10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
884
Okunma
Sırtımdaki torbamın ağırlığı gittikçe artıyordu ama inat etmiştim; belirlediğim hedefe gidecektim. Bu yorgunluk tatlı yorgunluktu. Torbamın içindeki dünya çok farklıydı. O dünyayı inşa edebilmek için dört yıl bıkıp usanmadan, hatalarımla boğuşarak inşa etmeye çalışmış, sayısız defalar yap-boz tahtası gibi parçaları birbirlerine ekleyip durmuştum. Bu dünya başka bir dünyaydı işte. Her ne kadar altında ezilmiş de olsam da haz duyuyordum; karşılaştığım acılardan. Bu, ustalık işiydi. Kimi yetenekler vardı; bir ay bile sürmeden elindeki işi bitirebiliyorlardı. Kimileri de vardı ki, ömründe bir kez esip geçiyorlardı; Rüzgar Gibi Geçti! Ama iz bırakarak…
Kendi içsel dünyamda hayaller kurmaya devam ederek, kalabalıkları yararak geçiyordum. Malum; yerel seçim atmosferine girildiğinden her siyasi partinin seçim arabaları her türlü çevre kirliliği yaratarak caddelerde gezinip duruyorlardı. Hoparlörler sonuna kadar açık, bangır bangır bağırıyorlar:
Umudunuz biz, biz olacağız!
Bu yaşıma kadar ne umutlarım gitti, sayısını bile unuttum. Şimdi tek bir umudum vardı sırtımdaki çanta. Bu çanta farklı bir çantaydı. “Babamdan kalan çanta(!)” değildi. Bazıları vardı ki; ressam değil yazar olacağım diye hayatın içinde burnu sürtünmeden bir şeyler olmaya karar veriyorlardı. Ve de babasından miras kalan çantaya güvenerek. Sahi bana ne miras kalmıştı rahmetliden? Hiç? Neyse laf oradan oraya zıplayıp duruyor. İşte böyle plansız programsız bir şeyler yazmaya ya da söylemeye kalktığımda kelimeler hep farklı mecralarda dans edip duruyorlar.
Önüme çıkan trafik lambalarını geçerken 112 Acil’in siren sesleri, siyasilerin bağırtılarını bastırıyordu. Gün geçmiyor ki 112’in insanın içini sızlatan ciyaklaması duyulmasın.
Varacağım hedefe yaklaşmıştım. Teneffüs saatine denk getirmeye çalışıyordum ziyaretimi. Üç yıl öncesi de ziyaret etmiştim. Şimdi yine. Hiç şüphesiz beni tanıyacaklardı. Ama yeni gelenler de olacağına göre belki torbamla gördüklerinde yadsıyabilirlerdi ama olsun. Üstüm başım pek iç açıcı değildi ama. Sakalım da bir haftalıktı. Kendime bakamıyordum doğru düzgün.
Bahçe kapısı açıktı. Dışarıda iki kişi sohbet ediyorlardı. Birini tanıdım. Yaklaştım. Sırtımdaki torbayı ayaklarımın ucuna koydum. Derin bir nefes aldım. Kaş göz işaretiyle selamlaştık. Torbada ne var diye merak ettiler.
- Selam hocam. Üç yıl öncesi de sizi ziyaret etmiştim, yayımladığım kitaplarımın tanıtımını yapmak için.
- Ha evet, hatırladım.
- Bu sefer, yeni çıkan üçüncü kitabımın tanıtımını yapmak için geldim.
Ben daha anlatmadan ne demek istediğimi çoktan anlamıştı.
- Bizim öğretmenler okumayı sevmezler ama yine de sen öğretmenler odasına çıkabilirsin.
Merdivenleri tırmandım. İkinci kattaki öğretmenler odasının kapısını çalıp içeri girdim. Az sayıda öğretmen, sohbet ediyorlardı. Müsaade isteyip kendimi tanıttım. Torbamdaki dünyaları masanın üzerine incitmeden bıraktım. Ve bekledim, bekleyiş o bekleyiş. Bir Allah’ın kulu bile bu dünyaların içinde ne var diye açıp da bakmadı bile.
İçlerinden biri:
- Şimdi teneffüs zili çalacak,diğer öğretmenler de gelecekler.
Umudum bir anda sıfırlanmıştı ama, zili bekledim. Zil çalarken ortaokul yıllarım aklıma geldi. Heyecanlandım bir an. Ne güzeldi o an’lar. Türkçe öğretmenim gözlerimin önüne geldi. Elindeki Reşat Nuri Güntekin’in Acımak romanından bahsediyordu.
Zilin ardından öğretmenler odası doldu. İçeri girenler çaydanlığın önünde sıraya geçip çaylarını alır almaz yarım kalan sohbetlerine devam ettiler. Herkes kendi dünyalarına çekildiler.
Dışarı çıktığımda kendi dünyalarımla baş başa kaldım yine. Sırtımdaki semer(!) her ne kadar ağır olsa da çok mutluyum. Kan ter içerisinde yollar kat edip doğru düzgün bir okuyucumu bulabilene dek sırtımdaki semerle aç susuz dolaşmaya devam edeceğim.