- 656 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'vesikalık'
’’yaralı kuş yürüse mutlu olacak’’
’kalp vesikası
önce sevdiklerimiz tüketti bizi. sonra da biz sevgiyi horca kullandık, eskittik, artık bir daha kullanılamaz hale getirdik. aklımız sıra öç alıyorduk. oysa sadece bir başkasının kayıtsızlığı altında, gemilerimizi buzdan kayalara sürtüp, kendimizi tehlikeye atıyorduk. ölmedik. ölmek yakışmazdı ölmek isteyene ve ölmek gariplerin işiydi. bizler daha çok acık çekmek için yaşayacaktık. kimimiz bu acısına hastalıkları da ekliyordu. revaşta olanı da kanserdi. kanser olduk. aşklardan kalan acıları yaşamaya kaldıramayınca, sevgi terk oluşlarda çare aradı kendi boşluğuna. boşluklarımız yığınla halkları pinekledikleri kanepelerinden ve yataklarından kaldırabilecek güce sahipti. güç sahiplerini öldürmek istedik. sevgisizlik tüm kuvvetleri bize düşman göstermeye başlayınca, haklı oluşumuzun hıncını insanlara zarar vererek değil, başka yollardan olması gerekliliğini düşündük. bu düşünme aşamasına gelene kadar çok zaman geçti. dünyanın en garip et parçasını ağzına alırken, en nazenin, gül gibi dudakları öpmekten çekinen ruh, kendi gayyalarında bahaneler aramaya çıktığından beri hep aynı hikayeleri insanlar birbirlerine anlatmaya başlamışlardı.
...
üç kez yaşadım. ondan önce, onunla ve ondan sonra. öncesini hatırlamıyorum. onunla olduğumuz zamanları hatırlamak istemiyorum. ondan sonrasını bilmiyorum.arada bir şeyler kalmalı. bulabileceğim, derin fikirlerin var olduğunu haykıranların koşuşturduğu bir yerde oturabilmem için daha ne kadar sabretmem gerekebilir ki, kendime alışmalıyım.
okuduğum bir kitapta yazar şöyle diyordu:’ unutmamalı ki insan, herkes bir gün gider. gitmek için var olur insanlar, gitmek için kavuşurlar, gitmek için acı çekerler, severler. ama arada unutulan bir şey var ki, o da kendisi. insanın kendisiyse hiçbir yere gitmiyor. bir başkasının acısını asla çekmiyor. kendi düzenine göre yaşıyor ve kendi bildiğini okumaya devam ediyor. çünkü hayatın doğası bunu gerektiriyor.’
buradan kendime çıkardığım sonuç, insanın kendisine alışmasıyla alakalı bir durumdu. kendime alışamadığım için gidenlerin ardınca pireli büyükbaş hayvanlar gibi bakıp duruyordum. bunu ortadan kaldırmam gerekiyordu. önce kendime kahve yapmayı öğrendim. cezveye kahveyi koyup, suyuna ve şekerine ayar vermem gerekiyordu. kendime yeni alışkanlar edinebilirsem, bir başkasının varlığını ya da yokluğunu pek de önemli saymayacaktım. martı seslerini duyabilmenin sevinciyle çatı katında gezinen gözlerimi aynaya çevirdim. kahve mideme zarar veriyordu. hayır, farklı bir yöntem gerekiyordu. cıyaklamanın ve de hiç istememenin verdiği garip duygu boşluklarından kurtulmanın yoluydu sessiz kalıp, kendini dinleme yalanına kendini kaptırmak. hiç kimseye anlatmadığım - daha doğrusu anlatmayı beceremediğim- kendimce önemli ruhsal bozgunlarından geriye kalanları çamura fısıldıyordum. su üfürülen ve tükürülen hava boşluğunda akıyordu. terimlerin her biri disiplinli genç askerlere benziyordu ve güçlerine nazaran tecrübesizliklerini ortaya çıkaran heyecanlarını takip ediyordum.
oturdum. yan masadaki, arka masadaki, ön masadaki; tüm masalarda oturanlar sigara içiyordu. nefes alamıyor gibiydim. kendim aklıma gelince, bu zamana kadar var olan gevelemelerin neye yaradığı konusunda kendime danıştım. acımasız, duygusuz bir seremoniden başkasında değildim. çirkin, iğrenti hissi veren, etrafa küfürle saçılmasına sebep yanlışın göbeğinde durup, hayranlık duyduğum varlığımdan esintilerle mutluluğun gaza dönüşmüş halinin tadını burnumda soluyor, dudaklarımın arasında yalnızlığın donuk vazgeçişlerini emiyordum. her şey eski bir sesle, bende var olan ama benden dışlanmış kısık bir sesin anlatımıyla devam ediyordu.
mutfak masanın ayaklarının her birinin altında büyümüş tozları paylaşan terlik,tırnak ucundan saç teline kadar tutkulu bir aşkın dökümünü kanepeye yatırıyor ve iki büklüm yaşlı bir portrenin sökülmüş çivileri ardınca kalan boşluklara kan boşaltıyordu.
kötülenmiş, aktarılmış, kıskanılmış yağmurların var ettiği çamur hala yaradılışın izlerini taşıyordu. her bir not, eski icadın beynine kaynar sular boşaltıyor ve duaların alt kısımlarından hüzünler etrafa saçılıyordu.
niye bu kadar üzülüyordum ki? insan sevdiği bir şeyin zerresine sahipse, neden üzülmeye devam eder ki? demek ki öncesini hatırlamazken, sonrasına dair rüyalardan pay çıkarma işlemini dehşetli zaman dilimlerinden uzakta, kayıtsızlığa vermek gerekecekti. açılmış göz pınarları tekrar mendereslerine savrulurken, doğanın bayat da olsa hatlarını taşıyan kadınlarına özgü görüntüler, pencereden dışarı fırlıyor ve sarhoş ton balıklarının teknelere ölmeden önce bir iki kez son güçleriyle toslamalarını andırıyordu.
başka kesintiler vardı. verilen, yaratılan kötülüğün acısını hissedebilmek adına kendime suni acılar var etmenin az çok hatıra geldiği gün, daha beyazdı kağıtlar. lüzumsuz kan ağrıları, baş sancılarıyla bölünürken, yüzükoyun yumuyordum kendimi siyaha.
hepsi fotoğrafçıya girmeden önceki bir kaç dakikada yaşanmış, bitmişti. tadı ağzından kalmış sevinçlerin söz konusu bir ömür daha az acımasız acılarla çarpıldığı, sözün susuzlukla sınandığı dakikada, kendi vesikalık fotoğrafıma bakıyordum.
hiçbir şeyi hak etmiyordum. gözlerim sanki farklı birisini inceliyordu. yüzümde kalbimin sızılarına ait boru hatları döşenmiş ve yer yer teröristler boru hatlarının kesişim noktalarını patlatıyor, canım yanıyordu.
daha iyiydi. eşitliklerin artık hiçbir mana kaldıramaması vesikalardan yüzlerce örnek teşkil ettiriyordu. daha az mutluydu kendim, daha az umutlu, daha az sabırlı.
’pardon’ dedim, duyamamıştım. ’birazcık gülümser misiniz’ diyordu fotoğrafçı. gülecek bir şey yoktu oysa. avuç içinin yarısı büyüklüğünden vesikalığa sıkıştırılırken, kendim pek de huzurlu değildi.
bir terslik vardı. daha kötüye doğru yürüyordu her dün.
'vesikalık' Yazısına Yorum Yap
" 'vesikalık'" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.