- 632 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZİRVE YOLCUSU
ZİRVE YOLCUSU
Önündeki bembeyaz uçsuz bucaksız, üzerinde hiç iz olmayan kar örtüsüne baktı. Burayı geçecekti. Herkese beyaz bir sayfa verilirdi hayat öyküsünü yazsın diye. Uzaklara baktı bir süre. İçinde müthiş bir istek vardı yürüyüşe başlamak için. Ve her şey çok çekici gözüküyordu ona. İlerisi diye bir takıntı vardı zihninde. İlerisi için hayaller kuruyordu. Vadiden yamaçlara yürüyecekti. Ve sanki ileride bir zirve aramaktaydı. O zirveyi bulmalıydı. O zirveye hakim olanın bütün vadilere hakim olacağını düşünüyordu. Ama bu düşüncesinin nereden kaynaklandığını bilemiyordu. Mutlu olmak için mi hakim olmak istiyordu? Yoksa mutlu olmayı değil, güçlü olmayı mı istiyordu?
Büyüklerinden duymuştu zirve yolculuğunun acımasız olduğunu. Çünkü zirveye yaklaştıkça yollar azalıyor ve daralıyormuş. Ve o zaman insanlar birbirlerinin omuzlarına basarak yol alıyorlarmış. Tabi altta kalanın da canı çıkıyormuş. Büyük babası bu zirve yolculuğu hakkında hiç iyi şeyler söylemezmiş. Vadilerde de insanlar zirvede gibi olabilirmiş, ona göre. Çünkü zirve insanın içinde olmalıymış falan. Büyük babasının söylediklerini pek anlayamıyordu. Ama babasının söyledikleri onun enerjisine daha uygun geliyordu. Babası illaki o zirveye çıkmasını istiyordu. Ve çıkarken de kimseye acımaması gerektiğini. Babası ve Büyük Babası arasıdaki görüş karşıtlığını o an için anlayamıyordu. Büyük Babasının ihtiyarlığına veriyordu katılmadığı görüşlerini. Babasındaki bu hırsın nereden geldiğini de şu an anlayamıyordu.
Kararını vermişti. O önünde uzanan çarşaf gibi beyaz kara ilk adımını attı yavaşça. Neredeyse karı incitmeden yürüyordu. Bir süre böylece yürüdü. Ne var ki sağından solundan insanların hızlıca onu geçtiklerini gördü. Düzensiz, her şeyi kırıp dökerek, kardelenleri çiğneyerek geçiyorlardı yanından. Babası kızdı.
-Aptal! Nasıl yürüyorsun, herkes geçiyor seni. Koş.
-Ama baba çiçekler eziliyor”
-Bırak çiçekleri koş, sen mi kurtaracaksın çiçekleri.
Kafası karıştı. Onu geçen kişilerin özensizliğine de kızmaya başlamıştı. “ ben mi kurtaracağım çiçekleri” dedi içinden ve koşar adımlarla yürümeye başladı. Artık hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Ne çiçekleri ne ağaçları. Ne de yolculuğunda rastladığı yardıma muhtaç insanları. Elini bir uzatsa kalkacaktı ama kendime rakip olur diye hiçbir şeye aldırış etmeden yürüyüşüne devam ediyordu. Önceleri yardım etmemekten sıkılıyordu ama şimdi zihni yardım konusunda savunma mekanizmaları geliştirmiş ve kalbi de ona göre katılaşmıştı.
Yolda bazı insanlar görüyordu. Kimi ezilen çiçekleri onarıyordu, kimi yaralı bir hayvana bakım yapıyordu. Kimi ağaç dikiyordu, çift sürüyordu. Bunlar zirveden vazgeçen ya da hiç başlamayan insanlardı. İçinden ‘zavallılar ‘ diye geçirdi. “bunlar benim gelecekteki kölelerim”. Artık bir şeyler öğrenmişti; kimin köle kimin efendi olacağını da kestirebiliyordu. İyice susamıştı bir gölgeliğin altında hasat yapmış dinlenen köylüleri gördü. Yaklaştı su istedi, testiden buz gibi ayran verdiler.
-Yolculuk nereye? diye sordu biri.
-Herhalde zirveye gidiyorsun, diye tamamladı öbürü. “ Hıhı” dedi yavaşça.
Zirveye gittiğini nasıl anlamıştı bu basit köylü diye şaşırmıştı. Dışarıya nasıl bir görüntü veriyordu ki anlamıştı. Bu görüntü iyimiydi kötü müydü? Köylü olumlamış mıydı yoksa yermiş miydi? Ayrana para vermek istedi, almayınca şaşırdı. Şaşırınca “para her şey değildir” dedi birisi. Yoluna devam ederken söyleniyordu: “para her şey değilmiş! Bu yüzden böyle geri kalmışsınız işte”.
Yolculuk bütün hızıyla devam ediyor tâkatsiz kalanlar birer birer dökülüyorlardı. Yola devam edenler azalıyordu. Buna seviniyordu ama bir taraftan da yol daralıyordu. İnsanlar itiş kakış gidiyorlardı. Ve yol daralınca işin içine hileler de karışmıştı. Birbirlerine çelme atmalar sıklaşmıştı. Beraber yola çıktıkları bazıları, nasılsa bir kestirme yol bulup çok ilerilere gitmişlerdi. Bunlara kızıyor, kestirme yolun kural dışı ve ahlak dışı olduğunu söylüyor ama bir taraftan da kendisi de kestirme yollar araştırıyordu.
Epeyce bir mesafe almıştı. Ama birden tökezledi. Peşinden gelen insanların kendisini geçtiğini görünce çıldırıyordu adeta. Akıllı biri ona zirvenin şart olmadığını söylediyse de aldırış etmedi. O zaman ona birini önerdi:
-Filanca kişide zirve yolculuğu yapmıştı hatta zirvede bir süre kalmıştı da. Ama ne olduysa birden zirveden indi. Kendi mi indi yoksa düştü mü, şimdiki halinden memnun mu anlayamadık. Ama engin tecrübeleri olduğu bir gerçek. İstersen ona git. Onun tecrübelerinden yararlanabilirsin.
Düşündü taşındı. Belki zirve için bir faydası olur diyerek gitti görüşmeye.
Özenle giyindi kuşandı. Çünkü gideceği adam zirveye çıkmış birisiydi. Giyim kuşamın bu imaj çağında ne denli önemli olduğunu önceki tecrübelerinden öğrenmişti. Şekil ve görüntü çok önemliydi. Öyle ki sadece kıyafeti ve protokol kurallarına önem verdikleri için makam mevki sahibi olmuş arkadaşları vardı. İçleri boştu ama bunlar devrimizde önemli değildi. Çünkü işler nasılsa bürokratik mekanizmada kendiliğinden yürümekteydi. Bunun için fazla bilgili ve maharetli olmaya gerek yoktu. Gerçi kişilerin üretken olması verimlilik yönünden tabi ki iyi bir şeydi ama böyle kişiler ya gayretkeşlikle ya da eski köye yeni adet getirmekle, bu ülkeyi sen mi kurtaracaksın gibi ucuz suçlamalarla karşı karşıya kalıyorlardı. Suçlamalar ucuzdu ama ülkeye pahalıya mal oluyorlardı. Daha ileri boyutu da rüşvette yaşanıyordu. Eğer bir grup memurdan biri rüşvet almıyorsa ya dışlanırdı ya da tayini başka yere çıkarılırdı. Bu durumları herkes biliyordu ama kimse bir şey yapamıyordu. Çünkü öyle görünmez ve korkunç bir çark kurulmuştu ki sadece ona uyma şansın vardı. Çarkın bir dişlisiydin sen. O da çarkın bir dişlisiydi ama şimdilik bunun farkında değildi. Farkında olmak ta çok zor zaten. Çünkü çarkın dişlilerinden birçoğu da mutlu gözüküyorlardı.
Adamın adresini alınca yüzünü buruşturdu. Yeşilbağ denilen orta halli insanların yaşadığı bahçecilikle uğraşılan bir semtti. ‘herhalde çiftlik kurmuştur’ diye düşündü ve yola koyuldu.
Modern bir çiftlik arıyordu ya bulamadı. Sordu birine. Ve yeşil ceviz ve çitlembik ağaçlarının birbirine girdiği daracık, yer yer taşlık sokaklardan geçti. Ağaçlar başında o kadar yoğunlaşmıştı ki bazen gökyüzünü göremiyordu. Kuş seslerine alışmayan kulağı nerdeyse rahatsız oluyordu. Kulağına su sesleri geldi. Biraz sonra bir dereyle karşılaştı. Bir süre derenin kenarından yürüdü ve nihayet bir açıklığa kavuştu. Küçük bir ev gördü. Tellerle çevrili tavuk kümesi filan. Bir adam dere kenarında bir düzenleme yapıyordu. Ağaçtan çitler, bodur fidanlar dikiyordu nerdeyse suyun içine. Hatta birde ince bir elek şeklinde tel yerleştirdi dereye. Herhalde bu adam olamaz dedi içinden. Ama acaba bu mu? Çünkü biraz dikkatli bakınca bu basit görünen çevre düzenlemesinde bilinçli bir düzenleme, maharet ve estetik seziliyordu. Aradığı adamın o olmasından korkarak yaklaştı. Selam verdi, kolay gelsin dedi. Ve hemen adamı sordu. Adam onu duymazlıktan geldi. “ ne yapacaksın o deliyi, kafayı yemiş adamı” Sıkıldı... Ne cevap verecekti? Onu aşağılayan bu adama ne diyecekti. Ondan akıl danışacağım derse komik duruma düşmeyecek miydi? Bir an geldiğine pişman oldu. “işim vardı” dedi yavaşça... Adam “peki bakarız” dedi ve dere kenarındaki balyozu istedi. Balyozu aldı ve tel eleğin kazıklarını çaktı ve ondan da bir ucundan tutmasını istedi. Tuttu ve farkına varmadan adama yardım ediyor minik sorularla da aradığı adam hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Ama karşısındaki adam her soruyu ustalıkla savuşturuyor ve ona yeni bir iş veriyordu. İşin bir paçası olduğunu ceketini çıkarıp ta ayağı kaygan taştan kayıp ıslanınca fark etti. Ama tepki vermenin çok geç olduğunu da anladı. Hem kime kızacaktı ki. Onu buraya getiren ve bu hallere düşüren içindeki zirve hırsı değil miydi? Hem adama yardım etmesinin bir amacı da asıl aradığı adamla karşılaşmanın heyecanını korkusunu bastırmak ve geciktirmek için değil miydi? Adam bir ara durdu onun yüzüne baktı. İyice süzdü; bakışları öyle sıradan bilgisiz insanların bakışları gibi değildi. Adeta okuyordu onu. İçi ürperdi. Yoksa bu muydu aradığı! Şimdi bir şey diyecek herhalde çünkü bu bakışlardan sonra eğer oysa, mutlaka önemli bir şey söyleyecek ve bu işkence bitecekti. “ ne yaptığımı merak etmiyor musun?” deyince o olmadığı için hem hayal kırıklığına uğradı hem de derin bir nefes aldı. Çünkü bu kadar sıradan bir söz beklemiyordu. Bunun için hayal kırıklığına uğrarken karşılaşma gecikti diye de sevinmişti. “ ne olacak boş işler” diye çıktı ağzından. Sanki o olmadığına olan kanaati pekişiyordu. Ve sıradan insan küçümsemesinin verdiği cesaretle böyle küçük görücü bir söz söylemişti. “Elin deresinin sana ne getirisi olacak ki?” diye devam edince adam birden döndü bakışları ciddileşti. Sonra bakışları acımaklı oldu. “Hımm zirve yolcusu anlaşılan” diye mırıldandı. “Anlamadım ne dedin?” sanki zirve gibi bir söz duymuştu. Yine içine ateş düştü. Bumuydu yoksa? Yok canım bu olamazdı. Hem olmamalıydı da. Bu perişan adamın bana ne faydası olur ki? Olsa bile böyle basit insanlardan akıl almak zirve kurallarına uyar mı? Zirvenin imajını bozmaz mı? “Hiç öyle mırıldandım” dedi adam. Ve devamla;
- Bak bu suya, dere boyunca geldin hiçbir şey dikkatini çekmedi mi?
-!!?
-Suyun temizliği gibi.
-Ha şimdi hatırladım sanki yukarı çıkıldıkça biraz daha temiz.
-Şimdi ben ne yapıyorum. Gördüğün gibi, suyun direkt akmasını önlüyorum ve bazı bölgelerde yanlara doğru genişleterek küçük göletler meydana getiriyorum. Bununla erozyon sonucu suda gelen verimli toprakları bu göletlerde tutuyorum. Bu göletler bir süre sonra verimli toprakla doluyor, o zaman suya biraz yol veriyorum. Su çekilince verimli bir toprak elde ediyorum. Bu işlemi dere boyunca yapıyorum. Gel yukarıları göstereyim sana.
Derenin yukarısına doğru gidiyorlardı. Sağda solda daha önceden yapılmış küçük göletleri gördü. Göletlerden canlılık fışkırıyordu. Hele derenin çıplak kenarlarının olduğu yerlerde oluşturulan göletlerin yeşil adacıkları görülmeye değerdi. Kurbağalar cıyaklıyordu, dağlardan sularla gelen bin bir çeşit çiçek gölet kenarlarında fışkırmış, arıları ve kelebekleri kendilerine çekiyordu. Dolma süresi gelmiş ve suyu bırakılmış ve çeşitli bitkiler dikilmiş birkaç yerden geçtiler. Fark etti ki havada çok güzel. Bol oksijenle karışan çiçek kokuları başını döndürmüştü. İçinde bir rahatlık ve huzur duydu. Bir an için geliş nedenini unuttu. Arada aklına geldiyse de rahatlayan kalbini kendi haline bırakmak istedi. Çünkü zirve yolu boyunca belki ilk defa böyle rahatlamıştı. Kendisiyle yarış eden yoktu. Kendisini küçümseyen yoktu. Farkında olmadan yabani yemişlerden ağzına atıyordu. Derken adam birden durdu ve sus işareti yaptı. Biraz ötede bir tilki o göletlerden birinden su içiyordu. Suyunu içti gitti. “yanımızda tüfek olsaydı vururduk” diye hayıflandı zirve yolcusu... Adam bir şey demedi. Biraz ilerde küçük bir gölet daha gördü. İçinde yavru ve anaç balıklar vardı. “ bir lokumunda hepsi tutulur bunların” dedi adam garipçe yüzüne baktı. “lokum dediğim dinamit canım” dediyse de adamın bakışı değişmeyince yanlış bir şey mi söyledim diye düşündü.
Yoruldu zirve yolcusu, ama kendine göre bayağı ihtiyar adam da hiç yorulma belirtisi yoktu. Derenin kenarına oturdu. Çamurlanan ayakkabılarını, çoraplarını çıkardı. Derenin serin sularına uzattı. Kravatını da bir kenara attı. Kendini iyice dağıttı. Sırt üstü bir süre yattı. Gözleri yumuluyordu temiz havanında verdiği rehavetle ayaklarını sudan çekerek gözlerini yumdu.
Uyandığı zaman üzerinde ceketinin örtülü olduğunu fark etti. Hayret ilk defa gözlerini ovuşturmadan uyanmıştı. Güneş biraz sarkmıştı. Hemen saatine baktı. “ Aman Allahım! Olamaz, üç saat uyumuşum”. Ama kendini ilk defa bu kadar dinç hissediyordu ve kurt gibi acıkmış. Neredeyim, burada ne yapıyorum? Bu üstüm başım ne olmuş böyle? Gibi sorular geçiriyordu ki içinden adam elinde bir sepetle geldi. Yanına oturdu. Sepetten bal, tere yağı, yoğurt, haşlanmış yumurta, maydanoz, tere, roka ve adını bilmediği bir sürü yeşillik... Ve çok biçimli olmayan birkaç elma. Konuşmaya gerek duymadan saldırdı yiyeceklere. İştahla yiyor, yedikçe iştahı daha da kabarıyordu. Her şeyi sildi süpürdü. “Oh” dedi geriye yaslandı.
-Hayatımda ilk defa bu kadar çok yedim. İlk defa rahat ve gönlümce yedim. Ayıpsız ve kuralsız. Ve bedelsiz.
-Afiyet olsun.
-Ama bu kadar kuvvetli besinler seni rahatsız etmez mi? ‘şu masal’ diye mırıldandı adam bu sefer onu duymuştu.
-Ne masalı canım?
-Batılıların masalı... Batılılar yeme kültürümüzü de değiştirdiler. Dünyadaki hayvansal besinlerin büyük bir çoğunluğunu onlar tükettiği halde, geri kalmış ülkelere tam tersini öneriyorlar. Haklı oldukları bir nokta var ama onu da bizimkiler söylemiyorlar. Evet bunlar durağan işi olanlar için zararlı olabilir ama yediğini yakarsan faydalıdır. Mesele yakacağın kadar yeme meselesidir.
Yine şaşırmıştı. Bu adam neler biliyordu böyle. İçindeki korku yine canlandı. Evet aradığı adam buydu galiba. Biraz daha konuyu derinleştirip emin olmak istedi.
-Bakıyorum batılılar hakkında çok şey biliyorsun. Batıyı iyi tanıyor musun?
-Sorunda bu zaten. Batıyı tanıdığımız kadar kendimizi tanısak, kendimizi bilsek problemlerimizin hepsi hallolacak.
-Sence batı neyin temsilcisi?
-Tabi ki gücün. Batılı hep gücün peşinde koşmuştur.
-Eee bizde gücü istiyoruz ama.
- Mutlu olmak mı istersin güçlü olmak mı?
Birden şaşırdı. Öylece kalakaldı. Bu soruyu kendine hiç sormamıştı. Güçlü olmak üzerine kurmuştu hayatını. Ama böyle bir tercih ayrımını hiç düşünmemişti. Mutlu olmak mı güçlü olmak mı diye geçirdi içinden. Ama şu soru hiç aklına gelmiyordu. Güçlü olmayı niçin istiyordu? Mutlu olmak için mi? Belki bu sorunun cevabı onu ürkütüyordu da ondan aklına getirmiyordu. Soruya bir türlü cevap veremiyordu. Adamın karşısında eziliyordu ki adam bir soru daha sordu.
- Güçlü olmak mı istersin âdil olmak mı?
Şimdi iyice bocalamaya başlamıştı. Kendisini köşeye sıkışmış hissediyordu. Bunun aradığı adam olduğunu anlamıştı. Ama şimdi bunun çok önemi yoktu. Sorular onu iyice sarsmıştı. Cevap veremediğine mi yansın yoksa bunca yılın zirve yolcusu olarak daha önceden bunları hiç düşünmediğine mi? Nasıl bir çarkın içindeydi ki şimdiye kadar bu hayati sorular aklına gelmemişti. Hangi hedefe kilitlenmişti? Kim kilitlemişti? Bu nasıl çark ki insanlar hiçbir şeyi sorgulamadan sadece gösterilen hedefe ilerliyordu. Tıpkı eşeğin önüne uzatılan havuç gibi; o gittikçe havuçta gidiyordu ve bir türlü havuca ulaşamıyordu.
Artık adama teslim olmuştu. O çok güvendiği aklı sorulara cevap bulamıyordu. Karşısındakiyse tam bir bilge gibi konuşuyordu. Adam onun çaresizliğini görüyordu. Konuşmasına devam etti:
- Öyle insanlar vardır ki kendilerine sorsan, hayatın boyu hangi iyi işi yaptın? Yada hayatta kendine özgü ne ürettin? Ya da neyi başardın iz bırakacak? Kendin için yaptığını sandığın şeyler gerçekten senin mi? Toplum için yaptığını sandığın şeyler gerçekten toplumun mu? O zirvede ne var biliyor musun? Ne olduğunu umuyorsun? O zirveye kadar gücünün ayartıcılar tarafından zaten harcandığını fark edemedin mi? Yanıma gelişinin nedeni gücünün zafiyet göstermesi değil mi? O zirve değil mi Hz. Süleyman’ı tahtı terk ettiren, daha nice iz bırakmış insanların terk edip gerçek gücü bulmalarına neden olan.
Yüzü kızardı zirve lafını duyunca. Demek ki anlamıştı. Alnında terler boncuk boncuk olmuştu. Zirve yolculuğundan böyle utanç duyacağını hiç aklına getirmemişti. Ne ummuştu ne bulmuştu.
-Kimi insan nasiplidir çocuğum zirveye çıkmadan da zirvedeki gibi olabilir. Ama kimi de o çekici kılınan zirveyi tatmak ister illaki. Ve lâkin burada da nasipliler, nasipsizler vardır. Zirveye çıkıp ta gerçeği fehmeden de bir süreç içinde kurtulur. Ama kimi de gücü kendinde zanneder. İşte bunlar tarihin en büyük yanılgısı içinde olanlardır. Üstelik bu seferde zirveden düşme korkusu içinde yaşarlar ki bu da bir yolculuktur. Demek ki yolculuk hiç bitmez. Bunların hepsi vehimden başka bir şey değildir.
-Peki gerçek zirve nedir?
-Gerçek zirve iyi iş yapmaktan başka bir şey değildir.
-İyi iş yapmak çok genel bir laf değil mi?
-Tabi, ama her şey genellerin içindeki özellerde gizlidir. Aslında çok ta gizli değildir de biz kendimiz gibi düşünmediğimizden görmeyiz. İyi iş yapmak faydalıyı üretmektir. Sana bana ve herkese. Yaptığın işi ön şartsız ve başa kakmasız yapmaktır. İşleri bir emanetin yerine getirilmesi gibi düşünerek ve özenerek yapmaktır. Sana emanet edilen her şeyin hakkını vermektir. Vücudunun uzuvlarının, çevrenin, insanların çocukların, hayvanların... İlim müminin yitik malıdır sözü var ya hani. İyi işler de müminin yitirdiği malıdır her fırsatta yapmalıdır. “Rabbim beni senin hoşnut olacağın iyi bir iş yapmaya yönelt” duasını Allah bize öneriyor. İşte çalışmak ve iyi iş yapmak ibadettir aynı zamanda. Bütün öğretiler, dinler ve yönetimler ‘iyi iş’ yapma adına yola çıkarlar. Hatta bizim sapma diye nitelendirdiğimiz öğretiler bile, kendilerince iyi işin böyle olacağını iddia ederler. Hatta kötü işi bile bile yapanlar bile; o kötü işi iyi bir işmiş gibi göstermek ihtiyacındadırlar. Demek ki ‘iyi iş’ belirleyici bir kavram ve hedef. İş bundan sonra ikiye ayrılıyor. Ve önemli bir ayrılma bu. İyi işin tanımlamasını kim yapacak. Edip eyleyen, iş ve oluşun içinde olan Allah’mı, yoksa edip eylenen, belirleyici değil belirlenen insan mı?
Zirve yolcusu her şeyi unutmuş öylece dinliyordu onu. Yeni şeyler öğrenmenin umuduyla eskiyi kaybetmenin umutsuzluğu arasında bocalıyordu. Zirveyi unutmak kolay olmuyordu ve acı geliyordu ona. Bu kadar çabası boşa mı gidecekti. Birden sordu ona:
- Benim bunca çabam boşa mı gidecek şimdi?
- Hayır. Olur mu öyle şey. Önemli olan neyi ne için yaptığını anlamandır. Ve de ürettiklerini paylaşman. Ama zirve hırsı olan insanda paylaşma olmaz. Çünkü o güç peşindedir. Dikkat et sevgiler, mutluluklar hatta acılar paylaşılırda sadece güç paylaşılmaz. Dünyada gücünü paylaşan ne bir insan vardır ne bir hayvan ne de devlet. Ama ki bu da bir yanılgıdır. Çünkü güç sadece Allah’tadır. Ve ‘güç bende’ diyen nice hükümdarların burnunu sürtmüştür gerçek güç sahibi. Aslında her şeyin kaynağı Allah’tır. Her şey O’nun güzel isimlerinde gizlidir. Biz ancak onun izin verdiği ölçüde biliriz ve başarılı oluruz. Ellerimizle edindiğimizin karşılığını buluruz.
Daha bir şey soracak takati kalmamıştı. Dalmıştı ve güneşin son ışıklarının deredeki suya düşüşünü izliyordu. Kendisiyle iyi işlerin arasındaki uçurumu düşünüyordu. Karşılıksız, başa kakmasız işler. Ve paylaşmak. Bu duygu yoğunluğu içinde kalkacak takat bulamıyordu kendinde. Güneş ışıkları kırmızıya dönmüştü ve o hala ne yapacağına karar veremiyordu. Adamın sesiyle irkildi birden.
- Sen birini sormuştun bana.
Şaşırdı yine. Ne cevap vereceğini bilemedi, kekeleyerek:
- Eee şey! Yo önemli değil. Seninle tanışmam daha iyi oldu.
Adam tatlı bir tebessüm etmişti. Çünkü bu soruyu onu denemek için sormuştu. Eğer hala o adamı sorsaydı konuşmaların işe yaramadığını anlayacaktı. Ama demek ki tatmin olmuştu zirve yolcusu. Yani Yunus’un düştüğü hataya düşmemişti. Hani ‘ben nefesi ne yapayım bana buğday gerek’ demişti ya. Sonrada pişman olmuştu.
Zirve yolcusu, zirveyle ilgili sorunlarını halletmek için gittiği bu bilge adamın yanında bir ay kaldı ve ondan sonra gönlü hoş bir şekilde oradan ayrıldı. Artık kendini tanıyordu. Kendini biliyordu. Ve Rabbi’ni biliyordu. Kendi gibi yaşayacaktı ve en önemlisi kendi olmaktan korkmayacak utanmayacaktı. İçindeki hırs, sevgiye ve paylaşmaya, aşka dönüşmüştü. Ayrıldılar. Ağaçların arasında kaybolacakken son kez geriye döndü ve uzun uzun baktı. Derin bir iç geçirdi döndü yürümeye başladı. İçi kıpır kıpırdı. Gerçek yaşama sevincini artık hissediyordu. Önceden hiç hissetmediği duygular hissediyordu. Önceden görmediği şeyler görüyordu.
Bir ay önce gelmişti buraya. Her taraf yemyeşildi. Şimdiyse sonbahar gelmişti ve yapraklar kızarmıştı. Dereye sarkan kızıla vurmuş dallardaki yaprakları izledi. Ve zaman kavramı üzerinde düşündü. Zihninde kendine özgü değerlendirmelerde bulundu. Kendine özgü hiç düşünemezdi eskiden. Hep başkalarının sunduğu düşünce kalıpları içinde kalırdı ve sıkılır ama başka bir yol olmadığını sanırdı. Daha birçok yanlış sanısının olduğunu görmüştü ve daha çok şey öğreneceğini hissediyordu. Yaprağın yeşilden kızıla döndüğünü; doğum hayat ve ölüm çizgisi içinde düşündü. Zamanı anlamlandırmaya başlamıştı. Zamanın bir eğitim süreci olduğunu, eğitenin de ‘Rab’ olduğunu artık biliyordu. Yaşı kırktı ve derenin sonuna geldiğinde dudaklarından şu ayet dökülüyordu: ‘Rabbim, beni; bana ve ebeveynime verdiğin nimete şükretmeye ve senin hoşnut olacağın iyi bir iş yapmaya yönelt. Soyum içinde benim için barışı gerçekleştir. Sana yöneldim ben, sana teslim olanlardanım ben...’
Selahattin Cansız
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.