüse binecektik. İri, gri gözleriyle pencereden dışarı bakıyordu. ‘Yağmur yağıyor’ dedi. Yağmur yağmıyor, adeta bardaktan boşalıyordu. Yağmurluklarımızı giymemiz gerekiyordu. Şemsiye kullanmayı sevmiyordu. Caddeden geçen arabalar asfalt üzerinde biriken suları kaldırımlarda yürüyen insanlara fırlatıyorlardı. Sınıfın yaramaz çocukları gibiydi arabalar. Sulu şakalar yapmaya bayılıyorlardı. Kaldırımda apartmanlara en yakın yerden tren istasyonuna doğru yürümeye başladık. Güneşin doğuşunu izlemiş gözleriyle canlı bir acının alev alev yanan özlemiyle adımlarını atıyordu. Otuz saniye vardı. Otuz saniye sonra yeşil ışık yanacak ve karşıya geçecektik. Beklemedi. Gözleri, bakışları, dudakları benden uzaktı. Daha asil ve daha zarif bir nur görmemiştim onun yüzündeki kadar. Ancak elini tutmak istediğimde, soğuk, rengini yitirmiş parmaklarını ellerim arasında görünce korktum. Zarif kelimeler kullanılası dudakları, alnına çarpıp, kendisine doğru inen damlaları dili yardımıyla da emmiyordu. İlk defa onun yanında kendi sesimi tanımayacak kadar anakronik bir korkuya kapıldım. Sormadım.
Tren vagonunda karşılıklı koltuklara oturduk. Ara sıra dudakları ritmik bir büküme uğruyor, kendisine dikkatli baktığımı görünce dudaklarını hafifçe eğip, gülümsediğini göstermek istiyordu. Hayır. Mutluluk yoktu bunda. Acının canlı bir örneği gözlerindeki gri, soyut alevin şahitliyle iç içeydi. Dudakları, uçuşan iki kelebek gibi buluştukları çiçeğin poleninden uzaklaşmıyor, dakikalarca aynı yerde susuyor ve öpüşüyorlardı. İneceğimiz yere daha çok vardı. Dışarıda görünen evler, her saniye geride kalıyorlardı. Birbirinden farklı, yüzlerce evde, binlerce insan yaşıyordu. Tek ölen onun annesi değildi. Bu konuda konuşmak onu üzeceği için, mezarlık konusunda ne derse kabul ediyordum. Mezarının etrafına yaptırdığımız mermerin parasını bile kendi bileziğiyle ödemişti.
Bahar gelmişti şehre. Güçlü bahar rüzgârları erkenden açmış güllerin yanaklarını kanatıyordu. Ümitsizce yüzüyordu su toprağın üzerinde. Ümitsiz yaşıyorlardı. Bir de üstüne iyilik yaptıklarını sanıp. Ama insan, insanlar olgun değiller. Lezzetli et parçacıkları gibiyiz, dinlenmiş zayıflıklarımızla toprağın altındaki binlerce canlıya. Ve sonra eylemlerimiz, boğuk bir sesin larvası. Bahar ruhani.
Bir yabancının adını taşıyor dilim. Dişlerim gıcırdıyor. Kızıyorum. Nereye? Hiçbir ses yok. Saadet taşlarının öğütüldüğü olgun mavi akşamlarında, dişlerimde kemik kıpırdatışları var. Beni hüzün anlamadı ki siz anlayasınız sayın hayat! Akmasın özgür gül suyu yaşamın içine. Ellerim tanrıların tırnaklarında kir, is, pas, oje. Acıma ve insaf isteyemiyorum. Gülme yağmur. Daha kırmızı akşamları. Şimdi sözcükler dili çözülmüş üzülmekle alakadar. Demek, bir şey diyemeyecek kadar uzaktık birbirimize. Daha uzak değil, çift cam ve sen.
Ayakkabısı bu. Ayakkabıma vuruyor. Geldik, inmeliyiz. Uyudum mu yoksa? Uydurduğum, gördüğüm, hayal ettiğim ne varsa onun karşısında, o koltukta kaldı. Otobüs durağına doğru yürürken daha hızlı yürüyor. Evden çıktığımızda bu kadar hızlı yürümüyordu. Mezarlığa gidecek otobüs durakta bekliyordu. Yağmur birazcık dinmiş, su birikintileri yer yer yayaların canını sıkacak düzeye ulaşmıştı. Hiçbir şeyle alakası yok gibiydi. Kendi sesinin yankısı adımlarıydı. Sert, hızlı ve acı!
Otobüsün arka tarafında boş ikili bir koltuğu gözüne kestirmiş ve oraya doğru yürümüştü. Arkasından onu takip ediyordum. Yanına oturduğumda vücudunun soğukluğunu hissedince, o an, onunla onca saat, onca mutlu saat bir balon gibi göğe yükseliyordu. Başka insanların duyacağı tedirginlik değildi bu. Kalmıyordu bir şey, ortalama bir sıcaklık değildi. İştahlı bir karanlık göğün üzerinde yüzükoyun uzanmış, kuşları korkuturken, birkaç dakika sonra tükeneceğimiz yere doğru başlayacak yolculuğumuz için aklıma kötü şeyler getirmemeye çalışıyordum. Günler, haftalar, bir ömür böyle geçip, bitebilirdi ama yine de ilkeli bir şekilde zarif olmalıydım. Onun sıkıntısı diğer hiçbir sıkıntıya benzemiyordu. Düşmüş müydü? Dişi mi çürümüştü? Evlat acısı mı çekiyordu? Kabız olabilirdi ama bana neden söylemiyordu. Kabız mıydı yoksa? İshalde olabilirdi ama ishal olsa mezarlığa gitmek istemezdi. Başka bir sıkıntısı vardı. Adetten kesilmenin sıkıntıları mıydı? Yoksa basit bir özlem, hasret duygusu… Sıradan insanların, sıradan hayatlarına devam ettikleri ve bu hayatların belli kesitlerini bir araya getiren otobüs yolculuğu boyunca, saçları çenemi gıdıklıyordu. Omzuna yasladığım burnum tıkanmıştı. Büsbütün hüzün kokuyordu. Mezarlığın ana giriş kapısından otobüs girmişti.
Parsellere ve rakamlara, harflerle beraber ayrılmış mezarlığın içerisinde annesinin mezarına yaklaştıkça, sağ elinde sıkıca tuttuğu siyah poşetin çıkardığı hışırtı sesleri yılanları rahatsız ediyordu. Her şeye yetecek tek bir cümle vardı az ileride. Hayır. Daha ileride tek bir sözcük ile zorlama bir gülüşten daha acısı ağlayabilirdim. Niye gülecektim ki? Bir zamanlar yaşayan insanların arkasından gülmek hiç de mantıklı gelmiyordu. Ağlanabilirdi. Birazcık olsun ağlanabilirdi. İri, gri gözleri kapanmış, annesinin dizine başını yaslar gibi toprağa doğru eğilmişti. Çiçekleri tek tek dikecektik. Pek çok farklı çiçek fidesi toprağa gömülmeyi bekliyordu. Bizim için toprağa gömülmenin manası ölüm iken, çiçek fideleri için yaşamaktı! Yağmur tekrardan başlamıştı. Damlalar, gözlerinden akan yaşlara karışıyordu. Elimi tutuyordu sımsıkı.