- 791 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
'biraz'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
birazdan fazlası vardı. yaşamaktan arda kalan neyse oydu. biraz da hayal. daha doğrusu rüyalar, kitaplar. sevinçlerle hüzünler aynı gömlekte var olmuşlardı. biri delikti biri düğme. sarılıyorduk hep beraber. biraz daha kalsaydım ocaktaki kalbim yanabilir ve artık hislenmeyebilirdim. ses çıkartmıyorum dersem yalan olacaktı ama konuşmuyordum. yazacak çok şey vardı, anlatacak. biraz daha kalsaydım eğer.
Hiç görmediğim o adam, pijamasının yıkarken cebindeki peçeteyi dışarı çıkarmamıştı. Peçete ıslanmış, parçalanmış ve pijamanın cebinin içerisine selüloz boşalmış, kurumuş ve yeryüzüne düşen ilk karı andıran sertlikte mermer tozunu andırıyordu. İnsanlar gelip geçiyordu. Duruyordu bazıları. Zemberekli bir Rus kamerası gibi, gözlerim her karede yeni bir hikâye resmediyordu. Gözlerimin yönettiği siyah beyaz film olağandan daha etkili bir hikâyeydi. Müzik ekliyordum. Yetmiş yaşındaki köylü kadının getirdiği ısırgan otları, maydanozlar arasında ilk defa gördüğüm bir bitki de vardı. Bitkinin çiçekleri pörsümüş, yapraklarında ise çiçeklerine nazaran tazelik vardı. Akşam eve gidince pişirip yemek istediğim yemek o bitkiydi. Adını sorduğumda kadın: ‘Biz turp deriz buna, turp bitkisi’ dedi. Yıkamadan bir yaprağını ağzımda çiğnerken, midem feryat ediyordu. Hiçbir şey yememeliydim. Yaşamamalıydım. Sevmemeliydim. Gitmeliydim.
Halının üzerine yapışmış sinek kanı lekesine benzer bir haldeydi alnımdaki kurumuş kan. Ayaklarım ağrıyordu. Şehrin suyundan dolayıydı. Sular kireçli olduğu için, her ne kadar suyun tadı muazzam olsa da, eklem noktalarına ulaşan damarlar aracılığıyla insanların çoğu bu şehirde romatizmadan şikâyetçiydi. Bir de bayırları… Nereye uzanıyordu bu yokuşlar? Hepsi birden bir dağdan bahsediyorlardı. Dağın eteğinden ovaya doğru süzülmüş evler, gece olunca şehri ışıl ışıl yapmak içindi. Başka bir amaçları yoktu. Kesilen çamlar ve kestane ağaçlarının hiçbir suçu yoktu. Zaten suçsuzların, hiçbir işe yaramayanların, tembel hakkını kullanmak isteyenlerin ölmeleri gerekiyordu.
Azıcık bir tereyağı kalmıştı. Yaşlı kadından aldığım bitkiden bir parça koparıp, yıkarken, aklıma ıspanak gelmişti. Her şey güzel olacaktı. Nefret etmeyecektim mesela artık. Nefret etmek insanın var olan yükünü arttırmaktan başka ne işe yarıyordu ki? Hayır, nefret ediyordum. Sıçramamalıydı tavadan yağ! Az da olsa sıçramamalıydı. Neyse ki saplarını kesip, maydanoz gibi doğradığın bitki tavaya ulaşınca, yağın kızgınlığı da dinmişti. Her şey onun uyuşturucusunu verene kadardı. Verince, mutluydu. Saldırmıyordu etrafına ve yağ damlalarını bir arada tutup, mutlu mesut kavuştuğu şeye sarılıp, onun pişmesinde yardımcı oluyordu.
Kenar mahalle çocuğu gibiydi sarı yumurtalar. Beyaz yumurtalar bana daha çok zengin çocuklarını andırıyordu. Sarı yumurtalarda doğuştan bir boynu büküklük, tam olarak sıyrılamama vardı. Sıyrılamıyordum. Pul biberi yine fazla kaçırmıştım. Tavaya dökülen her pul gözyaşının kana devrilmiş halini anımsatıyordu. Tavanın piştiği kısmın ateşini kısıp, pencereden aşağıya baktığımda sarıgözlerle bana bakan pireli yaratığı gördüm. Bana bakıyordu. Ne de çok seviyordu beni! Apartmandan dışarı çıktığımızda ne zaman rast gelsek, benimle cadde ayrımına kadar yürüyordu. Sanki benimle yürümekten gurur duyuyor gibiydi! Zavallı yaratık! Gurur duyacağı son varlıkla yürümek, o varlığın ellerine yanaklarını sürmek, ondan merhamet dilemek, şefkat talebinde bulunmak ne acı! Hüzünlüydüm kısaca. İpin ucuna tavuk bağlayıp, pencereden aşağı uzatıp, onunla oynadığım an geldi aklıma. Kendisiyle oyun oynanmasından rahatsızlık duymaması garip gelmişti. Oysa birisi arkamdan en ufak oyun oynasa ona karşı son nefesime kadar küs kalabilirdim. Sarıgözleriyle merhamet dilinen üşüyordu yağmur altında. Kılları arasındaki pireleri çiğnerken kimi zaman, menfaatin bu dünyada insanın zehirli sevgilisi olduğunu anımsatıyordu. Evet, başkası için yaşamadıktan sonra, başkalarının hayatları uğruna kendi canından vazgeçemedikten sonra yaşamanın hiçbir manası yoktu. Yemek hazırdı. Demliydi çay. Namusluydu ellerim. Yağmur kokuyordu. İki sokak ötede bir evde gözyaşı vardı. Diğer bir evde beddua! Birkaç mahalle aşağıda gelin kaynanasını haşlıyordu. Kadının etleri haşlanmak için değil, toprağa gömülmek için hazırdı ancak şeytanın gelinin damarlarına girmiş ve denklemi değiştirmişti. Komşuların dediklerine göre yaşlı kadın çektirdiği tüm sıkıntıların azabıyla bağırarak bedenini belediye tabutuna bırakmıştı.
İçimdeki şüpheleri kenara çekip, onları dahi sorgulamaktan yorulmuş halde kalın bir kitabı elime aldım. İçini açmadan aldığım yere geri bıraktım. Sahte çiçekler gibiydi huzurum. İçimden geçerken, tali yoldan ayrılmış serseri bir şoförün kullandığı araba takla atmıştı. Ses sanatçıların henüz bedenleriyle para kazanmadıkları bir zamanda kalmıştım. Daha doğmamıştı kalbim. Aklım ezelden beri var olan kainat serserinin yanında, ona eşlik etmekten tükenmiş zeka kıpırdanışlarıyla masaya doğru başım düşüyordu. Kış savaşlarından çıkmış, bahar şarkıları mırıldanırken arzularım mayına basmış ve tamamen isteksizce yaşamaya alışmak zorunda bırakılmıştım. O mayını kim koymuştu oraya? O eller, o mayınları oraya koyan eller? ‘Arzum! Benim için ne ifade ettiğini söylemek dahi güç. Benimse artık senin için bir ifade edilişim yok. Duymak istemiyorum hiçbir şey. Çünkü çok bilince, insan her şeyi bildiğini sandıkça, yoruluyor ve mutsuz oluyor. Duymakta istemiyorum, bilmekte. O yüzden seni çok aradığımı bilmeni istiyorum. Hem de dünyada her şeyden daha çok. Benim bu halimi mutsuzluk sanan insanlaraysa bir şey demem gerekmiyor. Eğer kendimden bir an için şüphe etmeyi bırakıp, yaşamaya devam etsem, alacağım bir sonraki nefes ölmeme sebep olmaz mı? Tabi her şeyi görünen de arayana, bulana laf anlatamazsın ki!
Şu kiremitten çatılar, eksik balkonlu katlar ve kuşların senfonisi. Gece olunca biten şarkıların bir sebebi olmalı ama ben bilemiyorum. Asıl karanlığın kasıklarına yanağını yapıştırmış ruhuma iyi gelecek şey, bu saatte duyabileceğim kuş sesleri olurdu. Maalesef onlar da uyuyor. Yaşlanıyorlar, ölüyorlar ve hatta sevişip çiçeklerle doya doya…
Ellerimin tümörünü saklayan çirkin yüzümü görmekten nefret ediyorum. Tüm organlarımı bağışlayabilirim. Alyuvarlarım hâlâ taşıyabilir yaşama kaygısını ve daha fazlasını!
Bir orta şekerli kahve. Az da sıcak süt. Az da bitter çikolata. Biraz sessizlik. Biraz arzu. Biraz savaş. Biraz ölüm. Biraz doğum. Biraz para. Biraz korku. Biraz devam ve biraz sonra. Hepsi birden biraz daha yazacak yaşam. Anlatacak bir şeyler. Çehov masadan kalkıp, güldürmeden yaşarken ölmüş o güzel kadınları.
-Boynum ağrıyor.
-Migren hapı mı içtin yine?
-Evet…
-Elli defa sana o haptan içme dedim değil mi?
-…
-Dur biraz vicks ile ovayım boynunu. Sonra bir yazmayla saralım.
Biraz daha isteyeceğim. Biraz Allah’ım! Yıkmasınlar şu güzel evleri ve kesmesinler ağaçlarımı. Biraz sonra masadan kalkacak ve tuvalete koşup ağlayacağım. Bu müessesede tuvaletlerde kadın erkek ayrımı yok maalesef. Biraz kadın olabilirim. Ağlamaksa, ağlarım. Sonra ıslanan ellerimle silerim ellerini. Ellerin olmasa da, ellerimle yüzümü silerim. Silecek kirli bir şeyler bulabilirim. Biraz daha yaşasaydım eğer!
YORUMLAR
Biraz daha hep istenilen bu ,ben bundan kurtuldum artık ne kadar yaşasam aynı demeye başladım .İç sesiniz dış sesinizden çok ve yorucu belki de .Sürekli tartan ,hesaba çeken ,ayrıştıran,isim koyan ,karar veren ,gözlemleyen biri olmak güzel ama yorucu.Sorgulamadan yaşamayı öğrenmeye çalışıyorum,bira başardım sanırım.Şu var ki bu özelliği kazanınca yazma işi de bitiyor :)Tebrikler ,başarılar