İrfan Pınarında Yıkanan Vicdan
Demir parmaklıklar arasından bir tellal avazı çıktığı kadar sesleniyordu. Babil sokakları farklı bir gün geçirmekteydi. Pazardakiler bu çığlık çığlığa kalmış insanı karşılıyordu. Ahalinin içine karışmayan birisi vardı. Bir hastalık sirkülasyonu yaşamıştı. Yalnız ve kimsesizdi. Derdini insanlara anlatamamak ne büyük imtihandı. Üzüm salkımlı penceresinden derdini bülbüle anlatıyordu. Şakıyan tabiat fanusunda bir kulaç ilerlemek istemişti. Sesler gittikçe yükselmekteydi yakıcı alevler gibi. Güneş ise lacivert perde arkasına saklanmıştı.
Balçıklı tepelerde haramiler pusu kurmuştu. Köleler vardı zincirli takılarıyla. Kuyumcuları avutamayan yaşlı gözleriyle sıcak ufku temaşa ediyorlardı. Zavallı bir köle kalp piramitlerini yıkmakla görevlendirilmişti. Bu muydu ölümün azat olması? Bu muydu kaktüs gölgelerine serinlik vermek! İrade baltası kesmezdi mahzun bir fidanı. Bir kırık testi su ve bir dilim ekmek ile hayat sürdürülüyordu.
Hayat, yuvası yıkılan yavru kuşun eller üstünde taşınmasıyla başlamıştı. Kelepir köleler satılmaya devam ediyor, dünya saltanatı rengarenk kostümünden taviz vermiyordu. Bir kral tebdili kıyafette bulunmuştu. Annesiz bir bebek gıda istiyordu. İnsan piramitleri zehirli mızraklarla boy ölçüşüyordu. İnsan sahipsiz olduğunu zannediyordu. Bir sepet bırakılmıştı Nil’in bağrına. Külçe külçe ellerden serpiştirilen altınlar, atlas libaslı aristokratların gece-gündüz sefasıydı. Cevapsız sabahlamaların bungun bakışları esaret altına alınıyordu. Yeni gün geçen günden intikam alırcasına sert yumruklarını göstermekteydi. Kayalıklar üzerinden hayatını kurtarmak istercesine ilerleyen bir şaki, soylu güneş ışığı altında pişmanlık gözyaşları döküyordu.
Sis kervanı diri diri çöle gömülüyordu. Çöldeki ayak izleri adalet dağıtamazdı. Eller üstünde tutulan kundaklı bir teveccüh, hayatın nabzına umut aşılıyordu. Mütevazı kulübeden yükselen bir sada, sönmeyen ateşin içine su serpiyordu. Gözlerin inanamadığı bir atmosferdi bu. Seher yeliyle birlikte kapı eşiklerine hediyeler bırakılmaktaydı. Hediye sahibindeki billur tebessüm görülmeye değerdi. Yazılan efsane sayfaları esrarengiz pabuçların ağırlığı altında ezilmişti.
Aslan heykelleriyle süslenmiş mükellef kervansaray kapısının girişinde bir yazı asılıydı:” Korkaklıkta itibar yoktur!” Karanlığa meydan okuyan bir mum yalazında misafirler ağırlanıyordu. Bayram sabahı farklı gölgeler gelmişti. Kadife bakışlar sadeliğini yitirmişti. Kırılmayı bekleyen küplerin bünyesine günah katreleri dökülüyordu. Dipsiz kuyuya tapu imzası böyle atılamazdı ya! Üç ayaklı fener kapsüllerinden kırmızı alevler yükselmeye başlamıştı. Kötülük yeni bir elbise almıştı pazardan.
Tahta kapının tokmağına vuruldu. Kapının inleyen sesi kimsecikleri ilgilendirmiyordu. Yeni bir kervan bekleniyordu şehrin kapısından. Çil çil altınlar bir gönlün zehirlenmesine yetecek kıvamdaydı. Derviş bastonları kırılmıştı. Kutsal seyahatler uğramaz olmuştu bu beldeye. Herkes, istediği inancı bekliyordu sessizce.
Azat olmuş tellal yeniden bulutları emercesine sesini yükseltiyordu. Söylediklerine kendisi de inanmak istemiyordu. Beklenmedik bir olay olmuştu. Çöl haramileri altınları saklamıştı. Çöle karşı olan kin, okyanus sahiplerini rahatsız edecek seviyedeydi. Kralın taciri nasırlaşmış kalp cüssesiyle yola koyulmuştu. Bir sofra daha kaldırılıyordu. Ayak izleri törpülenmişti. Mermer bakışlar timsah gözyaşlarına mahkum olmuşçasına sendelemişti.
Belde aylardır sessizliğe bürünmüştü. Yeni bir misafir uğramıştı kervansaraya. Bu bir meczuptu. Keskin bakışlarıyla saray perdesini titretmişti önce. Halk onu fakir söz dağıtıcısı sanmıştı. Durum hiç de öyle görünmüyordu. Anlattıkları yenilir yutulur cinsten olmayınca halk, zengin bir halka haline dönüştü. Teselli bekleyen insanların çehresi adeta ışınlanmış gibiydi. Yılların birikimi tüketilse de geriye gelmesi zor değildi. Sedef işlemeli bir portre gerisin geriye yüz ekşitmişti. Parmaklardaki pırlantalar çoğaldıkça boğaza yapışıyordu. Evlerin çatılarındaki baykuş izmaritleri temizlenmeye başlamıştı. Baş başa kalan iki mahcup çehre, aynadaki görüntülerin analizini yapacaklardı. Emanet, uzaktan bir yolcu bekliyordu. Müjdeli haber henüz alınamamıştı. Çehresi ıstırap mıknatısından ayrılmayan bir inanç süvarisi, meczuptan bayram mektupları istiyordu:
“Halk kendi servetine küser hale geldi. Kalbimizin attığı her yerde ümitli olmamız gerektiğine inanıyorum,fakat, tohumları toprağa sağlam dikebilmeli insan.”
Haklısın, dedi meczup ve ekledi:
“Hayat kervansaray gibidir oğul. Gelir ve gidersin. Önemli olan nasıl geldiğin ve giderken de ne bıraktığındır. Kervansarayda bir ses bırakabilmek için haykırmak değil, kalbe hitap edebilmek gereklidir. Orman, hayatını çöle borçlu olamaz. Çölün de istedikleri vardır elbet. Her insan, inancı nispetinde adımlarını atabilir.”
“Çölden gelecek kervanın yokluğuna ne demelisiniz?”
“İnsanın o kadar çok istekleri vardır ki, bitmez ve tükenmez. İnsan aslında kendisini hep çölde sanır. Çöl gibidir insan. İstek kervanları hiç bitmez onun. Devamlı istedikleriyle beraber yaşar. İstedikleri de olmayınca çölü dumana katar.”
“Çölden kurtuluş bu mudur?”
“İnsandaki ayrılıklar bazen hayal kırıklığıyla başlar ve sürer gider. Halbuki asil düşünebilmek gerekli. Kaktüsler bile bunun için vardır. Ümit için serinlik için. Yakıcı ortamdan uzak durabilme yollarının en birincisi ümitli kalabilmektir. İnsan ümitli ise yol da ona aittir vesselam.”
Meczup, bu süsleyici sözlerinden sonra meclisten ayrılmıştı. Bahar çiçekleri kokusunu saklamakla meşgullerdi. Bu meşguliyet çok uzun sürmemişti. Meczubun gülden sözleri kapalı kapıları açmaya yetmişti.Yetişmişti toprağın beklediği farklı çiçekler. Leziz bir çay sohbeti sonrasındaki lebriz misafir, eritilmeyen dakikaların da borcunu ödeyerek kalplerde hoş bir sada bırakabilmişti.
Gönül…Bir avuç ümit meşalesiyle yol yürümeye ne de hasret kalmıştı. Şadırvan serinliğinde kızılcık şerbeti içen bağrı yanıklar, rüya aleminin tınısından farklı bir his yaşamaktaydılar. Altın revaklar altında makus düşünceler dökülmüyordu artık. Gül bahçesinde söz ticaretini öğrenmişlerdi. Evlerden güzel yankılar süzülüyordu asumana. Topraktan nazenin bir edayla fışkıran şakayık, tabiat senfonisine söz takısı ekliyordu. Salkımsöğüt gölgesinde mülayim bir eser resmedilmekteydi. İnsandaki çöl küskünlüğü yerini bayram meltemine devretmişti.
Meleklerin taze bakışları hep üzerlerindeydi. Belde halkı huzurun belkemiğine yaslanmıştı. Kainata enfes bir arşiv bırakabilme ümidiyle ayaklanmışlardı. Bulutlar da bu sevince ortak oldular. Taşıyamıyorlardı bu yükü. Yük de ganimet istiyordu. Dile getirilemeyecek zevkin tercümanlığı çok zor olsa gerekti. Çuvallardaki erzaklar daha da sık dağıtılıyordu. Kapı eşikleri kalp zenginliğinin bayramını yaşıyordu. İsteyen istediklerini almıştı. Gerilmiş yaylardan kalp başakları tüm hızıyla fırlatılmıştı.
Açılmayan kapıların sihirli anahtarı, meczubun dile getirdikleriyle taçlandı. Belde halkı ise şuna inanmıştı:
İçimizden bir kişi bile olsa ümidini yitirmemişse, kapalı hazinelerin uzun süre beklemesi söz konusu olamaz.
Gürsel ÇOPUR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.