- 527 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (22)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (01)
BEDİR SAVAŞI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (1)
Müslümanlar Medine’de devlet kurduklarının ilk dönemlerini Medine’nin yapılandırılması için geçirdiler. Yahudilerin, Putperest Arapların ve Müslümanların Hz. Muhammed’in liderliğinde oluşturduğu toplumsal yapının, Arabistan’da barışı, esenliği, huzuru esas alan, insanlığın gelişiminde önemli roller üstlenen düşüncelerin, davranışların toplumda oturması gerekiyor. Bu nedenle, hangi toplumda olursa olsun, cehaletin ortadan kaldırılması, insanların eğitilmesi gündemdeydi. Yaşam sitili olarak, Medine dışından gelenler “bedevi” yaşam biçimiyle, Medine’ye ayak uyduramıyorlar. Bunun yanında Medine’ye bağlı bedeviler eskisinden daha çok şehre gelip, Hz. Muhammed’i dinlemek istiyorlardı. Gelenlerin çoğu putperestti. Ancak Hz. Muhammed’e lider olarak biat etmiş, Mekke’ye karşı taraf olarak Medine’yi seçmişlerdi. Onlarda Medine’de oluşan toplumsal yapının özelliklerini öğrenmek istiyorlar. Aynı zamanda, farklı bir din tebliğ etmesine rağmen, Medine’nin merkezinde yaşayan Yahudilerin, Müslümanların, putperest Arapların sahip çıkıp, başlarına lider kıldıkları Muhammed’i yakından tanımak istiyorlar. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin özelliklerini kavramak istiyorlardı.
Bir kısmı, Mekkelilerin saldırıları nedeniyle yaşadıkları yerleri bırakıp Medine’ye geliyorlardı. Mekkeliler, Mekke’den Medine’ye hicret edenlere sahip çıkan Putperestlere ders verme niyetindeydiler. Her ne kadar Medine’ye saldıramasalar da, Medine dışında vahalarda yaşayanlara saldırıyorlardı. Mekkeli putperest gençlerin oluşturduğu küçük gruplar iki de bir vahalara saldırılar düzenliyor. Vahalarda yaşan Medinelilere ya bizden olun, ya da ölün seçeneğini gösteriyorlardı. Baskıyı yaşayanlar, baskının geleceğini hissedenler Medine’ye gelerek “bizde Müslüman olduk” diyorlar. Allah da onların durumunu açıklayarak, “İnandık demeyin, İslam olduk deyin, kurallara uyun” diyordu. İslam olmak, kelime anlamıyla sadece Müslüman olmak anlamında değildi. İslam olmak, aynı zamanda teslim anlamında kullanılıyor. Bedeviler, Mekke’ye karşı Medine’yi tercih ederek… Mekkeli putperest önderlere karşı, Medine’nin yeni önderi Muhammed’i tercih ederek tarafını belirtmişlerdi. Allah onlara Resule, Medine’de uygulanan kurallara teslim olmalarını söylüyordu. Medine’de resulün uyguladığı kurallara uyarlarsa ve ileride kalplerine hidayet edilirse, yaptıkları güzel şeylerin asla zayi olmayacağını söylüyordu. Allah hucurat suresinin 14. Ayetinde onların durumunu “Bedeviler "İnandık" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "İslam olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir” diyerek, hem kendilerine, hem Müslümanlara, hem de bütün topluma açıkladı. Böylece Allah bu ayetiyle bütün insanlara şunu söylüyordu. Kalbinize henüz iman yerleşmemiş olsa da, eğer hiçbir art niyet beklemeden, iyi niyetle, Allah’ın ortaya koyduğu kurallara uyarsanız, barışı, esenliği öne çıkarırsanız. Fitne ve fesatla uğraşmazsanız… Hidayet ettiğinizde, önceden yaptığınız bütün iyi şeylerin, kurallara uymanızla yaptığınız amellerin boşa gitmez hesabınıza yazılır diyordu. Bu önemli bir yaklaşımdı. Bugün “Müslümanlar, iman etmeyen kişi, Allah’ın kurallarına uysa ne olacak, bir anlamı yoktur” diye inanıyor. Müslümanların bu tür bilgilerini Allah ayetiyle yalanlıyor. Öyle şey olmaz diyor. Bir insan barışı, esenliği öne çıkarıyor. Allah’ın yarattıklarına saygı gösteriyor. Allah’ın kurallarından, barışı, esenliği öne çıkaran kurallara uyuyor. İnsanlar arasında kardeşliği esas alıyor. Fakire, yetime, yoksula sahip çıkıyor. Zalime karşı mazlumların yanında oluyorsa… Bütün bu yaptıklarının Allah katında bir değeri vardır. Allah bütün bunları geçici olarak o kişinin lehine yazıyor. Kişinin kalbine hidayet düştüğünde de, geçici olarak yazılan bütün bu ameller onun asıl amelleri haline dönüşüyor. Bu tür insanların nasıl öldüğünü asla bilemeyiz. Kalplerine yarıp bakamayız. O nedenle, haklarında kesin olumsuz yorumlar yerine, hükümlerini Allah’a bırakmakta yarar var. Mesela; Filistin’de kendini İsrail tankının önüne atıp canını verenin durumunu göstererek, biz şunu diyemeyiz. “Keşke Müslüman olsaydı da şehit olsaydı. Hıristiyan’dı boşuna ölüp gitti. Ama güzel davrandı. Takdir ediyoruz. Keşke Müslüman olaydı da cennete gitseydi” diyemeyiz. Onun durumunu Allah’a bırakmamız gerekiyor. Çünkü hidayetin kalbine yerleşip yerleşmediğinden haberimiz yok. Belki de onun, inandığı Allah, zalime karşı çıkışındaki azim, hidayetinden ibarettir. Nitekim Allah, hidayetinde gönderdiği ayetlerle insanlarda adım adım arttığını bildiriyor. Ayetlerin bilincine varmak. Amelimizin bilincini ayetlerle pekiştirmek... Hidayet yolculuğundaki adımlarımızdan ibaret değil mi? Bu nedenle kesin hükümler yerine, bazı konuları Allah’a bırakmak daha temkinli bir yol olsa gerektir.
Mekkeliler küçük gruplarla Medine’nin dışında yaşayan insanlara saldırırken, Mekke’nin merkezinde, erkekleri Medine’ye hicret etmiş, kadınlara, çocuklara baskı yapıyorlar. Evlerine, mallarına el koyuyorlardı. Mekke’den Medine’ye gelen bu haberler hicret eden Mekkeli Müslümanların morallerini bozuyor. Onlarda Mekke’ye karşı savaş yapılması noktasında resule müracaatta bulunuyorlardı. Henüz savaşa izin verilmemişti. Nihayet bakara suresinin 216. Ayetiyle Allah hükmünü bildirdi. “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz” Ancak savaş bazılarının hoşuna gitmedi. Medine’de kabileler arasındaki savaşlar nedeniyle yorgun düşenler, savaşın başlarına neler getirdiğini biliyorlardı. Her ne kadar Mekke’den hicret edenler, mallarına el konduğunu duydukça savaşmak isteseler de, savaşa karşı soğuk davrananlar vardı. Muhammed’in liderliğini, barışı, esenliği, huzuru öne çıkardığı için kabul etmişlerdi. Her ne kadar, Muhammed’i Araplara karşı lider olarak kabul ederken, başlarına savaşın gelebileceğini düşünseler de, kendileri savaş çıkaran olmak istemiyorlardı. Onun için Allah bakara 216. Ayetini göndermeden önce, savaş mantığını koyan ayetler göndermeye başladı. Bakara suresinin 190-193. Ayetlerinde Allah “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez. Onları yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram’da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar vazgeçerlerse sizde vazgeçin. Allah gafur ve rahimdir. Fitne tamamen yok edilinceye ve din (düzen) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur”
Ayetlerden çıkan anlama baktığımızda bazı konular öne çıkıyor.
- Savaşmayanlara karşı savaşmayın
- Barışı isteyenlere karşı barış içinde olun
- Savaşmak zorunda kalırsanız aşırıya gitmeyin.
- Savaşmak için fitne çıkarmayın.
- Savaş anında savaştan vazgeçerlerle siz de hemen vazgeçin.
- Yeryüzünde barış hâkim oluncaya kadar, yani Allah’ın İslam’ı, barışı, esenliği, huzuru hâkim oluncaya kadar savaşın.
- Savaşı sadece zalimlere karşı yapın. Sakın mazlumlara karşı savaş yapmayın.
- Sizinle savaşmayan zayıf düşmüş, düşürülmüşlere karşı asla savaşmayın.
Ayetlerde ortaya çıkan hükümlere baktığımızda, Müslümanlar insanlara inançlarından dolayı savaş açamaz. Müslümanların savaş açmasının nedeni temelde iki tanedir.
Birincisi; üzerlerine savaş açılırsa savaşacaklardır.
İkincisi; mazlumları korumak için zalimlere karşı savaşacaklardır. Mazlumların dininin Müslüman olup olmaması önemli değildir.
Mekkeliler savaş çıkarmak için her türlü çılgınlığı yapıyorlar. Ancak bir ordu düzenleyip Medine’ye saldırıya geçmiyorlar. Sadece vahalara baskın düzenliyorlar. Müslümanların Mekke’deki evlerine, mallarına el koyuyorlardı. Aslında onlar da Medine’ye karşı açılacak büyük bir savaşın başlarına neler getirebileceğinin bilincindeydiler. Her ne kadar Medine’ye karşı açılacak savaşta hedef, Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlar olsa da, Medine’de yaşayan halkın çoğunluğu Yahudi ve Putperest Araplardı. Yahudiler ve Putperest Araplar, Mekkelilerin Medine’ye saldırılarına tahammül göstermeyebilirlerdi. Zaten onlar Muhammed’i başlarına lider seçerek böyle bir savaşa hazır olduğunu göstermişlerdi. Her ne kadar Medineliler, hatta bazı Müslümanlar savaş yanlısı olmasa da, üzerlerine karşı açılan savaş nedeniyle mallarının, mülklerinin ganimet olarak alınmasına rıza göstermezlerdi. Diğer taraftan Mekkelilerin, Medine’ye hicret eden Müslümanları hedef alarak Medine’ye saldırısı, diğer Arap kentlerini de rahatsız edebilirdi. Çünkü Medinelilerle dostluklarını devam ettiren… Aralarında barış antlaşması olan… Hatta Medine’ye karşı bir savaş açılacak olursa birlikte karşı koyacaklarını önceden taahhüt eden şehirler vardı. Bütün bunları hesap eden Mekkeliler, kolayca Medine’ye savaş açamayacaklarını biliyorlardı. Hz. Osman’ın soyundan olan Ebu Süfyan, Hz. Osman’dan sonra Dar-un Nedve’de etken olmaya başladı. Ona göre, mevcut durumlarıyla Medine’ye saldıramazlardı. Savaş araçları yönünden güçlenmeleri gerekiyordu. Ciddi bir hazırlık yaptılar. Ebu Süfyan’ın liderliğinde büyük bir kervan oluşturdular. Amaçları Şam’a gidip, ticari ürünlerinin yanında savaş araç gereci olan, kılıç, kalkan, mızrak, ok, yay almaktı. Niyetleri çok güçlü bir orduyla Medine’ye saldırıp, Medine’yi cezalandırmak… Böylece Medine’ye destek veren site devletlerine de gözdağı vermekti. Planları doğrultusunda harekete geçtiler. Müslümanların Medine’ye hicretinden yaklaşık iki yıl geçmişti. 624 yılının haram aylarında kervanı yola çıkardılar. Onlara göre nasılsa haram aylarda kervanlarına saldıran olmazdı. Ebu Süfyan kurnazlığıyla, haram aylarda Şam’a gider gelirim. Haram aylardan sonra Medine’ye savaş açarız diyordu.
Medine’nin lideri Hz. Muhammed yöneticilik bilinciyle çevresinde oluşan olayları takip ediyor. Özellikle Hz. Ömer’in şehirler, toplumlar arasında gerçekleştirdiği önceki dönem ilişkileri sayesinde ciddi bilgiler topluyordu. Medine’yi yöneten Hz. Muhammed’in etrafındaki kişilerin, Mekkeli olsun, Medineli olsun, Araplar arasında kazandıkları saygınlık işe yarıyordu. Dürüstlük, güven, verdikleri sözlere riayet, dostluklar, dinleri farklı olsa da insanlar arasında olumlu yankılar uyandırıyordu. Medine’yi yöneten Müslümanlar, haklarında oluşan şeyleri anında haber alırken, oluşabilecek şeyleri de tahmin yeteneklerine sahiptiler. Önceki bölümlerde belirttiğim gibi, Dar-un Nedve’de Müslüman olmadan önce yöneticilik yapan, Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ömer boş insanlar değildi. Diğer taraftan Medine’nin önderleri olan, Esed Bin Zurare, Saad Bin Muaz’da boş insanlar değildi. Bunlar yönetici karakterli insanlar olarak toplumlarının önüne çıkmış, etkin, saygın, adil insanlardı. İlişkilerini toplumlarla sürdürüyorlar. Etraflarından sürekli bilgiler toplarken, kendileri de haber toplayacak insanları görevlendirerek haberlerin teyitlerini sağlıyorlardı. Aynı zamanda Yahudilerin liderleri de, çıkarlarını korumak söz konusu olduğunda, aleyhlerine oluşabilecek hiçbir bilgiyi kaçırmıyorlardı. Günümüzde birçok Müslüman’ın zannettiği gibi, resul Medine’de mescidin Nebiye oturmuş. Sadece gelene gidene din tebliğ eden değildi. İnsanlara din tebliğ ederken. Onları irşat ederken… Aynı zamanda toplumun geleceğinin tehlikeye düşmemesi için gerekli çalışmalar yapıyor. Toplanması gereken bilgileri topluyor. Alınması gereken önlemleri alıyor. Her zaman bilginin en önemli silah olduğu gerçeğini yerine getiriyor. Sanıldığı gibi, Allah’a güven ve tevekkül içinde, nasıl olsa Allah bizi korur deyip rahatça oturmuyordu. Elbette Allah’a güven, tevekkül inananların göstermesi gereken hususlardı. Ancak yaşamın kuralları geçerliydi. Nasıl insanın yaşaması için, yiyeceklerini içeceklerini bizzat temin etmesi gerekiyorsa, toplumsal yaşamın sürmesi içinde insanın, aklını, mantığını, fikrini, emeğini ortaya koyması gerekiyordu. Nasıl bir insan nasılsa Allah rızkımı vermiş, beni doyuracaktır deyip, yan gelip yatamıyor. Yattığı zaman ne su, ne de yiyecekler ağzına gelip kendilerini sunmuyorsa, toplumsal yaşam gerçeğinde de hiç kimse barışı insanların yaşamına bedavaya elleriyle sunmuyordu. Tevekkül, insanınların, toplumların üzerine düşenleri yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakmalarıydı. Allah’a güven, Allah’ın yaşam için koyduğu kurallara uyduktan sonra Allah’a teslimiyetti. Ne yazık ki çoğu zaman Müslümanlar bu özleri anlamaktan uzak duruyorlar. Akıl yürütmeden, mantığını çalıştırmadan, iradesini kullanmadan, emeğini ortaya koymadan, sırf Allah’a inandıkları, güvendikleri için kendilerine barışın, esenliğin, huzurun geleceğini zannediyorlar. Hâlbuki Allah onlara, barışın, esenliğin, huzurun nasıl geleceğini ayetlerinde yeterince açıklıyordu. Açıklamalarda barışın, esenliğin, huzurun insan emeğinin meyvesi olarak ortaya çıktığı öğretiliyor. Yaşamın bütün kurallarında insanlar gönderilen ayetlerle eğitiliyordu. Şurası muhakkaktır ki, barış için, esenlik için, huzur için elini taşın altına koymayanların, barışta, esenlikte, huzurda hakları yoktu. Zalimler onların elinden barışı, esenliği, huzuru her zaman alabilirlerdi. İster Müslüman olsun, ister Müslüman olmasın. Her insan barışı, esenliği, huzuru hak etmek için elini taşın altına koymakla mükellefti. Medine’de yaşayan halk, resulün liderliğinde bunu çok iyi başarmıştı. Onların sünneti, Müslümanlar için temel bir örnek olarak tarihin sayfalarını süslüyordu. Onların tarihini kutsallaştırmaların dışında, gerçekleriyle öğrenip ders çıkarmak adına incelediğimizde, bize çok şeyler vereceğini, aksi halde bizleri sadece köleliğe sürükleyeceğini bilmemiz gerekir. Nitekim Müslümanlar geçmiş tarihlerinde, gerçekleriyle öğreneceği her şeye kutsallıklar izafe ederek algıladıkları için yıkılıp gittiler. Bugünkü köleliklerine ulaştılar. Hiç kimse Müslümanların yıkılışını, düşmanların başarısı olarak görmesin. Çünkü hiçbir toplum kendi içinden yıkılmadıkça, başkaları tarafından yıkılmaz.
Ebu Süfyan’ın kurnazlığı ile haram aylarda savaş hazırlığı yapmak, çıkara endeksli bir yaşamın sonucuydu. Haram aylar, Araplar arasında önemli değerlere sahipti. Birbirleriyle savaşları ünlü olsa da, yılın bazı aylarında barışı sağlamaları önemliydi. Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Recep Arapların haram aylarıydı. Araplarda haram aylar Muharrem ayı ile başlar Zilhicce ayı ile sona ererdi. Müslümanların kültüründe ise Recep, Şaban, Ramazan ayları önemliydi. Ramazan ayının ardından gelen hac ayı da Müslümanların önem verdiği aydı. Mekkeliler kendi haram aylarında başlattıkları kervan hareketini Müslümanların oruçlu bulunacakları Ramazan ayında Medine’den geçirmeyi planlayarak kurnazlık üstüne kurnazlık kattılar. Onlara göre Muhammed oruçlu olduğu kutsal ayında savaşmazdı.
Hz. Muhammed olayları yakinen takip eden olarak, Ebu Sufyan’ın kervanı Şam’dan hareket ettiğinden itibaren takip ediyordu. Kervan su ihtiyaçlarını da gidermek için Mekke yakınlarında bulunan Bedir kuyularında konaklayacaktı. Hz. Muhammed’in amacı, savaşmak değil, Kervan’a el koyup, savaş araç gereklerini ele geçirmek… Aynı zamanda Mekkelilerin, hicret eden Müslümanların mallarına el koymalarına karşılık, kervandaki mallarına el koyarak elini kuvvetlendirmekti. Savaşma niyeti olmayan Hz. Muhammed, büyük bir ordu yerine 305 kişilik bir topluluk oluşturdu.
Ebu Sufyan da boş adamlardan değildi. O da kervanını korumak için elinden gelen gayreti gösteriyor. Medine’den gelecek bir tehlike karşılık sürekli Medine’yi izlettiriyordu. Hz. Muhammed’in kervanı basmak için müfreze hazırladığını duyunca, bedir kuyularından uzağa doğru kervanını hareket ettirdi. Aynı zamanda acilen Mekke’ye haber göndererek… “Yetişin ey Mekkeliler, Muhammed kervandaki mallarınıza el koymak için yola çıktı” diyordu. Bunu duyan Mekkeliler apar topar 900 kişilik bir ordu düzenleyerek Bedir kuyularına doğru harekete geçtiler. Onlar için Muhammed’e ders vermek için bulunmadık bir fırsattı.
Böylece kervanı basmak isteyen Müslümanların 305 kişilik küçük ordusu ile kervanlarını kurtarmak için yola çıkan Mekkelilerin 900 kişilik ordusu Bedir kuyularının bulunduğu yerde karşı karşıya geldiler. Tarih 13.Mart.624 Miladi, 17.Ramazan.2 hicri. Mevsim oruç ayının ortası…
Allah olayı Enfal suresinin 7-8 ayetlerinde şöyle anlatıyor. “Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden birinin sizin olduğunu vaat ediyordu; siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. Bunlar günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve batılı ortadan kaldırmak içindi”
Evet, Allah’ın da dediği gibi Müslümanlar kervanı istiyorlardı. Allah ise Müslümanların eliyle kâfirlere bir ders vermek istiyordu. Hayatın okus bokus olmadığı gerçeğinde, Müslümanlar kime niyet kime kısmet ölçüsünde, kâfirlerle karşı karşıyaydılar. İşin aslında, Müslümanlar Mekkelilerin evlerine, mallarına, mülklerine el koymasının karşılığında sürekli onlara karşı savaş isteyip duruyorlardı. Ama Medine’den çıkarken böyle bir amaçla çıkmamışlardı. Şaşkındılar, tedirgindiler. Allah’a dua etmeye başladılar. Başlarındaki resule de kendileri için dua etmesini istediler. Bir taraftan kendileri, bir taraftan resul Allah’a yardım taleplerini iletmeye başladılar.
Allah Müslümanların dualarına karşılık Müslümanlara yardımını göndermeyi vaat etmişti. Allah bu durumu sonradan Enfal suresinin 9, 10, 11. Ayetlerinde Müslümanlara hatırlatıyor. “Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu. Allah bunu sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu”
Savaş başlamadan önce Allah’ın yardım vaadini içeren ayetleri geliyor. Resul tarafından Müslümanlara okunuyor. Müslümanların kalplerindeki korkular, endişeler yerle bir oluyordu. Onlar etraflarında melekleri görmüyorlardı ama görünmeyen melekler ordusunun kendilerini korumak için gönderildiklerine inanıyorlardı. Çünkü Allah onlara hiçbir zaman yalan söylemezdi. Çöl havası savaş öncesi birden bire değişmişti. Güneş çekilmiş. Ortalığı yağmur bulutları kaplamış. Gökyüzünden insanı serinleten, dingileştiren yağmur çiselenmeye başlamıştı. Sekinet; yani bütün düşüncelerin, endişelerin, korkuların yenildiği, kalbin yatıştığı, insana bilinmedik bir şekilde güvenin geldiği bir durum doğmuştu. Artık ölüm Müslümanları korkutmuyordu. Artık Müslümanların endişesi, korkuları kalmamıştı. Sanki bütün dünyevi algılar bir kenara konmuş, bedeni hafif bir uyku hali sarmıştı. Dün gerideydi. Medine geride kalmıştı. Akıllarda, duygularda, hayallerde Medine yoktu. Yarına dair hiçbir hayal kalmamıştı. Endişeler silinip gitmişti. Yaşayacakları bugün vardı. Karşılarında düşman vardı. Yağmur havasının pusluğu, yağmur damlaların kristal yapılanması, gözlerin baktığı yerlerde farklı oyunlar oynuyordu. Bir tarafta Allah’a güvenen, inanan Müslümanlar vardı. Diğer tarafta Müslümanları küçümseyen, hafife alan Mekkeliler vardı. Tarafların psikolojik duygularına göre seyrettikleri ordunun sayısal görüntüleri değişiyordu. Müslümanlar Allah’a inandıkça güçleniyor. Güçlendikçe karşıdaki düşmanı yenebilecekleri kadar az görüyorlardı. Mekkeliler Müslümanları küçümsüyor. Küçüksedikçe Müslümanların 305 kişilik ordusunu daha az görüyorlardı. Böylece savaşma arzuları tavana vuruyordu. Günümüzün bilim dallarında anlatılan halüsinasyon gerçekleşiyor. Duyguların yönettiği gözler yanlış algılamalara neden oluyordu. Yağmurlu, puslu havanın oynadığı oyunla, taraflar birbirlerini net göremiyorlardı. Nitekim Allah Enfal suresinin 43, 44. ayetlerinde “Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah sizi bundan kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah’a döner” diyerek bu durumu bize bildiriyordu. Müslümanlar Allah’ın nimetiyle sanki uykuda gibiydiler. Gerçeklik tablosu, uykululuk tablosuna dönüşmüştü. Bu durum sadece Müslümanlar için geçerli değildi. Aynı şey Mekkeliler içinde geçerliydi. Böylece her iki taraf, düşmanlarını gözlerinde büyütmüyor. Korkulardan, endişelerden sıyrılarak savaşma arzularını kamçılıyorlardı. Gördükleri tablo karşısında, Müslümanlar yenebilecekleri kâfirler ordusuyla karşılaştıklarını düşünüyorlar. Mekkeli putperestlerse, çok çabuk derslerini verebilecekleri bir orduyla karşılaştıklarına seviniyorlardı. Ellerine geçen bu fırsatla Muhammed’in işini bitirme hayalleriyle coşmaya başladılar.
Müslümanlarla Mekkeli putperestlerin ilk ciddi savaşı başladı. Savaş çok kısa sürdü. Birebir karşılıklı dövüşlerde, savaşkanlıklarıyla övünen Mekkeli önderlerin çoğu öldürüldü. İki ordu karşı karşıya gelince, Mekkeliler dayanamadılar. Zaten önderlerinin çoğunun ölmesi morallerini iyice bozmuştu. Moral bozukluğuyla Müslümanlara saldıran Mekkeliler, Müslümanların azimli, dirençli, cesur savaşkanlıkları karşısında tutunamadılar.
Mekke ordusu dağılıp kaçarken geride ölülerini bıraktılar. Ölenlerin içinde Mekke’nin reisi daha sonra Müslümanların Ebu Cehil diye lakap taktıkları Hişam bin Melik, Ebu Sufyan’ın kayın pederi de vardı. Mekkeliler toplam 70 kayıp verdiler. 70 Mekkeli putperest de esir alındı. Müslümanların kaybı ise 14’tü. Müslümanlardan Mekkelilere esir düşen yoktu. 900 kişilik Mekke ordusunun 760 kişisi neye uğradıklarını şaşırarak Mekke’ye doğru çil yavrusu gibi kaçtılar. Bedir kuyularındaki savaş, Müslümanların galibiyeti, Mekkelilerin yenilgisiyle bitmişti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.