Düş kentliden Puro hayaller!
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tam otuz yıl kendi yalnızlığından hücresel bir hayatı yaşıyordu. Barınması için bir kulübe, karnı doyuracak için yarım yamalak bir işi vardı; Adı Düş Kentliydi. Yıllarca aynı mahalleden, aynı sokakta gelip geçiyordu; aynı havayı solmuştu. Yaşadığı kenar mahallenin dışı ona “Kafdağı” uzaklığı gibi gelirdi. Etrafında hep gürültü vardı ve hatta uyurken bile gördüğü rüyaları da gürültülüydü; çoluk çocuğun olduğu her mahalle böyle gürültülü olurmuş.
Etrafındakilerden “Peki, ne için yaşıyorsun?” sorusu sorulmuştu; Doğmuşum ki yaşamak için… fakat yaşamak istediği hayattan yoksundu, ezilmişti, kırılmıştı en ağırı terkedilmişti; o hayatı birkaç kez bırakmışsa da hayat onu bırakmıyordu! “Ya benimsin ya toprağın”
Kırkbeş’e yaş basmıştı! Hayatın dökük, kırık merdiveninde düşe kalka yürümüştü; yalan, sahte dostluklar dinmişti. Hormonlu, Silikonlu güzellikler içinde bir “çirkin kralı” andırıyordu.
Gaipten bir ses veya kendi iç sesinden:
“Peki, mutluluk nedir?”
Mutluluk, ömür gibi gelip geçici bir şeydir. Babası altmış yıl yaşadı; altmış yıl, altmış dakika kadar gibi gelmişti ona. Altmış yıl, altmış dakikaysa mutluluk süreci ne kadar olabilirdi? Varın siz hesap edin. Mutluluk olsa olsa bir fotoğraf kamerasına verdiğiniz pos süresi kadardır.
Hayal ile yaşamayı öğrenmişti; gerçek ve sanal zıtlığında duran hayalleri onun için her şeydi. Acı gerçeklerden korkardı, beyni zonklardı; ölüm ve ayrılık gerçekleri onu hayal kırıklıklarına uğratırdı. Bu tür gerçeklere hep tanık olmuştu. Yaşadığı yerde, her yer aynıydı, insanlar ve hayvanlar aynıydı her şey burada birbirine benzerdi, tanık olduğu gerçekler de aynıydı.
“Aşk nedir?”
Aşk mı? Aşk, ağızdan ağza dolaşan bir sakızdır. Aşka herkes tanım koyabiliyordu fakat aşkı tadamıyorlardı! Aşkı, ancak yaşayan bilirdi tanım koyan değil… Aşk virüs yapardı geçmişte yaşananları her hatırlayıştan sonra.
İnsanların çoğu karşı cinse âşık oluyordu; yatak muhabbetiyle biten… Oysa o, maviliğe, yeşilliğe doğa-tabiata yaşanan her güzelliğe âşık olmuştu fakat her defasından hüsrana uğruyordu; kimi ona deli kimisi de ona veli diyordu; deli anılınca çocukların, gençlerin delisi, Veli olunca, yetişkinlerin alay konusu olurdu bu da onun canını yakıyordu. Çoğu kez ya anlaşılmıyordu ya da ötekileştiriliyordu!
Bir gün, gazeteci genç bir kızla yolları kesişmişti. Genç kız çok alımlı, pek de güzeldi. Röportajdı, haberdi, magazindi derken birliktelikleri bir ay kadar sürmüştü. Bu iş beraberliğinden Düşkentli, kıza duygusal bir bağla bağlanmış; hayali bir yolculuğa çıkmıştı bile. Düşkentli ona aşık olduğunu itiraf edeceği gün kız, ona:
“Haberlerime konuk, dergilerime kapak magazin programıma poy pos olduğun için teşekkür ederim” deyip eline bir tomar para sıkıştırmış göndermişti. Düşkentli neye uğradığına şaşırmış “Ya hayallerime… Senden kalan düşlerime ne olacak” demesine izin verilmeden bir çöp poşeti gibi çöplüğe atılmış gibi hissetmişti kendini. Genç kız ise diz üstüne diz atmış patronun karşısında kıkırdayarak:
“Patron… Bak sayemde satışlar ikiye, dörde katlandı!”
Patron da alta kalmayarak:
“Karşılığını alacaksın… Satışlar hız kesmeden yeni bir hikâye bul” deyip onu işinin başına dönmesi için emir vermişti.
İkisinin, İki farklı poşet, iki farklı çöp kutusuna atılışıydı bir bakıma… Biri yalnızlığına, diğeri daha çok kazandırması için para çöplüğüne mahkûm edilmişti.
“Hayat devam ediyor…”
Düşkentli, saat saat, an be an hayatı yaşayarak öğrenmeye devam ediyordu. Aşk, aşık olmak ona bir gömlek bol gelmişti! Bazen havalar da toprağa don verdiği gibi aşk da ona ayrılığı, hüsranlığı tattırmıştı. Bir insan olarak güçsüzdü, acizdi fakat hayatla mücadeleci ruhu pes etmiyordu; hayatla inatlaşmadaydı çünkü hayal gücü inancıydı adeta.
Zaman ve mekan değiştirmek, havalandırmak gibiydi; ona yeni bir ambiyans olacağı düşündü ve hemen karar aldı “Buraları terk edeceğim” deyip yaşadığı iklimden, mahalleden, sokaklardan uzak bir yeri düşünmeye başlamıştı. Aslında uzaklara gitmek bir kaçıştı onun için.
“Kimden veya kimlerden kaçıyorsun”
Kök saldığı topraklardan koptu bir gün ve “Kafdağı” uzaklığın bu kadar uzak olmadığını gördü; şaşırmıştı. Giderken, sorunlarını, yaralarını ve geçmişini doğduğu yere bıraktığını sanmıştı fakat sandığı gibi değildi çünkü gittiği her yerde sorunları, çatışması, geçmişi onu gölge gibi izlemiş onunla beraberdi; “nereye gidersen git, sen ordasın” bilseydi bu zahmetlere katlanıp uzaklara gitmezdi.
Gittiği yerde tam dört mevsim yaşadı mevsimler aynıydı, insanlar, hayvanlar hepsi aynıydı ve birbirine benziyordu değişen hiçbir şey olmadığını fark ettiğinde geri dönmeye karar vermişti.
Yorulmuştu bunca kaçışlardan, kendini aramaktan… Doğduğu yere gelmişti; ansızın koştu, saatlerce durmadan koştu bir deniz kenarına gelip durdu. Tahtası çürümüş, yer yer sıvası dökülmüş iskelede oturup ayaklarını denize sarkıtıp etrafı bilgesel bir edayla uzakları seyre daldı.
Gülümseyen martılara, el sallayan yaban ördeklerine ihtiyari gülümseyerek, kuzey rüzgârından dalları yere değmiş; secde eder gibi duran iğde ağaçlarına baktı bir süre. Gök alabildiğince masmaviydi; gökyüzünde sörf yapan beyazlı, grili en çok turuncu bulutları gördü. En arkada boşluğun dalgalarından yağmur yüklü devasa bir bulut ağır aksak geldiğini görünce ihtiyari montun yakalarını dikleyip ensesini kapatmıştı. Birazdan sağanak bir yağmur bastıracağını hissetmiş olmalı ki aniden ayağa kalkıp mahalleye doğru yürüdü.
Beklenen yağmur, yağmaya başlamıştı, iri tanelerle villaların, gecekondu evlerinin önünde seller oluşturmuştu. Eşit ağırlıklarla yağan yağmur, toprağa, sokaklara ve ana caddelere dökülen çöpleri temizleyip götürüyordu; beraberinde ağaçlardan dökülen yaprakları, kırıntıları pislikleri alıp devasa denize dökmüştü.
Tüm bunları gören gözleriyle, anlak zekâsıyla Düşkentli biliyordu. Hayatı, derinden, ağırlığından ve eninden biliyordu çünkü farkındalık denen olgu tüm bunları bir doğaüstü güçmüş gibi görünmesine neden olan güçlü sezgileriydi bir bakıma…
Çok farklı bakış açılarla hayata tutunmanın erdemliğiyle yaşıyordu. Varsın bir bireysel hücre olsun yaşadığı “Ellerimi, gözlerimi bağlayabilirler fakat beynimi asla bağlayamazlar! Ve düşüncelerime asla ket vuramaz hiç kimse”
Acı çekenlere zaman kavramı yoktur, altmış yılı altmış dakikaymış gibi gören birinin acısı ne kadar uzun olabilirdi ki? Hayatında doldurulmayası boşlukları vardı ve kabuk bağlanmayan yaraları da…
Hayatında muhalif olarak öfkelendiği günleri de olmuştu; Bir gün Düşkentli, semtin ana caddesinde kurulu bir marketin camları üstünde “Bir Hayat alana iki hayat bedava” dev puntolarla yazılmış etiketini görmüştü. Düşkentli “Hayat alınıp satılan bir şey mi ki?” deyip Hayatı, hayat kadınlarının burada pazarlandığını düşünmüş olmalı ki öfkesine hâkim olamamış AVM’in tüm camlarını parçalayıp kırmıştı. Gerçek sonradan anlaşıldığından Düşkentli bir gecelik kodese tıkmaktan da kurtulmamıştı. Hayat, suydu…
Bir kere yalnızlık tasmalarıyla fakat hiç havlamayan köpekleri görmüştü! Ha köpek ha insan yeri geldiğinde havlamasını da, isyan etmesini de bilmeliydi. Bir keresinden de az konuşanlar hikâye, çok konuşanlar şiir yazdığına tanık olmuştu; az konuşanlar yazma açlıklarını uzun hikâyelerle, çok konuşan da yorulduğu çeneleriyle kısa şiirler yazmayı tercih ediyor olmalarındandı.
Düşkentli, O hala bir yerlerimizde, çok yakınlarımızda dolaşan bir gizemdir Çünkü o bir düş avcısıdır; adı Düşkentli olan!
Düşkentliden PURO hayaller/ DÜŞ AVCISI-2013
YORUMLAR
"Bir keresinden de az konuşanlar hikâye, çok konuşanlar şiir yazdığına tanık olmuştu; az konuşanlar yazma açlıklarını uzun hikâyelerle, çok konuşan da yorulduğu çeneleriyle kısa şiirler yazmayı tercih ediyor olmalarındandı."
Yazıyı sindire sindire okudum, ne diyeceğimi bilmiyorum inan. Her hayat bir romandır denir ya, Düşkentli'de böyle biri işte.
Güne yakışan bir öykü, tebrik ederim.
Kendini arayan adam, adlı bir kitap okumuştum yıllar önce. Liseden de önceydi sanırım. Arayış içinde bir adamın öyküsü. Oradaki aktör aslında insanlıktı. İnsan dâima bir şeylerin peşinde dâima sorgulayan bir varlıktı. Yazık ki çoğu mücâdele neticesiz kalıyor, aynı yalnızlık toprak ile son buluyordu. Ötesi kalabalık.
Biz mi. Ben ya da sen ya da öteki, farklı mıyız? Belki. Sen kim olduğunu biliyorsan, ne istediğini biliyorsan ve ben bu konuda henüz ne düşündüğümü dahî bilemiyorsam... İşte işin o kısmında aramıza dağlar sıralanır. Sen seçkinlerden olursun. Zannedilir ki hakîkaten hayâti koşullar sınıf belirler. Hayır. Sınıf farkı olduğunu bilen biriyim, bunu anlamamı sağlayan yıllardı fakat artık eminim. İnsanlar arasında fark var, asla eşit değiliz. Olamayız da. Kendini bilen ile kendini bilmeyen arasında fark vardır ve olması gerektiğine dâir inancım da sonsuz. Bu demek değildir ki ötelemek haklılık sayılır. Elbette dinî öğretiler gereği sana faydadan ziyâde zararı olandan uzak durmanın esas olduğundan haberdarız.. Diğer yanda bunu başarabilmek de önemlidir. Seçkin olmak kolay değildir. Bunun için kodese girmek gerekmez tabiî ama çoğu zaman o uzun boylu tahta kutudan önce anlamak da olanaksız.. Bir kodesle paçayı kurtarmak lütûf sayılır.
Bu düşkentli, düşünmeyi seven biri sanırım. Az önce, bu yazıyı okumadan önce biri bana dedi ki:
- Hayatta sizi en çok ne üzebilir, hangi acı daha büyüktür?
Bu sayfayı açmak üzereydim, durdum düşündüm. Daha önce dişim ağrıdığında keşke kolum acısaydı da bu kadar canım yanmasaydı demiştim ve uzun değil kısa zaman sonra kolum acıdığında aslında hiçbir acının diğerinden daha az etkilemediğini anlamıştım. Cevap vermeliydim ama nasıl.. Sözleri geveledim mi, onun yaşça küçük olmasından dolayı yumuşak mI olmalıydı tavrım bilemedim..
-Her acının ağırlığı farklıdır, dedim.
O üsteledi.
-Sizi en çok ne üzer, dedi..
Beni mi :)) Sinek düşse ağlarım... Kaybetmek acıtır beni dedim. Kaybetmek, sevdiklerimi kaybetmek.. Devam etti:
-Ölüm dışında başka ne acıtır?
-Kayıp yalnızca ölüm değildir ki, sevdiğimden ayrılırsam dünya başıma yıkılır, dedim..
Sonra istediği cevabı vermediğimi düşündüm. Ben onun aklını okuyabiliyordum ama meseleyi açıkça söylemedikçe ve ben tonumu onun rûh'una göre ayarlayamazsam canı acırdı. Bana dostluklarından dert yanacaktı. Ben dostluklarda haddini aşan, üzerine düşenden habersizce davranan nefesleri hiç tereddütsüz yerle yeksan edebilen bir insanım. Bunu yapmasını mı söylemeliyim. Kendini tanıması, dünyadaki tüm insanların en zor işi bu sanırım.
Düşkentli'nin kendine ulaşma çabası diyeyim ben buna. Ve mutluluk, sakın küçümsemeyin. Bir çay ile mutlu olabilen var. Minicik kısacık bir zaman süren tatlı bir tebessüm de mutlu edebilir bir insanı. Ama hangi insanı..
Bir öykünün böylesi düşündürmesi başarı sayılmaz mı? Benim için öyle. Şu an bir kitap okuyorum ve inanılmaz canım sıkılıyor. Neredeyse okumak için her zaman dışarı çıkmam gerekiyor, olur da her seferinde uyuyakalır da bunu bitiremezsem korkusuyla. Neden? Okura hiç pay bırakmamış çünkü..
Sevgiyle kalın..
DemAN
Diyarbakır'dan sana çok çok selamlrımı gönderiyorum
Teşekkürler hocam
Hayaller umutlar ve kalbe yerleşen yaşanmışlıklar.
Küller küllere, ayinler ayinlere karışalı çok oldular çok oldular.
Dünya yalnızlaştı, insanlar artık neye dayanacaklarını şaşırıp, tüm gişe meydanlarında kendilerince skor koşusundalar...
Yolların kurak betonlarına biriken insanlar daha ne kadar çok yanacaktı , ve daha ne çok vurulacaktık okunası yazılardan.
Tebriklerim kalben, var olun saygılarımla..
Hazer tarafından 3/6/2014 10:09:38 AM zamanında düzenlenmiştir.
DemAN
Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim, gerçekler her yerde aynı, duygularımız aynıdır...
Her daim sağolun güzel yürek
Of!...
Çok değişik ve ilginç bir hikaye.
Son bölümü de çok etkili bağlanmış.
''Bir keresinden de az konuşanlar hikâye, çok konuşanlar şiir yazdığına tanık olmuştu; az konuşanlar yazma açlıklarını uzun hikâyelerle, çok konuşan da yorulduğu çeneleriyle kısa şiirler yazmayı tercih ediyor olmalarındandı.''
Hayretle okudum bu cümleyi ve kendimin de çok az konuştuğumu fak ettim.
Çok beğendim.
DemAN
Değerli yorumunuz için çok sağolun efendim
selametle kalın
puro hayaller"de olmalı,düşlediğimiz kadar nefes alır,gerçekleştirdiğimiz oranda yaşarız.Farklı yerlere götürdünüz sağolun.
DemAN
Puro, yaprak sarmalı düşler misali, sağolun efendim
Selamlarımla