- 629 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mum Pudra Çini Mürekkebi
’İkindi vakti mevsimler içinde sonbaharı, insan hayatında ihtiyarlık zamanını ve dünya ömründe kıyamete yakın ahir zamanı hatırlatır.’ sözü böyle bir ikindi vaktinde Kamil Bey için söylenmiş olmalıydı. Zamanın ahir zaman olduğu inancı toplum içinde neredeyse öbür dünya inancından güçlü bir inanç haline geleli epey olmuştu. Aylardan Kasım’dı ve altmış beş yaşındaki Kamil Bey ağaran sakalıyla artık kemale ermişti. Sahne dekoru da ana fikre uygun olarak düzenlenmişti. Lodos Marmara’nın dalgalarını önüne katmış kat kat sahile çarpıyor ve bu arada etraftaki çer çöpü de kendince bir yerlere toparlıyordu. Öğle vakti güneyde görünmeye başlayan kara bulutlar kısa sürede denizin üstünü kaplamış ve ikindiye doğru Büyükçekmece sahilinde bir taş banka oturmuş, denizi seyreden altmış beş yaşlarında bir ihtiyarın gökyüzüne baktığında görebileceği her noktayı siyaha boyamıştı.
Yağmur yüklü bulutlardan yeryüzüne düşen ilk katreler içinde Kamil Bey’e isabet edeni en olası yere konmuştu. Otuz yıl önce saç tellerine beşer onar veda etmeye başlayan başın üst kısmı saç adına bir tel dahi barındırmıyordu artık. Yanlarda ve arkada bir miktar ağarmış saç vardı. İki sene öncesine kadar kalan o saçların beyaz olduğunu kendinden bile saklamayı başarabilmişti. Oysa şimdi umursamıyordu bile. Damlanın soğukluğunu hisseder hissetmez sağ elini başına götürdü Kamil Bey, işaret parmağı ile özenle dokundu damlaya ve parmağında kalan suya dikkatlice baktı. O ilk damlayı hatırladı o an. Gözünden çıkan ilk hüzün damlasını. O damla sayesinde yağmur damlalarını anlayabilmişti zira. Dolayısıyla her yağmur damlası kendi manasını anlatan o damlayı hatırlatmak zorundaydı ona. Bu görev yağmur damlalarının her biri üzerine ayrı ayrı vazife olarak tevdi edilmişti sanki. Yine gözleri yaşardı, ağlamaya başladı. Altmış üç yıl ağlamayan gözler iki yıldır hiç dinmiyor, gözyaşsız o yılları kaza ediyor, daha da ötesi o yılların kefaretini ödüyor gibiydiler.
Ağlamazdı Armatör Kamil Bey iki sene öncesine kadar, asla ağlamazdı. Ağlamak zayıflıktı elbette ve bu ağlamaması için göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir sebepti, ama ondan daha öte bir zararı vardı ağlamanın Kamil Bey’e göre: Ağlayandan etkilenmeyi doğururdu ağlamak. Gözü yaşlı insan gözyaşlarından etkilenir, anlık duyguların etkisine kapılır ve haliyle gerçeklerden uzaklaşırdı. Keskin kanunların sınırladığı bu gerçek dünyada, gerçeklerden uzaklaşarak alınan kararların bedelinin ağır olacağı su götürmez bir gerçekti. Gözyaşları karşısında kaya gibi sert olmalıydı insan. Yağmur ne kadar şiddetli yağarsa yağsın üzerinden akıp gitmeli ve o her zaman üzerine basan ayaklara güven vermeliydi. İşte bu yüzden yıllarca oğlu Selman’a hep o nasihati verdi:
’Kaya gibi ol oğlum, toprak gibi olma. Yoksa bir yağmurda çamurlaşırsın. Eline alan istediği şekli verir sana. Buna izin verme. Yağmurdan etkilenme, gözyaşları seni asla etkilemesin.’
İşte bu felsefe ile yetişti Selman ve hep kaya gibi güçlü oldu. Başarılı bir okul hayatını Harvard ile taçlandırdı ve armatör babasına layık olduğunu ispatladı. Yirmi yedi yaşındayken bir seksen beş boylarında, esmer, yakışıklı bu gençle evlenme konusunda naz edebilecek sayılı kız olsa gerekti. Selman bu sayılı kız arasında naz konusunda en azılısını sevdi. İki yıl sürdü Senem’in gönlünü çalması ama başardı.
On yaşında babasını kaybeden Senem annesinin büyük özverisi sayesinde okumuş, ekonomi bölümünden mezun olduktan sonra bir bankada çalışmaya başlamıştı. Tam her şey yoluna girmişken bir gece annesi kalp krizi geçirmiş ve hastaneye yetişemeden vefat etmişti. Yirmi dört yaşında öksüz kalan Senem hayata öylesine küsmüştü ki alakasız zamanlarda bankaya uğrayıp her seferinde illa Senem Hanım işlerini halletmeye çalışan armatör bir gencin bankaya asıl geliş sebebini uzun süre sonra arkadaşlarının takılmaları sayesinde anlayabilmişti. Bunun üzerine Selman ile arasına mesafe koymaya çalışmış, onun her gelişinde mümkün mertebe başka müşterilerle uzun uzun meşgul olmuş, fakat Selman’ın sabrına karşı bir kez olsun galip gelememişti. Zamanla o da Selman’dan etkilenmeye başladı.
Kamil Bey oğlunun o banka şubesine neden bu kadar çok gittiğini kısa sürede keşfetmişti. Tanıdığı elit aile kızları içerisinde bir yetmiş boyundaki o kumral banka memurundan daha güzel kızlar vardı ve işin ilginci o kızları oğlu da çok iyi tanıyordu. O banka memurunda ne bulmuş olabilirdi ki Selman? Bir iki kez oğluna bu konudaki fikrini söylemek istemişse de oluşturduğu kayaya kendi tosladı. Yalnız özellikle nişanlılık döneminde o da Senem’i yakından tanımış ve çok beğenmişti. Gerçekten asil, nerede nasıl davranacağını gayet iyi bilen hanım hanımcık bir kızdı. Hasılı tam Armatör Kamil Bey’e layık bir gelindi.
Sade bir düğün ile dünya evine girmek istiyordu gençler. Sert kayaya tosladılar. Armatör Kamil Bey buna asla izin veremezdi. İki bakan, birkaç milletvekili, birçok üst düzey bürokratın katıldığı görkemli düğün uzun süre sosyete sohbetlerinin ana konusu oldu. Paris’te geçen balayı günleri sırasında Selman’ın daha önce bilmediği bir yönünü keşfetti Senem. Neredeyse alkolik derecesinde içki içen Selman maalesef ara sıra uyuşturucu da kullanıyordu. İçkiyi fazla kaçırdığı zamanlar aşırı alıngan, asabi biri haline gelen Selman gerçekten çekilmez bir hal alıyordu ve bu içkiyi fazla kaçırma ameliyesi genelde gece saat on birde tamamlanmış oluyordu. Böyle bir hayata aşina değildi Senem. Öğle vakti son derece akıllı konuşan bir adam geceleri bir cümleyi defalarca tekrarlayan bir ayyaşa dönüşüyor, geceleri anlamsız tartışmalarla yeni eşinin gereksiz yere huzurunu kaçıran bir ayyaş, sabahları defalarca özür dileyen bir meleğe inkılap ediyordu.
Bu med cezirlerle nasıl geçecekti yıllar. Babası beş vakit abdestli namazlı mütedeyyin bir adam, annesi babası kadar olmasa da ara sıra namaz kılacak kadar inançlı bir hanım olan Senem hiç içki içmemişti. O yüzden eşi alkollü iken ne yapabileceği konusunda en ufak bir fikri de yoktu. Her aranmada ne kadar mutlu olduğunu anlattığı arkadaşlarına da soramazdı. Anne babası da hayatta olmadığına göre geriye tek bir ihtimal kalıyordu: Yirmi yaşında annesini kanserden kaybeden Selman’ın babası Kamil Bey’e sormak. Balayı dönüşü bulduğu ilk fırsatta kayınpederine durumu arz edip yardım istedi. Kamil Bey’in cevabı karşısında tam anlamıyla dondu kaldı:
’Kızım sarhoş adamla mantık yarıştırılır mı hiç. Ertesi sabah bir gece önce ne dediğini hatırlamayacak biriyle konuşulur mu? Öyle zamanlarda vur kafayı yat.’
Kasım ayının üçüncü Pazar gününde Büyükçekmece sahilinde Vakko marka takımı üstüne Vakko marka paltosunu giymiş ama yağmur altında ıslanmaktan kurtulamamış, kurtulmaya gayret göstermemiş altmış beş yaşında armatörün başına düşen damlalardan biri işte tam da bu cümleyi hatırlattı. Bir kez daha utandı. Yeni geline balayında kafayı vurup yatmasını tavsiye etmişti. Şu an olsaydı aynı cümleyi söyleyemezdi elbette. Çünkü şu an yağmur damlalarına bakan Kamil Bey o gün kendisinden yardım bekleyen evin yeni gelininin göz damlaları içindeki korku ile karışık hüznü görebiliyordu. Oysa bu gözler o gün o hüznü görebilseydi kim bilir belki de her şey daha farklı olabilirdi. Oğlunu karşısına alır, Hulusi Kentmen edasıyla ’Ulan hergele, utanmıyor musun benim gelinimi bu kadar üzmeye. Ne zaman adam olacaksın sen. Çocuğun olduğu zaman ne olacak peki. Senden destek bekleyen hanımına sen ayrı bir yük mü olacaksın?’ deseydi belki bu sözler oğluna tesir eder ve iki sene önceki o olay başlarına gelmezdi. Gelseydi bile şu an evde bir odaya çekilmiş, günlerin geçmesini bekleyen Senem’e öyle mahcup bakmazdı.
’Kızım ben elimden geleni yaptım ama beni dinlemedi.’ der, bir nebze olsun rahatlardı.
Gerçi zavallı kızın onu suçladığı da yoktu ya. Çok daha büyük bir derdi vardı zira. İki yıl önce o gece çok içen eşine yalvarmış ama arabanın anahtarlarını alamamış, çaresiz yan koltuğa oturmuştu. Öyle bir yolculukta olması en olası durum gerçekleşti. Kaza sonucunda Selman ağır yaralanmış, olay yerine ambulanstan önce gelen babasının kollarında can vermişti. Senem hastaneye kaldırılmış, kendisi kurtulmuş ama karnındaki bebeği kaybetmişti. O gün bu gündür kızcağız halk arasındaki tabiriyle ruh gibi evin içinde dolaşıyordu.
Selman’ın kollarında can verdiği an, işte o an Armatör Kamil Bey ilk hüzün yaşını akıtmış ve bu yaştan hemen sonra binlercesi o yaşı takip etmişti. Hıçkıra hıçkıra ağladı Kamil Bey. O an olay yerinde bulunan polisler de yaşlı adamın ağlamasına dayanamamış, onlar da gözyaşlarına hakim olamamışlardı.
Büyükçekmece sahilinde yağmur hızını arttırmış fakat şemsiye ile yetişen şoför Kazım sayesinde Kamil Bey daha fazla ıslanmaktan kurtulmuştu. Oturduğu yerden yanına kadar gelen Kazım’a baktı. Bir doksan boyundaki bu dev adam yine bir altmış boyunda patronunun imdadına yetişmişti. Yirmi yıldır Kamil Bey’in yanında hem şoför hem de koruma olarak görev yapıyordu Kazım. Tam eski Kamil Bey’in istediği gibi biriydi. Kılık kıyafetine, tıraşına her zaman özen gösterirdi. Şu ana kadar hiçbir zaman maaşına zam istememiş ve bu sayede en fazla zammı da o almıştı. Sorulmadıkça asla konuşmazdı, ihtiyaç duyulduğu her an söylenmeden görevi başındaydı. O kaza gecesi de patronunun yanındaydı ve o dev adam da Selman’ın başında ağlamıştı.
Şu anda da patronunun yanında dimdik ayaktaydı. Ama o da artık ihtiyarlıyordu. Bıyıklarında ve saçında beyaz kıl sayısı epey artmıştı. Sonuçta elli yaşına gelmişti o da. Ama yine zinde ve yine söylenmeden görevi başındaydı. Yağmurun yağdığını görünce defalarca tembihlenmesine rağmen şemsiyeyi kapmış, arabadan çıkıp gelmiş, belki patronunun, belki de sevdiği bir ağabeyinin ıslanmasına gönlü razı olmamıştı. İki yıl önce birinci şıkkın doğru olmasını isteyen armatör bugün ikinci şıkkın doğru olması için büyük bir servet vermeye razıydı. Dünyada onu gerçekten seven birinin olması için neler vermezdi ki? Saygı maaşla elde edilebiliyordu ama sevgi maalesef elde edilemiyordu.
Kazım elindeki şemsiyeyi Kamil Bey’e tuttuğu için kendisi ıslanıyordu.
’Kendine niye şemsiye getirmedin Kazım?’
’Efendim ben kendi şemsiyemi evde unutmuşum.’
Oysa elinde tuttuğu şemsiye kendi şemsiyesiydi. Kamil Bey şemsiyesini yanına almamıştı. Gülümsedi Kamil Bey.
’Anlaşıldı Kazım. Hadi eve gidelim.’ dedi altmış beşlik ihtiyar ve yavaşça doğrulup arabaya doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Kazım da şemsiyeden istifade edebilsin diye Kazım’ın dibine kadar sokuldu.
Villaya geldiklerinde Kazım elinde şemsiye patronuna kapıya kadar eşlik etti ve aracı park etmeye gitti. Kapıyı Selma açtı. Yirmi beş yaşlarındaki Selma evin yeni hizmetçisiydi. Kamil Bey’i öyle ıslanmış halde görünce telaşa kapıldı. Ne yapılırdı ki böyle bir durumda. Havlu mu getirmeliydi yoksa üzerindeki eşyalarını mı almalıydı. Kamil Bey durumu anladı ve önce bir gülümseme ile Selma’yı bir miktar rahatlattı ve sonra ne yapması gerektiğini nazikçe söyledi:
’Kızım sen şu paltomu, ceketimi bir al, odama as, gelirken bana bir de havlu getir. Olur mu güzel kızım?’
Selma rahat bir nefes aldı.
’Elbette efendim.’
Kamil Bey’in paltosunu ve ceketini alan Selma patronunun isteğini yerine getirmek üzere yola koyuldu. Yalnız Kamil Bey’in merak ettiği bir konu vardı:
’Kızım Senem nasıl, ne yapıyor?’
Selma bütün vücuduyla Kamil Bey’e döndü, başını eğdi.
’Efendim her zamanki gibi odasında öylece oturuyor. Yemek de yemedi.’
Kamil Bey aslında beklediği cevabı almıştı ama yine de canı sıkılmıştı.
’Neyse kızım, hadi sen işine bak.’
Biraz sonra Kamil Bey gelen havluyla kalan saçlarını ve sakalını şöyle bir kurulayıp oturma odasına geçti. Bu arada Selma’ya bir kahve getirmesini tembihledi. Şöyle bol köpüklü, az şekerli bir Türk kahvesi. O sırada içeri gelen Kazım
’Bir isteğiniz var mı efendim?’ diye sordu.
’Leyla meselesi ne alemde Kazım.’
’Efendim tüm işlemler tamamlandı.’
’Güzel Kazım, aferin. Yalnız senden bir isteğim daha var Kazım.’
’Buyurun efendim.’
’Tavla bilir misin?’
Kazım şaşırdı. Hiç beklemediği bir soruydu bu ama elbette bir cevap vermesi gerekiyordu.
’Bilirim efendim.’
’O halde şu sehpanın üzerindeki tavlayı getir de seni bir mars edeyim.’
’Estağfurullah efendim.’
’Nasıl yani, mars edemez miyim seni?’
Kazım gülümsedi.
’Elbette edersiniz efendim, ben şey manasında estağfurullah...’
Kamil Bey cümlenin tamamlanmasına fırsat vermedi
’Uzatma Kazım, al tavlayı da gel hadi.’
Kamil Bey’i haklı çıkarma gayretini oyun süresince belli eden Kazım iki kez mars oldu. Kamil Bey şöyle bir baktı Kazım’a
’Demedim mi Kazım mars ederim diye.’
’Dediniz efendim, tebrik ederim.’
’On kez oynasak on kez daha mars ederim. Niye biliyor musun?’
’İyi oynuyorsunuz efendim.’
’Hayır Kazım bilemedin.’
Arkasına yaslandı Kamil Bey, bacak bacak üstüne attı, kahveden bir yudum daha aldı ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
’Çünkü ben patronum Kazım. Koskoca Armatör Kamil’im ben. Kaya gibiyim. Nereye gitsem hürmet görürüm. Emrimde üniversite mezunu mühendisler çalışır. Liseden terk Kamil Bey ne konuşsa dinlerler, hak veriler ona. Neden? Çünkü para onda Kazım, sırf bundan dolayıdır ama armatör kanar buna. Çok iyi tavla oynadığını zanneder, ülkeyi aydınlık geleceğe taşıyacak fikirleriyle gurur duyar. Kaya gibidir armatör, okyanus nazır bir kaya gibi. Yağmur yağar üstüne ve akar gider. O an üstüne bassan yine sağlam bulursun onu. Toprak öyle midir peki. Yağmurda çamurlaşır, isteyen istediği şekli verir artık ona. Şekilsiz, karaktersizdir.’
Durdu Kamil Bey, kahveden bir yudum daha aldı, bacaklarını indirdi, Kazım’ın şaşkın gözlerine baktı.
’İşte ben yıllarca bunu öğütledim oğluma Kazım. Kaya ol dedim, toprak olma. Ne oldu peki, yağmurdan sonra okyanusa nazır kayaya bastı, ayağı kaydı ve bugün okyanusta. Toprağa bassaydı en fazla biraz batardı. Hepsi bu. Sonra ezdiği bir çiçeği fark eder ve mağrur kayanın asla başaramayacağı bir şeyi mütevazi toprağın başardığını görürdü. Çiçek yetiştirmek, sebze meyve yetiştirmek; tüm çiçeklerin, tüm sebzelerin, tüm meyvelerin samimi, içten, riyasız sevgisini kazanmak. Kaya bunu yapamaz işte.’
Kazım’ın bakışlarında ufak bir itiraz sezdi Kamil Bey
’Bana pek katılmıyorsun galiba Kazım?’
Kazım kendine geldi
’Estağfurullah efendim, ne haddime.’
’Haddi yok bunun Kazım. Allah aşkına düşündüğünü söyle. Karşında bir patronun varmış gibi değil, herhangi biri varmış gibi konuş benimle. Bu gün öyle konuş. İnan çok ihtiyacım var. Bir kez olsun karşımdaki benim istediklerimi değil kendi düşüncelerini söylesin.’
Bu cümleler Kazım’a bir miktar cesaret verdi.
’Efendim siz her ne kadar liseyi bitirmemiş olsanız da okumuş, kültürlü birisiniz. Ben ise gerçekten okumadım. O yüzden size akıl verebilecek biri değilim, haddime de düşmez. Yine de sizin isteğiniz üzere düşündüklerimi söyleyeyim. Ben küçükken babam beni okula göndermek istedi. Bizim köyde okul olmadığı için ilçeye gitmek zorundaydık. Yol yoktu, tarlalarda toprak üzerinde kara lastiklerle giderdik. Yedi yaşındaydım ve okulu sevmiştim. Sonbaharda yağmaya başlayan yağmurlar kışa doğru arttı ve topraklar çamur oldu. Kara lastik çamura batar, ayak içinden çıkar lastik çamurda kalır. Tekrar ayağını içine sokarsın, o lastiği çıkarırsın, sonra diğer kara lastik çamurda kalır. Bıraktım okulu, gitmedim. Cahil kaldım. Geçenlerde köyüme gittim. Köye okul yapılmış, giden olmadığından kapanmış. Herkes çocuğunu ilçeye gönderiyor. Çünkü asfalt bir yol var efendim, araba var, minibüs var. Ben küçükken o yol olsaydı, minibüs olmasa da olurdu. Toprak iyidir, çiçek yetiştirir ama o gün bana taş lazımdı. Yani diyeceğim şu ki efendim, biz insanız. Yeri gelir toprak oluruz, yeri gelir kaya. Yeter ki kalbimiz taş olmasın.’
’Ben taş kalpli biri miyim sence Kazım?’
’Estağfurullah efendim, o nasıl söz.’
’Boş ver şimdi estağfurullahı, sen bana içindekini söyle. Ben taş kalpli miyim?’
’Asla efendim, siz kesinlikle taş kalpli değilsiniz. O kadar kişiye ekmek kapısı oldunuz.’
’Ama onlardan para kazandım. Bana para kazandırmayana ekmek vermedim.’
’Olsun efendim. Onlar da para kazandılar. Ayrıca Senem Hanım’a o gün söylediğiniz sözler taş kalpli birinin ağzından çıkabilecek sözler değildi.’
Gerçekten o gün çok güzel bir şey yapmıştı Kamil Bey. Eşini ve çocuğunu kaybeden Senem hastanede başında sabahlayan Kamil Bey’e
’Baba yine öksüz, yine kimsesiz kaldım.’ demiş ve ağlamaya başlamıştı. Bunun üzerine Kamil Bey gelinine sarılmış,
’O nasıl söz kızım. Sen benim kızımsın. Benim neyim varsa senin. Benim yanımda yaşayacaksın. Ben hayatta olduğum müddetçe yanında olacağım. Ben senin babanım. O nasıl söz. Sen asla yetim değilsin benim güzel kızım.’ diyerek onu bir nebze olsun teselli etmişti.
Senem o gün bu gündür Kamil Bey’in yanında, villada kalıyordu ama mutsuzdu elbette. Eşini ve çocuğunu kaybeden genç bir kadın nasıl mutlu olabilirdi ki. Bankadaki işini babası Kamil Bey’e sorarak terk etmişti ve yeni bir iş aradığı da yoktu. Herkese gülümsüyordu ama o gülümseyen yüzün arkasında mutlu bir insan olmadığı gayet rahat anlaşılıyordu. Kazım da bu durumdan rahatsızdı, Kamil Bey’e söylemek istediği bir çift söz daha vardı. Hazır fırsatını da bulmuşken değerlendirmek istedi ve asıl söylemek istediklerini hayatında ilk defa korkmadan patronunun yüzüne söyledi:
’Yalnız efendim, şu an toprak olma zamanı değil, şu an kaya olma zamanı. Senem Hanım’a üzerine güvenle basacağı bir kaya lazım. Zavallı her gün eriyor. Onu kurtarabilecek bir siz varsınız ama...’
Devamını getiremedi Kazım. O kadar da cesur değildi. Eksiğini Kamil Bey tamamladı:
’Ama ben ondan daha zavallı durumdayım değil mi?’
’Estağfurullah efendim.’
Kazım’a şöyle bir baktı Kamil Bey. Haklıydı Kazım, kesinlikle haklıydı. Kamil Bey yine bencil davranmış, yine sadece kendi derdine düşmüş, yanı başındaki zavallı kızın gün be gün erimesine bir çare aramamıştı. Oysa ona söz vermişti. Babalık yapacaktı. Hangi baba böyle bir duruma razı olabilirdi ki. Bir şey yapmalıydı. Kazım’a döndü.
’Sağ ol Kazım, beni uyandırdın. Hadi sen işinin başına git.’
’Peki efendim.’
O gün geç vakitlere kadar ne yapabileceğini düşündü Kamil Bey. O kadar zaman nasıl para kazanabileceğini düşünseydi onlarca yol bulurdu ama bu konuda acemiydi. Ertesi sabah erken kalktı ve Kazım’ı yanına çağırdı. Ne olup bittiğine bir anlam veremeyen Kazım hayatında ilk kez patronuna tıraşsız yakalandı.
’Buyurun efendim, beni emretmişsiniz.’
’Buldum Kazım, galiba buldum.’
Olan bitene bir anlam veremedi Kazım. ’Neyi buldunuz?’ diye de soramadı. Kamil Bey kaldığı yerden devam etti.
’Kazım kahvaltını yaptıktan sonra git bir kırtasiyeden beş altı tane resim kağıdı, bir adet siyah çini mürekkebi, bir adet büyük boy resim fırçası, sonra da bir marketten birkaç beyaz mum ve pudra al. Bunları yaptıktan sonra yanıma gel. Bir tanesi bile eksik olmasın.’
Kazım şaşkın şaşkın Kamil Bey’e baktı. ’Durum gittikçe daha kötüye gidiyor. Dün tavla, bugün çini mürekkebi.’ diye düşündü. Yine de yapabileceği bir şey yoktu tabii. Kahvaltısını yaptıktan sonra Kamil Bey’in isteklerini yerine getirmek üzere villadan çıktı. Sabah saat yedi buçukta açık bir market bulmak olanaksız olduğundan mum ve pudrayı mahalle arasında bir bakkaldan aldı. Okul günü olduğu için kırtasiyeler açıktı. Dolayısıyla resim kağıdı, siyah çini mürekkebi ve fırçayı temin etmek çok da zor olmadı. Olan bitene bir anlam veremiyordu ama emri yerine getirmesi gerekiyordu. Neye çare bulmuştu, neden sabahın köründe kalkıp bu garip şeyleri istemişti. Gerçi bunlar onu çok da ilgilendiren şeyler değildi. Sonuçta istenen şeyleri almıştı. Yani onu ilgilendiren kısmı hallolmuştu.
Villaya gelen Kazım Selma ile Kamil Bey’e haber gönderdi. Kamil Bey Selma’dan Senem’in kalkıp kalkmadığına bakmasını istedi.
’Kalkmışsa çağırdığınızı söyleyeyim mi efendim?’ diye sordu Selma.
’Hayır kızım, kalkmışsa gel bana haber ver sadece. Uyanmamışsa da uyandırma.’
’Peki efendim.’
Senem erkenden uyanmış, her okul sabahında olduğu gibi odasının camından okula giden çocuklara bakıyordu. O kazada ölmeseydi kızı şu an iki yaşında olacaktı. Gerçi okul çağında olmayacaktı ama yaşasaydı örneğin şu an karşı villa önünde servise binen yedi yaşlarındaki minik kıza bakarken bir gün kızının da o okula gideceği hayalini kuracaktı. Oysa şu an kurabileceği bir hayali yoktu. O an kapısı çalındı. İçeri giren Selma
’Bir isteğiniz, bir arzunuz var mı efendim?’
Gülümsedi Senem. Hiçbir isteği, hiçbir arzusu kalmamıştı.
’Sağ ol Selma. İnan şu an canım hiçbir şey istemiyor.’
’Peki efendim. Eğer olursa beni çağırırsınız.’
Selma odadan ayrıldıktan bir müddet sonra kapı bir kez daha çalındı. Bu sefer gelen Kamil Bey’di. Saygıyla ayağa kalktı Senem.
’Buyur baba, hoş geldin.’
’Hoş gördüm kızım. Hadi hazırlan gidelim.’
Senem şaşırdı.
’Nereye baba?’
’Bugün kahvaltıyı dışarıda yapacağız kızım. Baba kız yani. Bildiğim güzel bir yer var. Hadi hazırlan da gidelim.’
Senem isteksizdi.
’Ben gelmesem baba. İnan şu an hiç aç değilim.’
Kamil Bey kararlıydı. Hulusi Kentmen edasıyla
’Hiçbir mazeret kabul etmem. Bugün baba kız dışarıda kahvaltı yapacağız.’ dedi. Artık Senem için başka bir şık kalmamıştı.
’Peki baba. Hazırlanayım, geleyim.’
’Hah şöyle. Bekliyorum benim güzel kızım.’
Yarım saat kadar sonra Kamil Bey’in bildiği güzel yerde kahvaltıya oturdular. Kazım her zaman olduğu gibi arabanın içinde onları bekliyordu. Sabahleyin ortalığı onca telaşa vermenin ne anlamı vardı ki. Şu an onlar kahvaltı yaparken çok rahat tedarik edebilirdi ihtiyaçları. ’Neyse.’ dedi Kazım kendi kendine. İhtiyar adamdı sonuçta. Bundan sonra bu tür garip isteklerle daha fazla muhatap olacağı kesindi. Üstelik ihtiyarın şu an yaptığı şey de Kazım’ın uzun zamandır yapılmasını beklediği şeydi. Zavallı kızın durumuna çok üzülüyordu zira.
Kamil Bey ilk defa geliniyle birlikte dışarıda yemek yiyordu. Senem sade bir kahvaltı tabağı isteyince Kamil Bey garsona ’kızıma’ kelimesi üzerine abartılı bir vurgu yaparak
’Benim güzel kızıma o meşhur böreğinizden de getirin.’ dedi.
Mekan tanıdık bir mekandı sonuçta. Herkes yaşlı armatörün ne kadar zengin olduğunu biliyordu. Eşinin uzun zaman önce vefat ettiğini de. Kendinden yaşlı zengin arkadaşları içinde Senem’den daha gençleri ile evlenenleri tanıyordu. Bu yaştan sonra dedikoduyu kaldıramazdı. O garsonun gerçeği tüm meraklı personele yayacağından da adı gibi emindi.
Kahvaltılar geldikten sonra konuya girdi Kamil Bey:
’Kızım seninle çok önemli bir konuda istişare etmem gerekiyor.’
Senem cidden şaşkındı. Bugün her şey bir farklı gelişiyordu.
’Buyur baba. Bir faydam dokunacaksa ne mutlu bana.’
’Kızım nereden, nasıl başlayacağımı da bilmiyorum ama. Sana mutlaka anlatmam lazım.’
Bu cümleler Senem’in merakını daha da arttırdı. Kamil Bey çayından bir yudum aldı ve söze başladı:
’Bundan beş yıl önceydi kızım. O sıra işler pek iyi gitmiyordu. Ekonomistsin, bilirsin; zenginin masrafı da fazla olur. Özellikle emrinde birileri çalışıyorsa işlerin kötü gittiği zamanlarda çalışanların maaşları gözüne gözüne batar. Ben de mecburen işçi çıkarmak zorunda kaldım. Ya da o zaman mecbur olduğumu düşünüyordum. Şu an o kadar emin değilim. Her neyse. Bir gemiyi sattım ve personelini işten çıkardım. Tazminatlarını verdim aslında. Dördüncü makinistlik görevini yapan bir Yahya vardı. Çarkçı Yahya. Genç bir çocuktu. Yeni evliydi ve o sıralar bir kızı dünyaya yeni gelmişti. Benimle görüşmek istemiş, yalvarmış yakarmış, ’Kızım var.’ demiş. Bana ilettiler, kabul etmedim. Meşgul adamdım sonuçta, nasıl vakit ayırabilirdim ki. ‘Çocuğu dünyaya getirirken bana mı sordu. Tazminatını verdik.’ dedim ve bir daha bu tür konularda rahatsız edilirsem sonuçlarının hiç de iyi olmayacağı konusunda gerekli kişileri uyardım...’
Kamil Bey tane tane anlatıyordu. Olayı o an bir daha yaşıyordu adeta. Kahvaltıdan bir lokma bile almamıştı. Sadece ara sıra çayı yudumluyordu.
’Baba kahvaltıdan bir lokma bile almadın.’ diye hatırlattı Senem.
Havayı biraz dağıtmak istiyordu. Aslında konuşmanın nereye varacağını çok merak ediyordu ama Kamil Bey’in hatırlamaktan çok da hoşlanmadığı bir hatıra olduğu kesindi. Neredeyse ağlamak üzereydi.
’Tamam kızım. Bir iki lokma alayım da öyle devam edeyim.’
Bir iki lokmadan sonra devam etti armatör.
’Aradan iki ay geçti. Gazetelerde bir haber çıktı. Yahya intihar etmişti. Cinnet geçirmiş, önce hanımını sonra da kendini öldürmüş.’
’Yazık.’ dedi Senem kendine hakim olamadan. Kamil Bey tasdik etti.
’Yazık kızım, gerçekten yazık. Haberi görünce önce şok oldum. O sıralar hayata bakışım çok farklıydı. O yüzden şoku atlatmam çok da zor olmadı. ‘Ne yapabilirdim ki?’ dedim kendi kendime.’
Senem olaya çok üzülmüştü ama bu konuda çok da suçlu bulmamıştı Kamil Bey’i.
’Aslında baba bir hata da yapmamışsın. Yani sonuç elbette kötü olmuş ama işten çıkarma gerekçen de çok normal. Üstelik tazminatını da vermişsin. Ayrıca sadece o değil başkaları da işten çıkmış. Bir şekilde hayata tutunmuşlar. O da biraz daha sabırlı olabilir miydi acaba. Elbette ne yaşadığını bilmiyorum, o yüzden büyük de konuşmak istemiyorum ama ne bileyim. Bence o kadar da suçlu değilsin baba.’
’Bilmiyorum kızım. En azından dinleseydim diyorum şimdilerde. Tazminatı verdim ama iki yıllık tazminattan ne olur ki. Neyse kızım dedim ya o gün yapabileceğim bir şey olmadığını düşünüyordum ama şimdilerde öyle düşünmüyorum. Bence şu an yapabileceğim bir şey var.’
Senem bir şaşkınlık daha yaşadı. Ölen biri için yapabileceği ne olabilirdi ki. Kamil Bey gelinini daha fazla merakta bırakmak istemiyordu
’O gece, yani Yahya’nın cinnet geçirdiği gece Yahya’nın kızı ölmemiş. Zaten komşular da sabah çocuğun ağlamaları yüzünden polisi çağırmışlar. Yani olay o şekilde ortaya çıkmış. Annesi çocuğa sarılı vaziyetteymiş. Ya annesi çocuğu korumak için ona sarılmış ve o yüzden Yahya onu öldürememiş ya da vicdanı bir an cinnetine galip gelmiş. Anlayacağın Allah çocuğun yaşamasını murat buyurmuş.’
Senem de kahvaltıyı bırakmıştı artık. Pür dikkat dinliyordu. Kamil Bey bir yudum çay aldı, biraz soluklandı ve devam etti:
’İşte kızım benim istişare etmek istediğim konu da bu. Leyla’yı yani Yahya’nın beş yaşındaki kızını yetimhanede buldum. Bir yıldır ara ara ziyaret ediyorum. Beni dedesi olarak biliyor. ‘Ben dedenim.’ demedim ama daha ilk görmede bana ‘Dede!’ diye seslenmesi hoşuma gitti. Ben bu kızı evlatlık alacağım. Bu benim borcum. Ama çocuğa dededen daha çok anne lazım elbette. Fakat ona annelik etmek sana bir borç değil. Bu gün Leyla’yı almak için gideceğim. Sen de benimle gel. Kızı gör. Sen de razı olursan sen annesi, ben de dedesi olayım.’
Konuşma Senem’in hiç beklemediği bir yere varmıştı. Çok heyecanlanmıştı, fakat bu heyecanına bir ad koyamadı. Durumun farkında olan Kamil Bey son cümlesini söyledi:
’Kızım şu an hiçbir şey söyleme. Leyla’yı gör, sonra karar verirsin.’
Makul bir teklifti.
’Peki baba.’
Baba kız kahvaltılarını bitirdikten sonra yetimhanenin yolunu tuttular. Yetimhane müdürü her zaman olduğu gibi Kamil Bey’i kapıda karşıladı ve odasına buyur etti. Biraz sonra bakıcılardan biri Leyla’yı getirdi. Kamil Bey’i gören Leyla ’Dede!’ diye bağırarak Kamil Bey’e koştu ve ona sıkıca sarıldı. Senem’in ağlamaya hazır gözlerinden bir iki damla aktı. Kıvırcık siyah saçlarına sağlı sollu bağlanmış iki kurdele ile beş yaşında sevimli bir kız vardı karşısında. Şu an ’Evet.’ dese ’Kızım!’ diye sarılabileceği bir kız.
Müdür masasının önündeki sehpanın sağında ve solunda bulunan koltuklara oturmuşlardı Kamil Bey ve Senem. Leyla’yı sol bacağının üstüne oturtan Kamil Bey küçük kızın başını okşamaya başladı. O an Senem ile göz göze gelen Leyla Senem’in göz yaşlarını görünce
’Ağlıyor musun?’ diye sordu.
Senem mendiliyle gözlerini sildi.
’Hayır ağlamıyorum. Senin gibi güzel bir kızı görünce ağlar mı insan. Gözlerim yaşardı sadece.’
’Gözlerin mi yaşardı?’
’Evet, gözlerim yaşardı.’
Müdür müsaade isteyip diğer çocuklarla ilgilenmek üzere dışarı çıktı. Kamil Bey Leyla’yı müdür masasının karşısındaki geniş koltuğa oturttu.
’Sana bir masal anlatmamı ister misin Leyla?’
’Masal mı anlatacaksın dede?’
’Evet, masal anlatacağım. Sen masalları sever misin?’
’Çok severim.’
’O zaman dinle bakalım. Bu masalı ben on yaşındayken öğretmenimiz anlatmıştı.’
Kamil Bey yanında getirdiği poşetin içindeki malzemeleri teker teker sehpanın üzerine yerleştirdi. Önce resim kağıtlarını, sonra mumları, pudrayı, fırçayı ve çini mürekkebini. Planı tıkır tıkır işliyordu. Olan bitene bir anlam veremeyen Senem’e gülümseyen bir bakış attıktan sonra Leyla’ya döndü.
’Bir zamanlar güzel bir ülkede zengin bir kral yaşarmış.’
’Kral zengin miymiş?’
’Zenginmiş tabi. Krallar zengin olur.’
’Ne kadar zenginmiş.’
’Çok zenginmiş, çok. Çok büyük güzel bir sarayı varmış. Bu kral da her çocuk gibi doğduğunda günahsızmış. Aynı bu beyaz kağıt gibi bembeyaz doğmuş.’
Kamil Bey beyaz resim kağıtlarından birini Leyla’ya gösterdi ve masala devam etti.
’Ama bu padişah hiç eğitim görmemiş, cahil kalmış.’
Leyla şaşkın bir şekilde söze girdi.
’Babası onu okula göndermemiş mi?’
’Yok kızım, maalesef göndermemiş. Kendisi cahil olduğu gibi oğlunu da cahil bırakmış. Şunu hiç unutma Leyla: Cahil insan güçsüzdür. Zengin olsa da güçsüzdür.’
Kamil Bey eline fırçayı aldı, çini mürekkebini açtı, fırçayı mürekkebe daldırıp çıkardıktan sonra az önce gösterdiği beyaz kağıdı siyaha boyamaya başladı. Bir yandan da masalını anlatıyordu.
’Bir gün bir karanlık gelmiş ve beyaz kağıdı siyaha boyamaya başlamış.’
Kağıdı bir miktar boyadıktan sonra gülümseyerek Leyla’ya baktı:
’Sen de boyamak ister misin?
Leyla çok sevindi.
’Evet.’ diye bağırdı.
’Tamam o zaman sen boya. Boyaman bitince masala devam ederiz.’
Leyla kağıdı boyarken Kamil Bey Senem’e bir kez daha baktı. Bu bakışların anlamı açıktı: Masal Senem’e anlatılıyordu. Aslında böyle bir bakışa gerek de yoktu. Beş yaşında bir kızın bu sembolik anlatımdan bir şey anlamayacağı açıktı zaten. Leyla kağıdın her tarafını ve sehpanın bazı kısımlarını siyaha boyadıktan sonra
’Bitti.’ diye bağırdı.
’Bakayım. Aferin kızıma, ne de güzel boyamış. Yani Leyla anlayacağın karanlık krala karşı açtığı savaşı kazanmış.’
Kamil Bey boyanmış kağıdı kuruması için biraz uzağa koydu ve diğer beyaz kağıtlardan birini eline alıp bu kağıdın üzerine mum sürmeye başladı. Bir yandan da masalını anlatmaya devam etti
’Bu kralın bir oğlu olmuş. Kral her insan gibi günahsız doğan oğlunun kendi gibi cahil, güçsüz olmasını istememiş. Bu yüzden ona hocalar tutmuş ve onun güzel bir eğitim almasını sağlamış.’
Bir müddet kağıdı mumladıktan sonra mumu Leyla’ya uzattı. Mumu alan Leyla başladı kağıda sürmeye. Kamil Bey uyardı
’Dikkat et ama boş yer kalmasın.’
Leyla elindeki mumu kağıdın her tarafına sürdü. Sonra Kamil Bey kağıdı eline aldı ve masala devam etti.
’Böylece oğlu hem bembeyaz kalmış, hem de daha sağlam olmuş.’
Kamil Bey bu kağıdı da mürekkep ile boyamaya başladı.
’Bir gün karanlık kralın oğluna da saldırmış.’
Kamil Bey fırçayı Leyla’ya verdi. Yalnız mum boyanın kağıdı tamamen kaplamasına engel oluyordu. Bu yüzden Leyla bu kez çok zevk almadı boyama işinden. Kamil Bey her tarafı grinin farklı tonlarına dönüşmüş kağıdı kuruması için sehpanın ayrı bir yerine koydu.
’Gördün değil mi, kağıt ne siyah oldu, ne beyaz kaldı. Yani karanlık kralın oğluna karşı açtığı savaşı ne kazanmış, ne de kaybetmiş.’
Kamil Bey diğer bir kağıdı eline alıp onun üzerine de mum sürmeye başladı. Leyla bu sefer isteksizdi. Mumu almadı. Kamil Bey Leyla’ya gülümsedi.
’Bir gün kralın oğlu bir kıza aşık olmuş. Onunla evlenmek istiyormuş. Kral da bu kızı çok beğenmiş, oğlunun o kızla evlenmesini çok istemiş. Bu kız da kralın oğlu gibi ilim tahsil etmiş biriymiş. Ama kralın bu kızı sevmesinin daha başka bir sebebi varmış.’
Kamil Bey kağıdın tamamını mumla kaplayana kadar ara verdi masalına. Sonra eline bir miktar pudra aldı ve kağıdın üstüne serpmeye başladı. Leyla pudra serpme işini sevdi. O da yardım etti Kamil Bey’e. Kamil Bey masalına kaldığı yerden devam etti:
’Bu kız inançlı bir kız olduğundan hep güzel hayaller kurarmış. İlmini bembeyaz maneviyat yağmurlarıyla beslemiş. Derken bir gün karanlık bu kıza da savaş açmış.’
Bu kağıda da çini mürekkebini sürmeye başladı Kamil Bey. Fırçanın değdiği yerlerin tamamen siyah olduğunu gören Leyla Kamil Bey’in elinden fırçayı aldı. Kağıdı zevkle siyaha boyadı. Kamil Bey bu kağıdı da kurumak üzere bir köşeye koydu ve ilk kağıdı eline aldı. Mürekkep neredeyse kurumuştu.
’Karanlık genç kızı ağır bir yenilgiye uğratmış. Aradan uzun zaman geçmiş. Kral, oğlu ve genç kız karanlığa karşı savaş açmaya karar vermişler. İlk savaşı kral açmış.’
Kamil Bey cebinden bir kürdan çıkardı ve elindeki kağıda sürmeye başladı.
’Başlamış karanlığı kazımaya. Ama karanlık içinde beyaz bir çizgi bile çizememiş.’
Kürdanı daha sert süren Kamil Bey kağıdı yırttı. Sonra ikinci kağıdı eline aldı ve kürdanla çizmeye başladı. Kağıtta bazı yerler biraz kazılabiliyordu.
’Kraldan sonra oğlu savaş açmış karanlığa. Bu savaşta da ne o kazanmış ne de karanlık.’
Üçüncü kağıdı eline alan Kamil Bey kürdanı kağıda sürünce kürdanın geçtiği hat boyunca düzgün beyaz bir çizgi oluştu. Kamil Bey çizgiyi Leyla’ya gösterdi ve kürdan ile karanlığı kazmaya devam etti ve kabiliyetinin yettiği ölçüde güzel beyaz bir ev çizdi. Bu arada masalını anlatmayı da ihmal etmedi.
’Genç kız da karanlığa savaş açmış. Karanlığı kazmaya başlayınca karanlığın altından eskiden kurduğu güzel hayaller çıkmaya başlamış. Çok sevinmiş kız. Cesaretlenmiş de. Devam etmiş karanlıkla savaşa. Biraz daha kazınca küçükken hayal ettiği güzel evi bulmuş.’
Kamil Bey heyecanla eve bakan Leyla’ya baktı.
’Sen de karanlık kazmak ister misin kızım?’
Leyla sevinç içinde
’Evet.’ dedi ve kürdanı eline alıp karanlık kazmaya başladı.
Kamil Bey olan bitene yaşlı gözlerle bakan Senem’e baktı. Cebinden bir kürdan daha çıkardı.
’Ne dersin kızım, sen de karanlık kazmak ister misin?’
Senem Kamil Bey’in elinden kürdanı aldı, nazikçe sehpanın üstüne koydu. Leyla’nın yanına oturdu. Küçük kızın saçlarını okşamaya başladı. Kamil Bey’e gülümseyen gözlerle baktı.
’İsterim baba. Hem de çok.’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.