KALAYCI...
Televizyonda şu muziplik yaparak programını anlatan Gezginci’nin Siirt’te yaptığı bir proğrama kaptırmışım kendimi. Büryan kebabı yapıyor kebap ustası. Koca bir koyun gövdesini alıp şöyle ön kollarını ustaca sıyırıp etleri dizmeye başlıyor bakır tencereye ama üstüne basarak vurguluyor. “Tencere muhakkak kalaylı olacak” diye. Gözüm Hanımın çeyizinde getirdiği dekor olsun diye salonun bir köşesinde içinde renk, renk çiçekler olan içi kararmış hamam kazanına takılıyor. Kendi kendime nerede diyorum kalaycımı kaldı ki.
Çocukluğumda kasaplık yapan babam bezen kıyma siparişler çok olduğunda et makinesinin kolunu çeviremediğim için Kalaycı Kâmil’in Torunu Yaşar ağabey ile beni trampa eder, Yaşar ağabey et makinesine ben ise Kamil Dede’nin körüğünü çekmeye giderdim. Gazi paşa dendiği için çok saygı duyduğum bu insan yorulunca ocaktaki demlikten bir çay kor harp günlerindeki hatıralarını anlatır, onu dinlerken ocak kararır, “muhabbet közü bile karartır” der yeniden işe koyulurdu.
Bakır kazana kalaya öyle kafam dalmış ki ısrarla çalan zilin sesiyle kapıyı açtım. Saçlarını arkasından kırmızı çiçekli yazma ile bağlamış elleri kömür karası şalvarı kir içinde on üç on dört yaşlarında bir kız çocuğu “Abe kalaylık kabınız var mıdır? Kalay yapıyoruz da aşağıda” demez mi? Bir an şaşkınlık geçirip öylece kala kaldım. Tesadüf bu kadar olur yani. Belki bakır kazanı kalay yapayım diye alıp gidecek biridir diye küçük kıza “bakarız ”diyerek gönderdim.
Balkonda bir leğen fasulyeyi kurutmak için ufak ufak doğrayan eşime seslenip.. “Hanım aşağıda kalaycımı var bir baksana” dedim. Hanım gayri ihtiyari başını çevirip balkondan aşağı bakarak.. “Burada eşek falan yok. Ne kalaycısı, şehrin ortasında kalaycı ne arar” bey dedi. Kızlığında her yıl köyünde bir sürü kap kalaylattığı için o bu işi benden daha iyi bilirdi. Doğruydu da kalaycıların eşekleri olurdu. Kolla çevrilen körüğü az da olsa kömürü alevlenene kadar bir yerden dumanı da çıkardı. Bu işte bir iş var deyip.” Keşke olsaydı şu kazanı kalaylatsaydık” diye seslendim. Hanım biraz imalı iç çekerek “Memed Ağa gelsin kalaylarız” deyip arkasından babaannesinden öğrendiği maniyi de eklemişti
Kazanım kalaylımı,
Askerin alaylımı,
Sözün özden söyle,
Lafların dolaylımı.
Öyle kafam karışmıştı ki, şair yönümü hanımın manisine atıfta bulunmak için çok zorladıysam da bir kaç kelime bile aklıma getirememiştim. Aklımda Memed Ağa gidip geliyor.
Şimdiki gibi konforlu trenlerin olmadığı zamanlarda karma treni diye bir tren vardı. Bir tane üçüncü mevkili yolcu vagonu ardında kara trenin gücünün yettiği kadar kapalı açık yük vagonları. Bu karma treninde bazen yolculuk yapanlar araçlarını hayvanlarını da beraber taşırlardı. Ekseriyeti Çetinkaya İstasyonunda aktarma yapar biri Tokat tarafına, diğeri Kars’a kadar giderdi. İşte Bergamalı Kalaycı Memed Ağa Elazığ taraflarından satın aldığı bir vagon dolusu eşeği ile bu karma treninden mayıs ayında efradıyla iner kar yağıncaya kadar köy köy gezerek kapları kalaylardı.
İstasyonun rampasına çekilen vagondan üzerlerinde semeri olmayan nalsız eşekleri boşalttıklarında o mahmur gözleri günlerdir süren yolculuktan kap kara bir şekilde iner biraz sağa sola baktıktan sonra zavallı aç hayvanlar rampanın yanındaki alanda öbek, öbek yeşermiş eşek dikenlerine saldırırlardı. Makasçı yıllarca buna alışmış olacak ki istasyon şefinin temizlenmesi için ısrar ettiği dikenleri Memed Ağanın eşeklerine birkaç saat içinde temizletirdi.
Trenden inen efrat İstasyon Ambarının sundurması altına üç beş çuval içine sıkıştırılmış şiltelerini açar günlerdir yapılan yolculuğun yorgunluğundan uykuya dalarlardı. Bu arada bir yerlere gitmesin diye bütün eşeklerini ayaklarından urgan ile birbirlerine bağlamayı da ihmal etmezlerdi.
Ertesi sabah Memed Ağa içinde zati eşyaları ve bir kaç tane yeni plağı olan pikabının da bulunduğu tahta bavulunu ahbap olduğu makasçıdan teslim alıp taze fırın ekmeği almak için fırına giderken; hanımı da istasyon çeşmesinde buz gibi suda ayağında don olmayan çocuklarını yıkar temizlerdi. Terzi olan istasyon Şefinin Hanımı artan kumaşlardan çocuklara diktiği pijamalara çapa iğnesine iliştirdiği lastiklerle takarken bir kış ayrılığının muhabbetini de o sırada yapardı. Her ne kadar pazen çiçekli pijamalar oğlan çocuklarında aykırı dursa bile mecburiyetten giyiyorlardı Zaten başka çarede yoktu.
Memed Ağa çarşıya çıktığı zaman esnaf onun yeni geldiğini bilir yaptığı alışverişinden hiç para istemezdi. Alışverişin karşılığında ya kaplarını kalay yaparak veya köylerde kalayladığı kaplar karşılığı aldığı fasulye, kuru kaysı, balmumu ya da erik çekirdeği vererek ödeşirlerdi. Yalnız her gittiği yerde esnaf “eşeklerine mukayyet ol” diye tembih etmeden duramazdı. Oda işi biraz şakaya vurur “a be canım bunun adı eşek be ya; ne kusuruna bakarsınız “der, işin ciddiyetindeki ihmalini yine hayvanlara yüklerdi.
Kalayı İzmir’den getirdiğinden en karlı çıkanlar da Nalbantlar oluyordu. Nede olsa sezon içinde taşlı yollarda gezdiği için hayvanlara nal dayanmıyor, hayvanların nalları en az beş kere yenileniyordu. Her keresinde hayvan başı beş kilo fasulye alan nalbant ile kavga dövüş yaparak sezon sonunda yüz kilo fasulye ye fit oluyorlardı. Her yıl muhakkak yeni dikilen kavak ağaçlarını kemiren eşekler yüzünden karakola birkaç kez gelip gittikleri de vuku bulurdu. Ama her seferinde işi tatlıya bağlayan yine o mahaldeki esnaf olur, zarar ziyanı da “sahoğlu” denilen kapı önünü, bağı, bahçeyi süpürmeye yarayan meşe süpürgelerini yaptırtarak ödetilirdi.
Birkaç günlük hazırlıktan sonra önceki Nalbant’ın ahır sekisine önceki sene giderken emanet bıraktığı çadırını, körüğünü merkebin birine sarıp her merkebin üzerinde efrattan biri olmak üzere yola düşerken beton zeminde taze nal sesleri ile bir senfoni başlardı.
İlçemizin bir köyünde yetmişli yıllarda öğretmenlik yapan ve daha sonra emekli olan komşumuzun annesinden hatıra kalan kalaylı bir tasla içeri gelmesinden dışarıda gerçekten bir kalaycı olduğunu anlar anlamaz hemen hamam kazanını kapıp aşağıda nefesi almıştım.
Bir süre etrafta gözlerim eşekleri ararken birkaç kadının Volkswagen Transporter bir marka aracın hemen yanında ellerinde kaplarla beklerken görüp o yöne doğru yöneldim. İlkten araçla kalaycı arasında bir bağ kuramazken daha sonra aracın kapısındaki torpido gözünde bulunan ve kalaydan önce nişadırı sürmeye yarayan aldığı üstüpü bezini aldığında aracın onun olduğunu anladım. Hanımın neden kalaycıyı göremediğini şimdi anlamıştım. Bu kadar lüks bir araç ile yapılan işi birbirine yakıştırmaya çalışıyor aklım Memed Ağa’nın merkepleri ile Lüks araç arasında gidip geliyordu. Değişmeyen tek şey nişadır ve kalay körüğün yerini fürmüz almış kalaycı bile zamana uyarak kulağına altından bir küpe takmıştı.
Kalaycılar ekseriyet tezgâhlarını alçak dalları olan söğüt ağacı gölgesine kurarlardı. Kalaylanacak leğenlerin içerisine bir avuç dere kumu atıp elleriyle söğüt ağacının dalından tutup çıplak ayakları ile bir oyanı bir bu yanı tvist yaparak parlatırlardı. Bu yüzden benimle aynı yaşta olan Memed Ağanın kızı Zarife’ incecik bir bele sahipti. Ama şimdi aracın bagajında küçük bir jeneratöre bağlı olup elektrik ile çalışan parlatıcı makine ile ne kuma ihtiyaç duyuyordu nede tvist yapmaya. Ayağında mavi çiçekli bir şalvar ve üzerine giydiği en büyük beden penyeden bile kalaycının karısının kat kat yağları belli oluyordu.
Yetmişli yıllardan bu güne kadar icrasından pek bir şey değişmeyen ama yaşam tarzı olarak her şeyi ile değişmiş bu insanların şimdiki rahatlarını düşündüğümde, içimde Memed Ağa’ya karşı müthiş bir açıma duygusu oluştu. Keşke o zamanlarda çekilen çilenin şimdi bir belgeseli olsa da önce bu lüks içindeki kalaycıya seyrettirip mesleğindeki evrim değişikliğini ona anlata bilseydim.
Transporterli küpeli kalaycı elimdeki bakır kazanı alıp şöyle bir inceledikten sonra “bir elli gayme ye olur beya” dedikten sonra pazarlığa fırsat vermeden alevi harlı fürmüz ile içini yakmaya başlamıştı. Kazanın içindeki çıkan mavimsi bir dumanla kalay erirken yıllar öncesinden kalan bir izin buhar olup kayboluşunu acıyla seyrediyordum.
Gözümün önüne dudağının kenarından hiç düşmeyen sarması sigarası olan her gülüşünde öndeki iki altın dişi parlayan Memed Ağa; kara gözleri ile rastladığı her yerde beni lafa tutup türlü, türlü cilveler ile ilanı aşk yapmaya çalışan yüzü is karası, ince belli, çıplak ayaklı Zarife geliyordu.
Elimde pırıl’ pırıl bir kazanla eve girerken hala önündeki leğene taze fasulye doğramakla meşgul olan hanıma benim yaşadığım duygu travmasını yaşamaması için “Kalaycılar eşeklerini boş bir tarlaya bağlamışlar” diye kuyruklu bir yalan söylemek zorunda kalmıştım.
Ne güzel geçmişe dönmek. Ne güzel hatırlanacak anılarımızın olması. Ne güzeldi Memed Ağa, ve bir o kadar da asildi. Kızı Zarife’de ki sevda gibi.
Faruk KÜÇÜKTAŞ 20.03.2014 ©
YORUMLAR
Değerli dost.
Beni aldın taa çocukluk yıllarıma götürdün.
Rahmetli peder karnelerde zayıfları görünce kızardı bize '' Okumazsanız kalaycı olursunuz '' Diye..Hayal meyal hatırlıyorum o kalaycı körüklerini, ben de çekmiştim bir kaç kez..Öyle çalışmak için değil, zevkine...
Bir de yine rahmetli peder biz yatakta çok sağa sola döndüğümüzde derdi '' Ne o ulan kalaycı çırağı gibi döndün durdun '' Diye...Hey gidi günler hey...
Ellerine sağlık..Çok güzel bir yazıydı.
Selam ve sevgilerimle.