- 1630 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Karanfil Kokulu Aysel..
Karanfil Kokulu Aysel,
Mahalle Karakolunda bekçi Yaşar, içinizden biriyim, doğum yerim sizinle aynı, doğum tarihim; o biraz karışık, anneme göre ekin zamanı, babama göre harman vakti, yıl olarak benden önce dünyaya gelen ağabeyimin ölümü kayıttan düşmediğinden sanırım üç yaş büyük yazılmışım, adıma gelince önceki kardeşlerim ölünce ben kalayım, yaşayayım diye adımı Yaşar koymuşlar.
Uzun zamandır, nerede çalışıyorsun diye soran çocuklarıma, eşime yalan söylüyorum. Yok, öyle yalancı bir adam değilim amma velakin bu yalanı söylemem lazım.
Ah, babam, ah ille de oğlum Devlet Memuru olmalı diye tutturunca bende kıramadım, neyse sınav falan derken Karakol bekçiliğini kazandım, başladım mesleğe.
Bu mesleğin üniforma, silah gibi fiyaka kokan yanlarına değil de gerçek halimize bakmanız, yaşadıklarımızın bir kısmını anlamanız için bu satırları yazıyorum.
*************
Demir kapının küçük aralığından içeriyi görmeye çalışan 15, 16 yaşlarında daha bıyıkları terlememiş bir çocuk dikkatimi çekti. Koca, koca adamlar ağızlarından salyalar akarak, yüzlerinde hafif alaycı bakışlarla yanımızdan geçerken ellerini havaya kaldırıyor, üzerlerini aradıklarımız pis, pis sırıtarak içeri giriyordu.
Yaklaşık bir saat kadar dışarıda, buz gibi havaya, soğuğa rağmen “ o “ delikanlı kapıdan ayrılmadı, Oturduğum kulübenin camı sıcaktan buhar tuttuğundan elimle buğusunu sildim, bir ara göz, göze geldik. Gözlerini kaçırdı benden. Tuhaf bir bakışı vardı, ürkek, çekingen ama bakınca adamın taa içine bakıyordu
Kapıdan başımı uzatıp yanıma çağırdım,
- Ulan hıyarağası bir saattir kapıdasın, donacaksın oğlum, ver bakalım kimliğini yaşın tutmasa da sana bir kıyak çekeyim.
- Başını önüne eğdi, soğuktan kızaran ellerini biraz daha ovuşturarak kısık bir sesle,
- Ben içeri giremem, girmem..!
- Arkadaşım Rıza gülmeye başladı, - Korkma oğlum, her adam hayatında bir kere buraya gelmeli.
- Karşımızda tir, tir titreyen çocuğun yanaklarından sicim gibi gözyaşları akmaya başladı.
Oturduğum yerden kalktım. Kapının önüne çıktım. Başını önüne eğmiş, içini çeke, çeke ağlıyordu. Bir süre bekledim. Sonra kolundan tuttum, itiraz etmedi, direnmedi. Kulübede yanan odun sobasının yanına bir sandalye çektim. Başını kaldırmadan, yüzümüze bakmadan oturdu. İç çekmeleri biraz yavaşlamış, yanaklarından süzülen yaşlar biraz azalmıştı.
******************
Kapının önünden geçen hırpani kılıklı kirli sakallı koca göbekli adamlar, pis, pis sırıtarak selam verir gibi yapıp içeri dalıyordu.
Çoğunda bir hırsızın tedirginliği, telaşı, yakalanma korkusu vardır. Hemşerilerinden biri görürse veya tanıdıkları birine rast gelirlerse ne yapacaklar. Adam gider köyünde, kasabasında yaygara yapar, rezil eder adamı.
Len bilyonmu, Tillonun Amet gavatını umumhanede gördüm. Herifin gıçında donu yok, yaşı altmışa vamışş, saçı başı ağarmış adam yirmilik gızlara gediyooo...
İş için, amelelik için gelip bekâr odalarında bitlenen, kadına, cinselliğe aç, bulsalar eşeklere bile musallat olan bu adamlar ayda bir gün inşaattan çıkar, Eminönü’nde balık ekmek yer, Mahmutpaşa’da ucuz gömlek ayakkabı alır, parasının artanıyla da hovardalığa çıkar. Gelecekleri adres malumdur. Galata’da Yüksek Kaldırım’da Zürafa sokaktır.
Bu sokağın başındaki kocaman demir kapının ardındaki küçük köhne evlerde, vitrin arkasında mahrem yerlerini küçük bez parçalarının örttüğü, boya ve makyajın arkasına saklanmışçasına abartılı, süslü takma isimleriyle Alev, Banu, Güneş’i görmeye gelirler, cesaretini toplayanlar ruhunu şeytana satarak bu sermayelerin koynuna girer.
Üstadımız Orhan Veli bir şiirinde;
Dedikodu;
Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye
Kim görmüş ama kim Aleni’yi öptüğümü
Yüksek kaldırımda güpe, gündüz
Melahat’ i almışım da sonra
Alemdara gitmişim öyle mi
Onu sonra anlatırım fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda
Güya Galata’ya dadanmışız
Kafaları çekip, çekip orada
Alıyormuşuz soluğu
Onu da sonra anlatırım
Ya o Muallâyı sandala atıp
Ruhunda hicranını söyletme hikâyesi
Geç bunları anam babam geç bunları
Bir kalemde
Bilirim ben yaptığımı.
Üstadımız şiir tadında güzel cümlelerle bunun bir dedikodu olduğunu söylese de, Gökyüzündeki güneşe rağmen bu sokak zifiridir, bu sokak karanlıktır.
Bu sokakta sermayeler bulunur, Duygu Asena kitabında ‘‘Kadının Adı Yok’’ dese de, burada bulunan kadınların adı tektir, adı sermayedir, bir et parçası, parayla satılan bir eşya gibi basite indirgenir.
Anadolu’da namusu için elinde baltayla adam doğrayan, tarla da, toprakta yaşayan ama tülbendinin altında kına yaktığı saçına leke sürmeyen kadın burada sermayenin kölesi olur satılır.
Yüreği kanar her adamın koynuna girdiğinde, topuklu terliklerle yaralı ceylanlar gibi çıktıkları merdiven başındaki odalarında Orhan GENCEBAY, İbrahim TATLISES, Sibel CAN resimleri bulunur. Kiminin odasında uzak diyarların, deniz kenarında yaşam hayalini kurduğu evlerin, ormanların, göllerin resimleri bulunur.
Hayalden öteye gitmez, gidemez. Devlete verdikleri vergilerde yılın birincisi seçilen malum patronlar Villalarında yaşarken buradaki kadınların sonu, ya sokaklarda biter, ya da üş kuruşluk otel odalarında.
*****************
Aysel,
Seni, bu sokakta bulunan umumhanedeki evlerden birinde tanıdım, keşke tanımasaydım, sende merdiven başında dizilmiş sermayelerden biri olarak kalsaydın.
Can Can’a sağlık muayenesine gittiğinizde adını sormuştum, Alev demiştin. Oysa vesikalarda adını aradım yoktu, Resminden tanıdım seni. Gerçek adın Aysel’di, nereli olduğunu, yaşını, ana, baba adını orada gördüm.
Aynı kasaba’da doğmuşuz, askerlik tabiriyle toprağım olursun. Sana toprağım dediğim günden beri içim yanıyor.
O günden beri bana abi diyorsun, bakışların daha içten, daha cana yakın. Yosun yeşili gözlerin yüreğimi deliyor. Biliyorum duruşuna, kadınlığına İstanbul’un kokusu sinse de hala toprak kokusu var üzerinde.
Dişlerinin arasına alıp çiğnediğin, sonrada dudağının kenarında duran siyah, küçük filizi sormuştum. Karanfil dedin. Karanfil dalı.
-- ‘‘Günde bir sürü adamın ağız kokusunu çekiyoruz abi, Onların ağız kokularını duymamak için karanfil çiğniyorum’’ demiştin
Önceleri; lüle, lüle sarı saçların, yeşil gözlerin, ince uzun bacakların, yürüdüğünde gerdan kırışına bakardım, artık bakamıyorum. Sana her baktığımda ruhunu, içinde kopan fırtınaları görüyorum. Yüreğim kanıyor, yüzüne her baktığımda utanıyorum,
Sahi, senin baban olmadı mı? Ekmeğini taştan çıkaran. Ele, yabana, gurbete giden. Yazın Çukurova’da Pamuk tarlasında ırgat, kışın İstanbul’da ucuz otel odalarında kalıp, hamallık yapan.
Annen seni doğururken mi öldü yoksa. Eğer hayatta olsaydı bu kadar kolay yem olmazdın, kurda, çakala.
Aslında burada olma sebebin diğerleriyle aynı, hepinizin bir hikâyesi var, Yalan olduğunu bile, bile duymak isteriz buraya ‘‘düşme’’ hikâyenizi, aslında adınız gibi hikâyenizde gerçek değildir. Gerçek olan ikiyüzlü, ruhunu şeytana satmış toplumun size yaptıklarıdır.
Alın yazısı, kader der geçiştiririz. Oysa düzensiz gelir dağılımı, emeğin sömürülmesi, bir sınıfın diğer sınıfları ezmesi sonucu buradasınız.
Bu topraklar medeniyetler beşiğidir, Oğuz boylarında savaşa giderken, ülkeyi yönetirken anasına, atasına, avradına, danışan Beyler’in, Ataman’ın torunları, Anadolu’nun bileği bükülmez mert delikanlıları nerede.?
Oysa, onların yerine din adına, töre adına, kadını cariye olarak kullanan, köle olarak alp satan, çifte koştuğu öküzünden daha değersiz gören, koridorlarda, merdiven başlarında bekleyen sermayeleri pazarlayan ruhunu şeytana satmış p…ler var etrafınızda.
***************
Odun sobasının başında oturan çocuğun titremeleri durdu, artık ağlamayı da bırakmıştı. Yüzünde garip ifade vardı. Korku ve kızgınlık karışımı.
Gençtir, korkusu, heyecanı normaldir dedi Rıza, bir yandan da takıldı.
- Hadi bari yapmışken bir iyilik, devamını getir. Bak hemşerin oluyor.
Evet, adının Yusuf olduğunu söylemişti, bizim kazadan gelmişti. Ben yıllar önce ayrıldığımdan tanıyamadım Ama soyadından çıkardım, benim ilkokul arkadaşlarımdan birinin soyadıyla aynıydı. Uzun süre düşünmeme rağmen arkadaşımın adı aklıma gelmedi.
Rıza’nın hınzır bakışları arasında birazda istemeyerek Yusuf’la beraber dışarı çıktık.
Evlerin arasındaki dar sokaklarda ilerlerken bizi görenler sağa sola kaçıyordu. Üzerimdeki bekçi kıyafeti de olsa bu adamlarda bir korku, bir telaşa sebep oluyordu.
Aysel’in çalıştığı evin önüne geldiğimizde durdum, kapının aralık kısmından işaret ettim. Öne doğru çıktı. Şaşırmış, yüzünde tuhaf bir tebessüm belirmişti. Yanımda duran çocuğu gösterdim.
Başını önüne eğdi. Merdivenlere doğru arkasına bakmadan yürüdü. Yanımda duran Yusuf’un elleri titriyor, dişleri birbirine değiyordu. Biraz havanın soğukluğuna, biraz da acemiliğine verdim. Sırtını sıvazladım, korkma koçum, heyecanın birazdan geçer dedim. O içeri girdiğinde bende hızlı adımlarla çevreme bakmadan nöbet kulübesine döndüm.
************
On, onbeş dakika sonra birkaç el silah sesi duydum, kulübeden çıktığımda evlerin önünde bekleyen kalabalığın sağa sola kaçıştığını, bir kadının kanlı elleriyle yüzüne, başına vurarak Aysel’i, Aysel’iii vurdular diye bağırdığını duydum.
Koşarak evin önüne geldim. Bağrışmalar, ağlamalar arasında Aysel’in odasına çıktım. Odanın kapısı açıktı. Yusuf elinde silah, sırtını duvara dayamış ve öylece donup kalmıştı. Sarsılmıyor, titremiyordu. Oysa yanaklarından nar tanesi iriliğinde gözyaşları damlıyordu.
Aysel yatağın üzerine boylu boyunca yığılmış, göğsünün üzerinden akan kanlar yatak çarşafının beyazlığına inat hala damlamaktaydı.
Aysel’in yüzüne baktım, yüzünde garip bir gülümseme vardı. Sanki yılların yorgunluğu, pisliği gitmiş yerine nur yağmıştı.
Koşup gelen arkadaşım Yusuf’u tutuklarken, ben Aysel’i kucakladım. Merdivenlerden inerken bir ara gözlerini açtı. Yüzüme baktı, gözlerinde sevgi, gözlerinde başka bir ışık vardı.
- Abi dedi, o çocuk benim kardeşim. Ona bir şey yapmayın.
Sonra başı yana devrildi, Yosun yeşili gözleri donuklaştı ama kapanmadı. Dudağının kenarında karanfil parçasını gördüm, dişlerinin arasından kaymış ama dudağına yapışıp kalmıştı.
Yusuf, çocuk diye, Yusuf hemşerim diye, üzerini aramadan almıştım içeriye. Nerden bileyim beline silahını kuşanıp kurda kuşa yem oldu diye, Aysel’i canının bir parçasını ablasını vurmaya geldiğini.
Kollarım arasında bitip, tükenen cansız bedenini alt katta, girişte bulunan divanın üzerine yatırdım. Üzerine bir battaniye örttüm, Lüle, lüle sarı saçlarını düzelttim. Açık kalan gözlerini elimle sıvazladım, kapandılar. Yanaklarımdan süzülen yaşlara, etrafımızı çevirmiş merakla bakan onca insana rağmen eğildim anlından öptüm.
Kan değil, ölüm değil, dudağının kenarına yapışıp kalan karanfil kokuyordu.
Engin KASAP
19.Nisan.2008. Eminönü/İstanbul
Öykü, şiir, makale ve deneme yazıları.
Edebiyat sayfası.
www.enginkasap.com
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.