- 1870 Okunma
- 10 Yorum
- 2 Beğeni
Hakan Abi Uzaylı Mı ?
Bacaklarım güdümlü bir füzeydi o akşam. Hedefe kitlenmiş ve doğrudan Hakan Abi’nin Barı’na götürüyordu beni. Aslında bara ulaşmak son teknoloji ile donatılmış bir akıllı füzenin bile başaramayacağı kadar zordu. Öncelikle akıllı füzenin akıl hastanesinden kaçmış eski bir akıllı ve B+A2 sürücü lisanslarının sahibi olması gerekiyordu.
Bar, Kaleiçi’nin Hadrianus kapısından geçtikten sonra ilk çıkmaz sokaktan sağa dönünce solda bulunan kundaklanarak yakılmış üçüncü tarihi evin bitişiğindeydi. Evin sahibi yaşlı adam yangından tam bir sene önce kafasına dayadığı mantar tabancası ile intihar etmişti. Adamın tam da ölüm yıl dönümünde evinin yanmasını ise komşular önceleri çeşitli senaryolar üzerinden değerlendirse de mahalle muhtarı tarafından yapılan oylamada kazanan tek bir senaryoda mutabık kalmışlardı.
"Adam intihar ettiği için Tanrı tarafından ruhu diğer dünyaya alınmamıştı. Araya bazı bürokrat tanıdıklarını sokan adama Tanrı bir şans daha vermişti. Ölüm yıldönümünde adam tekrar dünyaya gönderilmiş ve üstünde giyecek bir şeyi bulunmayan yaşlı bunak üşüdüğü için sobayı yakmaya çalışırken evi de yakmıştı. Bu sefer kazara ölen adamı Tanrı affetmişti."
Eski belediye başkanı tarihi evi yıkıp yerine Avm, yeni belediye başkanı ise otopark yapmayı düşünüyordu. Neyse ki her iki başkan da evin geride kalan altı yüz altmış altı mirasçısını bir araya getirip imza alamadıkları için hayallerini, ıslanmasınlar diye cips paketlerine sarıp suya bırakmışlardı. Böylece "Hayalleri suya düşmek" deyimi fiili olarak gerçekleşecekti. Cipslerden çıkan çıtır paralar ile de kendilerine bungalov evler yaptırdılar. Aslında mevcut başkan mirasçılardan altı yüz altmış beş’ine ulaşmayı başarmış olsa da son mirasçı hayatına, Kongo’da bir Afrika orman fili olarak devam etmeyi seçtiği için başkan onunla anlaşmakta güçlük çekmiş ve vazgeçmişti.
Antalya’nın en eski yerleşim yeri olan bu muhitin sokakları Arnavutlar tarafından değil de Türk ve çoğunlukla da Kürt belediye işçileri tarafından Arnavut kaldırımlarıyla döşenmişti. Turistlerin daha kolay soyulması için ışıklandırma seçimi loş olarak tercih edilmiş, bu da ekonomik kriz içinde ayakta kalmaya çalışan pratik zekâlı esnafa yeni bir iş kolu doğurmuştu. Turistlere saati 50 Dolar veya 40 Euro’dan projektör hizmeti veriyorlar, kimse Türk Lirası olarak ödeme almayı kabul etmiyordu. Bu hizmet loş ışıklandırmadan dolayı her gün hırsızlığa uğrayan turistleri memnun etti. Bütün esnaf artık yavaş yavaş zaten para kazanamadıkları kendi işyerlerini kapatarak projektörcü olmaya karar veriyordu.
Bu işe ilk başlayanlar ise Dolar ve Euro’nun her geçen gün değer kazanmasından dolayı kazandıkları paralar ile çocukları için villa siparişleri verdiler. Özel bir inşaat tekniği ile yapılacak bu villalar kibrit çöplerinin birbirine 404 ile yapıştırılmasından meydana gelecekti. Her villanın önünde atmosferin ikinci katmanından dahi görülemeyecek hayvanat bahçesi bulunacaktı.
Kaleiçi’nin, KPSS’den tam puan aldıkları halde kadroya giremeyen hırsızları ise projektörcüleri kendilerine en büyük engel olarak görüyorlardı. Bu görü, Helenistik dönemde dahi görülmemiş büyük bir kapışmaya Kaleiçi’nin tanıklık etmesine sebebiyet verdi.
Maya takvimine göre tarih 30 Şubat’ı gösteriyordu ve muhtemelen mart ayının gelişine nazire yapmak isteyen bir kedinin bir gece önce tüm duvarlara "Diren Gaz Lambası" yazmasını kendilerine verilen bir gözdağı olarak algılayan projektörcüler o sabah yakaladıkları üç hırsızın başlarındaki Müjde külotlu çorapları tahrip ettiler. Özgürlüklerine müdahale edildiğini düşünen hırsızlar ise organize olmayan bir atakla o akşam toplanarak orta sahayı geçip doldur boşalt yapmaya başladılar. Önceden çalışılmış bu pozisyona hazırlıklı olan projektörcüler ise sahaya fazladan kırk beş top daha atarak kapışmayı manipüle etme hevesindeydiler. Hırsızlar yanlarında getirmiş oldukları Philips marka ampulleri yere çarpıp kırarken, projektörcüler ise külotlu çorapları ağızları ile şişirip balon yapmaya çalışıyorlardı. Başarabilen bir kaç projektörcü hızla yerden yükselerek külotlu çoraptan yapılmış devasa bir balonun etkisi ile uçmaya başladılar.
Nino Rota tarafından kurulmuş belediye bandosu The God Father filminin soundtrack’ını çalarak bu eşsiz ortama eşlik ediyordu. Halk kaygı ile balkonlara çıkmıştı. Ellerine aldıkları çay kaşıklarını birbirlerine vurarak bandonun sesini bastırmaya çalıştılar.
Bilgisayar kullanmasını bilmeyen emniyet birimleri olay yerine, ihbar yapan vatandaşların adresi Google Earth üzerinden tarif etmesi nedeniyle bir hafta gecikmeli olarak gelebildiler. Bu bir hafta sürecinde Bill Gates’ten bilgisayar dersi almak isteseler de Google’ın Microsoft’un rakibi olmasından dolayı Gates, Google Earth dersini müfredata almıyordu. Bunun üzerine Yenikapı’daki Filinta İnternet Kafe’nin sahibi Dörtel Kaan’dan bilgisayar kullanmasını öğrenmeye başladılar. Kaan ilkokula yeni başlamıştı ve klavye kullanmadaki becerisinden dolayı öğretmenleri ona Dörtel lakabını takmıştı. Kaan polislerin eğitimini tamamladıktan sonra "Şifrelerinizi sakın 0000 yapmayın." diye nasihat vererek onları uğurladı. Geleneklerine bağlı bir çocuk olan Kaan, çeşmeye takmış olduğu dedesinin hortumu ile de artık eski öğrencileri olacak polislerin arkalarından su sıktı.
Akşam karanlığı iyice çökmüştü ama yanan projektörlerin aydınlattığı sokaklar bir haziran sabahı kadar tertemiz görülebiliyordu. Akşam aydınlığını fırsat bilen turistler buldukları her ağacın altına oturup mangal yakıyorlar, bir yandan da bu tarihi kapışmayı izliyorlardı. Nihayet polislerin teşrif etmesi ile olaylar durulmaya başladı. Her iki tarafında ağızlarına cin biber süren polisler, projektörcüler ve hırsızları öpüştürüp barıştırdıktan sonra olay yerinden ayrıldı. O gün öpüşmenin etkisi ile birbirlerinden hoşlanan ve el ele tutuşmaya başlayan bazı yeni çiftler belirdi. Hep beraber Yeliz’den "Bu ne dünya kardeşim" şarkısını söyleyerek polislerden sonra onlar da dağıldı.
Hırsızlar kendilerine yeni yöntemler geliştirmekte geç kalmadılar. Arnavut kaldırımı ile döşeli sokakların yokuş kısımlarına Tibtrap fare yapıştırıcısı süren hırsızlar, böylece zaten bütün gün yürümekten yorulmuş olan turistleri tam yokuş çıkmaya başladıkları sırada etkisiz hale getiriyorlardı. Ayakları yola yapışan turistler hareket edemedikleri için hırsızlar tarafından rahatlıkla soyuluyorlardı.
"Yabancılar İçin Antalya Kent Rehberi" kitabını doğru kullanmayı başarabilen turistler ise hırsızların Tibtrap ağına yakalanmıyorlardı. Kitabın sayfalarını yokuşa geldiği zaman dikkatlice yırtıp yere serdikten sonra sayfalara basarak hareket eden turistler soyulmaktan kurtulan şanslı ziyaretçilerdendi. Yerli halk ise ağdan kurtulmak için ayakkabılarına zincir takıyordu. Ama her gün çizgili pijamalarının üstüne çizgisiz kravat takan adamlar tarafından soyulan yerli halka hırsızlar zaten dokunmuyorlardı.
Füzem beni her akşam olmasa da iki buçuk akşamda bir aşina olduğum çıkmaz sokağa kadar getirdi. Sokağın başından başlayarak Everest’e kadar uzanan yokuşa geldiğimde ise füzem evriminde gerileme göstererek milli mücadele döneminden kalma bir kağnıya dönüştü ve o an kendimi Edmund Hillary hissetmemi sağlayacak bir olay oldu. Tam üstümden sekiz dudaklı bir kadın uçarak geçmişti.
Beni iyice yavaşlatan kağnımı sırtıma alarak hızla koşmaya başladım. Kadın yere inmişti ve iniş takımlarını çantasına kaldırıyordu. Karanlığı da fırsat bilerek görünmeden kadını izlemeye devam ettim. Etrafta başka bir alternatif yoktu ve tahmin ettiğim şekilde kadın, Hakan Abi’nin Barı’na girdi. Sırtımdaki kağnıyı indirip sokağın solundaki pembe Renault Toros ile bronz Audi A7’nin arasına paralel bir şekilde park ederek mekana doğru merakla yürüdüm.
Hakan abi her zamanki gibi beni kapıda karşılamadı. Kapının sol tarafında bulunan posta kutusunu açtım ve içindeki atari kolunu alarak start düğmesine bastım. Posta kutusunun üstündeki ayna görünümlü LCD monitörde Süper Mario oyunu başladı ve kısa sürede oyunu bitirerek prensesi kurtardım. Bara giriş için özel bir şifreydi bu. Hakan abi, Mario gibi basit bir oyunda prensesi kurtaramayan geri zekalıların barına gelmesine izin vermiyordu. Kapı açıldı ve içeriye girdim. Cebimden çıkardığım GPS aletinin de yardımıyla 23° 27’ numaralı masayı buldum. Hakan abi masaları paralel ve meridyenlere göre numaralandırmıştı. Kendisi de sürekli yengeç dönencesinde otururdu. "Abi merhaba" dedim.
"Nerdesin lan?"
"Sular geldi abi." Güldü.
İki gündür evde sular kesikti ve sabah çeşmelerden gelen ses üzerine uyanmıştım. Bunu fırsat bilerek apartmanın bodrum katını su ile doldurdum. Tekrar edecek ilk kesintide damacana ile yerel şebeke suyu satma planları yapmıştım.
Hakan abi altı sene önce bu mekânı açtığında barına herhangi bir isim vermemişti. Bu yüzden barın tabelası da bulunmuyordu. Mekânın ünü artınca müşteriler arasında Hakan Abi’nin Bar’ı olarak adlandırılmaya başlandı. Tüpçüsü, sucusu, elektrikçisi, dürümcüsü dahi Hakan Abi’nin Bar’ı dediğinizde "Biliyorum abi orayı." diyerek daha fazla yüz göz olmadan telefonu yüzünüze kapatarak görüşmeyi sonlandırıyorlardı. Hakan abi en başlarda bu duruma itiraz etse de barın giriş kapısının sağında bulunan duvardaki Etrüsk alfabesi ile yazılmış Antik Roma’dan kalan Latince yazıtta "Hakan’ın Barı" yazıyor olabileceğine ikna olmuştu. Uzaylılara da inanan birisi olduğu için uydurulan bu yalana kolayca inanmıştı.
Hakan abi sürekli "Tarih, şiir ve matematikten oluşur" derdi. "Günlerin sıralamasındaki kafiye uyumuna hiç dikkat etmiyorsunuz" diyerek de azarlardı bizleri. Babasını hiç görmeyen bu orta yaşlı adam annesini de küçük yaşta kaybetmişti. Bu yüzden "Annem çok küçükken öldü. Beni öp, sonra doğur beni." diyen Cemal Süreya’yı sevmediğini söylese de mekânın duvarlarında asılı olan en büyük tablo Cemal Süreya’nın bir resminden yapılmış reprodüksiyondu. Uzaylılara ve şiire ilgili olan Hakan abi, felsefi cümleler kurmasının yanında Das Kapital’den de alıntılar yaparak ideolojisini belli ediyordu. Yine çok içtiğimiz bir gece Hakan abi, "Siz bilmezsiniz ama Turgut Uyar bir uzaylıydı." demişti. Kısa süren bir tartışmadan sonra ikna olmuş numarası yapmıştık. Bir daha da bu konunun bahsi açılmamıştı.
Hakan abi mekânının dekorasyonunu ilginç bir şekilde tasarlamıştı. Barın en sol köşesine bir otobüs durağı ve önüne de bir masa koyarak duraktan loca yapmıştı. "Göğe Bakma Durağı" dediği bu locada özel dostlarını ağırlardı. Aslında durağın oraya gelmesi ilginç olayları da doğurmuştu. Kısıtlı bütçesi ile hareket eden Hakan abi onlarca hurdacıyı dolaşmasına rağmen eski bir otobüs durağı bulamamış, sonrasında ise belediyelere başvurmuştu. Başvurularına olumsuz yanıt alan Hakan abi bu fikrinden vazgeçmeyerek bir gece, barında istedikleri zaman ücretsiz ağırlamak koşuluyla anlaştığı Zeytinköy’lü Çingeneler ile Kızılarık Caddesinde bulunan otobüs durağını çalmışlardı.
Sabah işe ve okullarına gitmek için durağa gelen işçiler ile öğrenciler durağın yerinde olmadığını görünce panikle sağa sola koşuşturmaya başladılar. Bu durum onlar için beklenmedik bir şeydi ve şehirde, savaş çıkmış olabileceği söylentileri hızlı yayılıyordu. İşçiler, işyerlerinin telesekreterlerine o gün işe gelemeyeceklerini bildirdikleri sesli mesajlar bıraktılar. Öğrenciler ise savaş durumunda okullarının tatil olacağını düşünerek hızla evlerine gittiler. Fısıltı gazetesi ve sosyal medyanın da etkisiyle bütün şehir savaş çıktığına ikna olmuştu. Kadınlar zor günlerde kek yapmak için un, süt ve yumurta stokladılar. Söylentilere göre komşu şehir Isparta, Antalya’ya savaş açmıştı ve durumdan faydalanan Alanya ilçesi bağımsızlığını ilan etmişti.
O gün barın çok dolu olacağına inanan Hakan abi, çaldıkları otobüs durağını mekânına yerleştirdikten sonra Çingeneler ile birlikte içmeye erken başladı. Çingenelere birer duble Jack Daniels marka viski ikram etmesine rağmen Çingeneler bu içkiden hoşlanmayarak Türk kahvesi ve nane likörü sipariş ettiler. Akşam olmuştu ve dışarıdaki kargaşadan haberi olmayan Hakan abi bara hiç müşteri gelmemesi üzerine panik havasına girmişti. Kendi kendine "Acaba durağı çalarken birileri mi gördü?" diyerek söylenmeye başladı. Böyle bir durum mekân için hiçte güzel bir reklam olmayacaktı. Çingeneler ise bara kimsenin gelmemesi üzerine "Bu nasıl bar diyerek?" sinirle mekândan ayrıldılar ve kendilerine ücretsiz olmasına rağmen bir daha hiç uğramadılar.
Hakan abi ile selamlaşmamız bittikten sonra gözlerim kadını aramaya başladı. Mum ile aydınlatılan mekânda bu o kadar da kolay değildi ama bir kaç dakika sonra Göğe Bakma Durağı’nın bitişiğindeki masada oturan yalnız kadına odaklandım. Bu kesinlikle o kadındı ama bir çift dudağı vardı. Dudaklarının geriye kalan üç çiftini nereye kaldırmış olabileceğini düşünmeye başladım. Kadını daha rahat görebileceğim bir masaya oturduktan sonra barmene votka yerine cin ile yaptırtmış olduğum Bloody Mary’imi yudumlamaya başladım. Bir kaç dakika sonra kadınla göz göze gelmiştik ve hafifçe gülümsedim. O an kadının gözlerinin dünyanın en güzel gözleri ve eflatun renkte olduklarına dair bütün kutsal kitaplara el basabilirdim. Kadın garsona Martini siparişi vermişti. Bunu biraz sonra masasına gelen geniş kadehin içindeki yeşil zeytinden anladım. Kararımı verdim ve cin ile yapılmış Bloody Mary’imi de yanıma alarak kadının masasına oturdum.
"Özür dilerim. Ve sizden yirmi bir kez daha özür dileyeceğim" dedim.
"Bugün özür dileme gününüz sanırım."
"Aslında sizi bunca zamandır bulamadığım için özür diledim. Ve birlikte geçirmemiz gereken önümüzdeki yirmi bir gün boyunca da her gün bir kez dileyeceğim."
"İlişkileriniz üç haftadan fazla sürmüyor mu?"
"Beni yanlış anladınız. Bir vasiyeti yerine getirmek için birlikte yirmi bir günlük bir göreve çıkmamız gerekiyor."
"Neden benimle birlikte ve bu vasiyet nedir?"
Cebimden çıkardığım Nokia Lumia telefonumdan Outlook uygulamasını açtım ve gelen Latince maili kadına gösterdim.
"Latince bilmiyorum."
"Ama Latince olduğunu bildiniz."
"Biraz göz aşinalığım var o kadar. Ne yazıyor peki burada?"
"İsminizin Rüya olduğu ve benim en kısa sürede Rüya gibi bir kadınla tanışacağım yazıyor."
"Hayır ismim Zinnur."
"Değişik ve güzel bir isimmiş. Aslında gelen mailde Ayasofya’nın camiye dönüştürüldüğünden dolayı I.Jüstinyen’in ruhunun dünyaya daha önce eşi benzeri görülmemiş bir kötülük getireceğinden ve benim dünyanın en güzel gözlü kadını ile dünyayı kurtarmam gerektiğinden bahsediyor."
"Teşekkür ederim ama 1930’lu yıllarda Ayasofya müzeye dönüştürüldü."
Tahmin ettiğim gibi kadın kültürlü birisiydi. Bunu Martini içmesinden anlamıştım. Martini bir vermut markasıydı ve vermut her kadının içtiği bir içki türü değildi. Dudaklarımı kadının kulaklarına yaklaştırarak etkili olmasını umduğum bir tonda sessizce "Aslında bu görev Ayasofya’yı kurtarmakla ilgili. Elimi tutmadığınız her saniye dünya zaten yeterince tehlikede." dedim.
"Bu kadar güzel yalan söylemeyi hangi üniversitede öğrendiniz?"
"Üniversite mezunu değilim ve yalan söylemiyorum. Ben aslında Ayasofya’nın Mimarlarından Milet’li İsidoros’un soyundan geriye kalan tek erkeğim."
"Soyunuzun devam etmesi için beni mi kullanacaksın?" diyerek gülmeye başladı.
"Tabi ki de hayır. Bunun için kendime sekiz dudaklı bir kadın bulmam lazım." cümlesi kadının gülmesinden rahatsız olduğum için hafif bir sinirle ağzımdan çıkıverdi. Kadın gülüşünü kesti ve huzursuz bir şekilde gözleri ile barda birilerini aramaya başladı. Pot kırmıştım ve bunu acilen telafi etmeliydim.
"Böyle bir kadın olamayacağına göre şansımı çift dudaklılardan yana kullanmalıyım sanırım." dedim.
"Belki de öyle yapmalısınız."
"558’de meydana gelen depremde Ayasofya’nın kubbesi tamamen çöktü. Bunun üzerine büyük büyük atalarımdan olan İsidoros’un yeğeni İsidoros kubbeyi tekrar yapmaya başladı. Genç İsidoros kubbenin tekrar yapımını dört yılda bitirdi. Oysa bütün kilisenin yapımı sadece beş yıl sürmüştü." dedim ve bir kaç saniyeliğine sustum. Aslında kadından bir tepki bekliyordum.
"Lütfen devam ediniz."
"Yeni yapılan kubbe çeşitli dönemlerde olduğu gibi şu anda da kimsenin fark edemediği şekilde tehlike altında ve yirmi bir gün sonra bir gece yarısı aniden çökecek. Geleneği devam ettirerek soyumuzun son kalan erkeği olarak kubbeyi tekrardan onarmam lazım. Ve siz de benim kubbeyi yeniden restore ederken ilham perim olacaksınız."
Kadın sağ tarafa bakarak ayağa kalktı. Hafifçe yürümeye başlayarak "Merak etmeyin Mimar Sinan’ın yaptığı son payandalardan sonra Ayasofya yeterince sağlamlaştı. Boşuna endişe ediyorsunuz." dedi. Başımı çevirdiğim zaman kadının Hakan abi’nin yanına gittiğini gördüm. İkisi bana uzaktan bakarak bir kaç dakika konuştular ve kadın barı terk etti. Kadının gitmesinden sonra Hakan abi beklemediğim bir şekilde hemen yanıma gelmedi ve o gece kadınla ilgili hiç konuşmadı. Kadın gittikten yaklaşık bir saat sonra ben de Hakan abi ile vedalaşarak evimin yolunu tuttum. Alkollü olduğum için kağnımı park ettiğim yerde bırakarak yürümeye başladım. Eve geldikten sonra çok beklemeden oturduğum yatakta uyuyakalmışım.
Ertesi gün ilk iş olarak ortaokulda sürekli uğradığım şaka malzemeleri satan Necdet amcanın dükkânına uğradım. Necdet amca artık iyice yaşlandığı için dükkâna genelde oğlu Mehmet bakıyordu. Mehmet’ten takma sakal ve bıyık satın aldım. Yolda denk geldiğim ilk işportacıdan da bir adet güneş gözlüğü seçtim. Artık ücretsiz olan cami tuvaletlerinden birine girerek ayna karşısında kılığımı değiştirdim ve doğruca Kaleiçi’nin yolunu tuttum. Barı gören evlerden birinin penceresine taş atarak ev sahibinin kapıyı açmasını bekledim. Kapıya çıkan yaşlı kadına "Bir haftalığına boş odalarınızdan birini üste para alarak kiralamak istiyorum." dedim. Yaşlı kadın bir hafta boyunca kedisi Mustahan’ı gezdirmem koşulu ile isteğimi kabul etti.
Seyreden günlerde gündüzleri Mustahan’ı gezdiriyor bir yandan da sekiz dudaklı Zinnur’u düşünüyor, geceleri ise barı gizlice seyrediyordum. Yedi gün boyunca Zinnur her gece çeşitli saatlerde bara gelmişti. Belki de kadın onu ilk gördüğüm geceden önce de sürekli bara geliyordu. Her gece kalabalık olan mekânda dikkatimi hiç çekmemiş olabilirdi. Ama genellikle Hakan abi’nin yanında takılan birisi olarak, Hakan abi’nin de tanıdığı bu kadını fark etmemiş olmam imkânsıza yakındı. Kesin olarak emin olduğum tek şey ise bu kadın ile Hakan abi’nin arasında özel bir ilişki vardı.
Bir hafta geçtikten sonra yaşlı kadın ve kedisi Mustahan’a veda ettim. Mustahan, gözyaşlarına hâkim olamayarak boynuma atladı ve ağlamaya başladı. Bu veda merasimi beklediğimden çok uzun sürmüştü. Kedi Mustahan’a cebimden çıkarmış olduğum bir adet Selpak marka kâğıt mendili uzattım. Mustahan mendili tutar tutmaz lades diye bağırarak evden uzaklaştım.
Tekrar kendi evime geldiğim zaman ilk işim bilgisayarımdan internete girerek bir Youtube sayfası açmak oldu. Search kısmına "Müslüm Gürses Kul Günahkarsa Tanrı Ne Yapsın" yazdım ve gelen listeden ikinci videoyu tıklayarak şarkıyı dinlemeye başladım. Müslüm Gürses dinlemek, düşünürken atladığım detayları tekrardan hatırlamama yardımcı oluyordu. Şarkının ikinci kısmı başladığı anda yerimden fırladım ve "Vay ulan Hakan abi!" diyerek bağırdım. Bağırmamın şiddeti o kadar fazlaydı ki mutfakta kırılan cam bardaklarının sesi şarkıya eşlik ediyordu. Apartmanın tepesinde dolanan bir kaç SWAT helikopteri görmüş gibi olsam da sonra bunun bir yanılsama olduğunu varsaydım. Halen Türkiye’deydim çünkü.
İnsanlar bazen normalde söyleyemedikleri şeyleri sarhoş iken ağzından kaçırabilirlerdi. Dünyanın en acımasız seri katillerinden olan Pedro Lopez bir rivayete göre yaşadığı şehrin emniyet müdürü ile rakı balık gecesi yaparken rakıyı susuz içtiği için çabuk sarhoş olmuştu ve bir cinayeti itiraf etmişti. Üç yüzden fazla insanı öldüren Lopez’in bütün itiraflarını dinlemek isteyen emniyet müdürü de Lopez’le birlikte cezaevinde kalarak bir yıl boyunca rakı balık gecesi düzenlemişti. Aklıma birden bu rivayetle birlikte Hakan abi’nin sarhoş iken "Turgut Uyar da uzaylıydı." demesi geldi.
Hemen Youtube sayfama dönerek featured kısmında bulunan playlisti tıkladım. Otomatik şekilde sırayla çalan her Müslüm Gürses şarkısından sonra aklıma yeni fikirler ve ayrıntılar geliyordu. Bunları korsan bir şekilde bedavaya kullandığım Microsoft Office Word programına yazmaya başladım.
1- Zinnur uçabilme becerisi ve iniş takımları olan sekiz dudaklı eflatun gözlü bir kadındı.
2- Zinnur kesinlikle uzaylıydı.
3- Zinnur’a sekiz dudaklı bir kadından bahsettiğim zaman rahatsız olmuştu.
Hakan abi uzaylılara inanan ve ilgi gösteren birisiydi. Pek dillendirmese de Türkiye’de de faaliyet gösteren gizli bir UFO tarikatına üyeydi. Bu tarikatın başkanı Ufo marka infrared ısıtıcı şirketinin de sahibiydi ve satılan her ısıtıcının geliri ile bu tarikata kaynak sağlanıyordu. Hakan abi barın her köşesine bu ısıtıcılardan monte ettirmişti ve bunları bedavaya yakın bir fiyata aldığı için Ufo’nun Türkiye dağıtıcısı Beko’nun bayileri ile de arası bozuktu. Geçen yıl barı tadilat bahanesiyle kapatarak New Mexico’daki Roswell kasabasına eyleme gitmişti. Uzaylılara inanan herkesin en büyük dayanağı kesinlikle Roswell Olayı’dır. Rivayete göre Amerikan devletinin elinde halen tutsak olarak bulunan bir uzaylı vardır ve geçen yıl bu uzaylının serbest bırakılması için Roswell’de her ülkeden gelen katılımcılar ile büyük bir eylem yapılmıştı. Hakan abi de bu katılımcılardan biriydi.
Dördüncü parça "Meselem" çalarken ben de dördüncü varsayımım ile aydınlanmıştım;
4- Hakan abi Roswell’e normal bir katılımcı olarak değil de gizli bir ajan olarak gitmişti.
5- Hakan abi Das Kapital’i satır satır ezbere biliyordu ve bu Karl Marx ile Friedrich Engels için bile imkansız bir şeydi.
6- Hakan abi Zinnur ile o gece bana gizlice bakarak telaşlı bir şeyler konuşmuşlardı.
Ernesto; "Savaşmadan esir olacağına, savaşarak ölmeli insan aslında." diyordu. Sosyalizmin kutsal kitabı olarak tabir edilen Das Kapital’ı ezbere bilen sosyalist Hakan abi ise ülke gündemindeki hiçbir olayda fikir belirtmiyordu. Uzaylılar dışındaki hiçbir eylemde ve protestoda bulunmamıştı. Her şehirde isyan yürüyüşleri başladığında bile, hatta eylemlerin en akıllı sloganlarından biri olan "Turgut Uyar’ın Askerleriyiz" dendiğinde dahi her fırsatta Uyar’ı nasıl sevdiğinden bahseden bu adam barında Küba Libre’sini içmekle ve Kapital’den örnekler vermekle meşguldü.
Zihnime Müslüm Gürses terapisi çok iyi gelmişti ve sabah yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladı. Bazen gözümüzün önündekileri görebilmek, bir görme engellinin bastonsuz ve tek başına yürüyerek dünya seyahati yapmasından bile daha zor olabiliyordu. Ülkenin iktidarına sahip olanların her gözeneğinden sel gibi yolsuzluk akarken bile insanlar üç maymunu sahnelemekten çekinmiyorlardı. Bir de bu insanların Darwin’in Evrim Teorisi’ne inanmayan insanlar olması gerçekten şaşkınlık yaratıyordu.
Bütün geceyi düşünerek ve Müslüm Gürses dinleyerek geçirmenin yorgunluğu iyice üzerime çökmüştü. Artık emin olduğum tek bir şey vardı. Hakan abi bir uzaylıydı. Ülke gündemine bu kadar sessiz kalmasının tek mantıklı açıklaması buydu. "Ya bu ülkenin vatandaşı değilsindir ya da uzaylısındır."
Büyük bir yorgunluk ile yatağıma uzandım. Uyumaya başlamadan önce "Hakan abinin bu sırrını ona bile söylemeyeceğim." diye mırıldanarak gözlerimi kapattım.
Irmak Eriş - 03/03/2014
YORUMLAR
ne zamandır böyle güzel bir yazı okumamıştım...aslına bakarsan zaten; -okumak ve yazmak- fiillerinin de oldukça kapsama alanı dışında kalıyorum...ama adını görünce dedim ki: "bu fırsat kaçmaz, kardeşimiz güzel yazmıştır"...nitekim öyle de oldu...milli piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmış kadar kendimi şanslı ve talihli buluyorum bugün ne yalan söylim:))
oldukça akıcı ve sürükleyici buldum yazını...üstelik geçişlerde olaylar birbirine çok güzel bağlanmış...her ayrıntı, her cümle ustaca düşünülmüş ve kurgulanmış...göndermeler gayet iyi...yazı uzun olmasına rağmen bir sonraki cümlenin merakı uyanıyor hafızanda okurken...cümle arası hiçbir kopukluk yok...seçtiğin her cümle ayağını yere sağlam basmış...hiçbir kayma yok velhasıl...hani bizde büyük çaplı heyelanlar meydana geldi okurken ama onlar sapasağlam dimdik ayakta duruyor öyle...
demem o ki; şiirlerinde olduğu kadar bu alanda da oldukça yetenekli ve başarılı buluyorum seni kardeş:))
emeğine, yüreğine bin selam...
daha nicelerini okumak dileğiyle...
ps: Hakan abi'yi bilmem ama kendimi bildim bileli uzaylıyım...dünyalı olmak düşüncesi bile korkutuyor beni...hani Albert Camus'un deyimiyle: "Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi, ölene kadar reddedeceğim!.."
Yaralım tarafından 3/4/2014 1:04:35 PM zamanında düzenlenmiştir.
Irmak Eriş
Irmak Eriş
İlk defa bu kadar uzun bir yazıyı bunalmadan okuduğumu belirtmeliyim. Araya gizlenen zekice kurgulanmış espriler ve yazının bir bütün olarak kopmadan verilmiş olması kalemin gücünü ortaya çıkarıyor zaten. Fazla söze gerek yok fikrimce, tek kelime tanımlıyor yazınızı şahane...
Yüreğinize, emeğinize sağlık
Saygılarımla
Irmak Eriş
merhaba Irmak,
gerçeküstü ütopik bir öykü üzerinden gündemdeki olaylara ve yaşadığımız ülkedeki insanların duyarsızlığına,tutumlarına,düşünce yapılarına,davranışlarına öyle güzel br pencereden bakıp göndermeler yapmışsın ki gerçekten çok etkilendim..
hayal gücün müthiş öncelikle.aynı zamanda dili kullanman ve öykünün akıcılığı da olağanüstü.
bence günün yazısı.
saygımla
İnsanoğluyuz ne diyebiliriz ki? Siz soğanı yemezsiniz ağzınız kokar, biz yeriz aldırmayız. Siz haklısınız, hak ararsınız, biz haklıyız hak satarız. Siz aydınlıkları ararsınız kitap okuyarak, biz aydınlatırız kitap yazarak. Biz konuşuruz ağzımız kokar, siz kimsiniz ayyuka çıkar. Nedense yandaşlar ,gardaşlar, sırdaşlar ve yoldaşların dışındakiler işlerine gelen bölümleri anlar ve anlatırlar. Sıra diğerlerine gelince ya yanındakine tükürürler yada karşısındakilere. Mübalağa yok, ironi yok. Teşbih yok. İstiare yok, Kinaye yok. Teşhis yok. Bence en iyi TECAHÜL-İ ARİF....Bu yolda ilerleyen bir toplum mu olduk ne?
Anlatımınız çok güzel. Bu sitede okuduğum en güzel yazılardan biri.
Tebrikler.