- 2743 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
MUĞLA'NIN TEKE YÖRESİ VE ÜÇ TELLİ BAĞLAMA
Hikayesini yazdığım Muğla türküsü bağlamam var üç telli borcum var beş yüz elli diye bir türkümüz vardır bizim.
Yıllardır radyolarımızdan ’Bağlamam var üç telli’ türküsünü defalarca dinlemişizdir. Ama üç telli bağlamanın ne olduğu, nasıl olduğu ve sair özelliklerini hiç de düşünmemişizdir. Bağlamada altı tel kullanılırken neden ’Bağlamam var üç telli’ diye türkü yakılmış düşüncesi aklımıza dahi gelmemiştir. Hatta üç telli bağlamaya türkü yakıldığından çoğumuzun haberi bile yoktur. Öyle ya, gitar varken elin adamı bağlamanın üç tellisini mi düşünecek. Bizimki de rahmetli babamın deyimiyle ’Halep yolunda katır izi aramaya’benziyor.
Bağlamam Var Üç Telli
Bağlamam var üç telli imanım
Borcum var beş yüz elli
Borcum var beş yüz elli
Gitti de Yörük kızı gelmedi imanım
Kocaya da vardı besbelli
Kocaya da vardı besbelli
Amanın imanım şalvar malvarlı
Yörük kızı Allah’ına yalvarmalı
...
Kesik de başı kestane imanım
Gölgesi bastı üstüme
Kalkın da gidelim baskına imanım
Yörüğün de kızının üstüne
Yörüğün de kızının üstüne
Amanın imanım üzüm asması
Ne dedim de küsüp gittin Yörük yosması
...
Aksaydım çağlar mıydım imanım?
Gülseydim ağlar mıydım?
Bilseydim ayrılık var
Sana bel bağlar mıydım?
Amanım imanım bağlar gazeli
Ne dedim de çekip gittin çadır güzeli
YÖRE: MUĞLA
Ama eller bilse de bilmese de biz bu işi aşk edinmişiz. "Aşk olmazsa meşk olmaz’ demişler. İşte biz de bu aşkla, 27.2.1996 tarihinde üç telliyi yerinde araştırmak üzere Ankara’dan hareket ettik. Fethiye çevresinde üç telliyi, Bodrum Türküleri’ni de yerinde incelemek üzere Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Personelinden Halk Müziği ve Oyunları Şube Müdürü Ahmet Çakır, Teknik Müdür Osman Çevik ve Kameraman İrfan Saatcı’yla birlikte sabah 8.30 civarında düştük Muğla yollarına. Yollar bizi saat 17.00 sularında Fethiye’ye ulaştırdı. Deniz kenarındaki DSİ Konukevi’ne yerleştik. Bendeki heyecan doruktaydı. Zira iple çektiğim gün gelip çatmıştı. Heyecanla yolculuğun verdiği yorgunluk birbirine karıştı. Sabah ola hayır ola diyerek istirahata çekildik.
Sabah tabiri caizse cenk elbiselerimizi giyerek heyecanla dışarı fırladık. Yağmur çisem çisem yağıyordu. Denize düşen yağmur damlacıkları yeni zillenmiş tohumları hatırlatıyordu. Manzara çok romantikti. Fakat köylere gideceğimiz, araştırma yapacağımız düşünülürse romantik hava pek de işimize yaramıyordu. Yağmurun denize yağdığını epeydir görmememize rağmen, araştırma gezisinde yağması hoşumuza gitmemişti. Hatta hava muhalefetini gören arkadaşlarımız, diğer geldiklerinde çok güzel olduğundan söz ederek gönüllerini eğlediler.
Deniz sahilindeki kısa yolculuktan sonra Lokantaya ulaştık. Hoş burası Lokanta değil RESTORANT’tı. (Yani Restaurant). Çorbalar içildi, sigaralar tellendirildi. Misafirhaneye gelinerek araç ve gereçler alındıktan sonra kaldığımız yere çok yakın olan Kültür Merkezi Müdürlüğü’ne gidildi. Araştırma programı yapıldı. Derken bize kılavuzluk edecek olan Sn. İlhan Kurt da geldi. O günkü programımız Fethiye merkezine çok yakın olan Esenköy’dü. Köyde ve civarda üç telli çalan kaynak kişilerin hepsi buraya toplanacaklardı. Kültür merkezi tarafından emrimize tahsis edilen minibüse binerek 28.02.1996 tarihinde adı geçen köye hareket ettik.
Kılavuzumuz İlhan Bey çevreyi çok iyi bilen, yöre kültürüne gönül veren, bağlama çalan ve de halk müziğine karasevdalı birisiydi. Zaten bizim yaptığımız araştırmada İlhan Bey’in şahsi gayretleriyle gerçekleşmişti. Doğrusu ondaki müzik ve yöre kültürü sevdası, sevgisi bizleri kamçıladı. Ayrıca; müzik konusundaki birikimi ve Talip Özkan’a olan hayranlığı ise kaynaşmamızı daha da çabuklaştırdı. Esenköy’de İlhan Bey öncülüğünde bize kaynak olacak Mehmet Bodur’un evine konuk olduk. Ev küçük ve iki katlıydı. Bizler ikinci kata yerleştirildik. Evin küçük ve dağınık oluşu çalışmalarımızı bir hayli zorlaştıracağa benziyordu. "Gurbetlikte bedbahtlık aranmaz" diyerek önce araştırmayla ilgili araç gereçlerimizi yerleştirip çalışmalar başladı. İlk kaynak kişimiz hane halkı reisi Mehmet Bodur oldu. Mehmet Bodur yıllardır üç telli çalmayı bıraktığından parmakları işlekliğini kaybetmiş, yaşlandığı için de sesi hiç çıkmaz olmuştu. Buna rağmen Mehmet Bodur’la ilgili gerekli bütün çalışmalar yapıldı. Esenler Köyü’nde ikinci kaynak kişimiz ise Durmuş Gürsoy’du. Vakit geçirmeden çalışmalara başladık. Durmuş Gürsoy’un da Mehmet Bodur’dan pek bir farkı yoktu. Ama Mehmet Bodur’a göre üç telliyi daha iyi kullanıyordu. Onun da parmakları durmuş, üç telli çalma yeteneğinin çoğunu kaybetmişti. Yöresinin dışında ezgiler çalıp söylüyordu Neden kendi bölgenizden çalmıyorsunuz? Diye sorduğumda "Başka yörelerin türküleri daha hoşuma gidiyor" cevabını verdi. Çekimler yapıldı, sesler kaydedildi. Sıra üç telliyle ilgili teknik bilgilere gelmişti. Her iki kaynak kişinin de bu konuda yeteri kadar birikime sahip olmadığını gördük. Kendi gayretimizle üç tellinin boyu, perdesi ve eşik boylarını ölçtük. Düzenlerle ilgili bilgiler aldık. Üç tellinin düzeni-akordu konusunda her iki kaynak da aynı bilgileri veriyordu ve dört düzen olduğunu söylüyorlardı.
1-Bağlama düzeni,
2-Saz düzeni,
3-Cura düzeni,
4-Bozuk düzen
Yörede bütün üç telli çalanlar bu düzen sırasını takip ediyordu. İcracılar önce üç telliye bağlama düzeni çekiyor, ağır bir zeybek, arkasına hareketli (Kendi tabirlerine göre kıvrak Zeybek) daha sonra da Boğaz Havası çalıyorlardı. Bu sıralama uygulanarak çalma işlemi sürdürülüyor, üç telli için sıraladığımız düzenleri de böylece kullanmış oluyorlardı. Ben derleme yaparken her iki kaynak kişiye de neden üç telli çalmayı bıraktıklarını sordum. "Toplumun taassubu baskısı" diye cevap verdiler. Hatta kaynak kişilerimiz, bizler gittikten sonra köy halkı tarafından horlanacaklarını, arkalarından küfür bile edebileceklerini ifade ettiler.
Bizleri bu düşünce oldukça üzdü. Hele Fransızların bölgeye gelerek, çalgıyı inceleyip, çalan insanları taaa Paris’e kadar götürüp konser verdirerek üç telliyle ilgili araştırma yaptıklarını duyunca içimiz cızz etti. Bense kılavuzumuz İlhan Bey’i bir kez daha takdir ettim. Toplumumuzun eğitimsizliğinden kültür değerlerimizin nasıl da tahrip olduğunu bizzat görmenin verdiği iç burkulmasıyla da derin bir of çektim. Oflarım ise yine ahlarıma karışmıştı. (Arif olanlar neden of çektiğimi çok iyi anlamışlardır sanırım).Derken sofra kuruldu. Doğrusu acıkmıştık da. Bağdaş kurup sofraya oturduk. Önümüze ıspanak böreğine benzer hamur işi bir yiyecek kondu. Sordum ’Katmar’ dediler. Katmar ağır misafirlere ikram edilirmiş. Sıcak hamur acıkan midelere taş gibi oturdu. (Katmar bölgede yetişen otlarla yapılan ıspanak böreğine benzer bir yiyecek türü. Saçta yapılan Ankara gözlemesini andırıyordu).
Esenköy’deki üç telliyle ilgili çalışmamız bitmiş, Karaçulha Kasabası’ndaki çalışmayı yapmak üzere köyden ayrılmıştık. Fethiye şehir merkezine döndüğümüzde Karaçuhla’daki kaynak kişilerin ancak akşam hazır olabileceği ifade edildi. Program kesinleşmişti. Karaçuhla Kasabası’ndan Ali Kıvrak kaynak kişimizdi. Onunla ilgili çalışmaları yapmak için akşam olması gerekiyordu. Fethiye’de çalışan Ramazan Kıvrak adı geçen kaynak kişinin oğluydu. Akşam Karaçulha’ya o bizi götürecekti.
Gerçekten de program düşündüğümüz gibi gerçekleşti. Aynı günün akşamı saat 19:00 sularında Karaçulha Kasabasında Ramazan Kıvrak’ırı evine konuk olduk. Ramazan Kıvrak babasını da kendi evine getirdi. Konuk olduğumuz ev hayli soğuktu. İçi ise şehirle köy arası tefriş edilmişti.
Kaynak kişimiz Ali Kıvrak daha önce pehlivanlık yapmış, başı bağlı, hôlô konup göçen bir Türkmen Koca’sıydı. Bir hayli yaşlı olan Ali amca; hoş sohbet, kesin cevaplı uzun müddettir üç telliyi eline almamış, geleneklerine bağlı birisiydi. Kendisine ilgi göstermemizden çok hoşnuttu. Derken çekimle ilgili araç ve gereçler hazırlandı. Biz de Ali Amca’yla çalışmaya başladık. O çaldı biz dinledik, biz sorduk o cevapladı. Sohbetimiz esnasında Ali Amca’nın güzel zeybek oynadığını da tespit ettik. Ertesi gün öğleden önce tekrar Ali Amca’yla çalışmak üzere Karaçulha’dan ayrıldık. Fethiye’ye döndüğümüzde vakit bir hayli ilerlemişti. Yemek yiyip yattık.
29.02.1996 Tarihinde Karaçulha’da Ramazan Kıvrak’ın evine ulaştığımızda Saatler 11.00’1 gösteriyordu. Sn. Çakır Ali Kıvrak Amca’yla yörenin geleneksel oyunları üzerine konuşacaktı. Aynı kasabadan Basri Çelik Amca çalacak Ali Kıvrak ise oynayacaktı. Çalışma düşündüğümüz gibi gerçekleşti. Sn. Çakır Ali Kıvrak’tan yöre oyunlarıyla ilgili bilgiler aldı, oyunların da çekimi yapıldı. Ali Amca yaşlı, üstelik de kalp hastası olmasına rağmen zeybek oynarken adeta bir kartal gibiydi.
Ali Amca’nın oğlu Ramazan Kıvrak da bölge kültürüne gönül veren, araştıran, Yörük ve yöre kültürüyle ilgili kitap hazırlığı olan birisiydi. Kendileri Yörük olduğu için o kültürü çok iyi özümleyen, sahip çıkan, mümkün olduğu kadar da yaparak yaşamaya çalışan bir kardeşimizdi. Ben onun bu gönüldenliğini görünce bir de radyo programı yapmayı düşündüm. Gerçekten de istediğim gibi oldu, Ramazan ve Ali Kıvrak’la Yörük kültürü üstüne nefis bir de radyo programı yaptık. Artık Karaçulha’daki işimiz bitmişti. Vedalaşarak ayrıldık.
Kılavuzumuz İlhan Bey, araştırma yapacağımız köylerin merkeze bir hayli uzak olduğunu söylüyordu. Şoförümüz ise uzak yolu yakın etmenin çabası içerisinde kıvranıp duruyordu. Teybine yeni bir kaset koyarak dehledi arabasını. Kaş yolu üzerindeki Gebeler Köyü’ne geldiğimizde iyice acıkmıştık. Bunu bilen İlhan Bey yemek molası diyerek arabayı durdurdu. Eliniz artığı güzel bir yemek yedik. Zil çalan midemiz balıkla müşerref olmanın mutluluğunu yaşadı, bizler ise deniz sahilinde olduğumuzu hissettik.
Gebeler Köyü’nde İlhan Bey çalışma yapacağımız kişiye haber saldı. Gelen habere göre aradığımız kaynak kişi hastaydı. Elbette hasta olan kişiye haydi al üç telliyi eline, biz bunun için taaa Ankaralardan buraya kadar geldik demek olmazdı elbet. Biz de öyle yaptık. Bu arada yemekler yenmiş, sigaralar içilmişti. Masamız dışarıda olduğundan ellerimiz buz gibi olmuş, üşüdüğümüzü hissetmiştik. Üşümemiz çabuk kalkmamızı sağladı. Ellerimizi ovarak minibüse doluştuk. Kadro tamamdı. Arsa Köyü’ne doğru yol almaya başladık. Dik ve uzun rampalardan sonra Arsa Köyü’ne ulaştık. Başı karlı kara dağlara yaklaştığımızı, hava basıncının arttığını, tırmandığımız rampalardan tahmin edebiliyorduk. Hava bir hayli sertti. Konuk olduğumuz evde gürül gürül yanan bir soba karşıladı bizleri. Hafif kızarıklığıyla canımıza can kattı. Belimiz ısındı. Çaylar geldi. İçimiz ısındı.
Evine konuk olduğumuz Mustafa Amca’nın adını daha önce öğrenmiştik. Sn. Ahmet Çakır araştırma raporuna geçeceği için sohbetin bir yerinde Mustafa Amca’ya soyadı sordu. O da ’PALLAVUŞ’ dedi. Sn. Çakır da benim gibi böyle enteresan soy adlara meraklı sanırım. Hemen manasını sordu. Adamcağıza daha önce de çok sorulmuş olmalıydı ki soyadıyla ilgili küçük bir hatırasını nakletmek mecburiyetinde kaldı. Mustafa Amca bir gün mahkemeye düşmüş. Hakim adını soyadını sormuş. O da Mustafa PALLAVUŞ demiş. Soyadı hakimin dikkatini çektiği için anlamını sormuş. Mustafa Amca ’Hakim Bey ben mahkemeye mi geldim, yoksa soyadımın anlamanı açıklamaya mı?’ cevabını vermiş. Bu hatırasını dinleyince epey gülüştük.
Böyle güzelliklerle zaman su gibi akıp gidiyordu. Şoförümüz de tabiri caizse pirelenip duruyordu. Zira geldiğimiz yol hem kötü hem de oldukça dikti. Yolun iyi olmayışı kaptanımızı endişelendirmiş olacak ki ’kalkalım’ deyip duruyordu. Herkes aynı kanaatte olduğu için kaptanın fikrine riayet edildi. Hane halkıyla vedalaşarak Fethiye’ye hareket ettik. Konukevine geldiğimizde yolun o dik rampaların bizleri bir hayli yorduğunu hissettik.
Ertesi gün uyandığımızda (Tarih, 01.03.1996) Fethiye’ye yine yağmur yağıyordu. Deniz yine ihtişamlı ve daha da hırslıydı. Yağmur denizi ekmek gibi suluyordu. Bizler şemsiyemiz olmasa da çorba içmeye yine aheste aheste gittik. 0 güzellikten bir kez daha nasibimizi aldık çok şükür.
Sabah çorbasını içip misafirhaneye döndüğümüzde İlhan Bey tam tekmil hazırlanmış bizi bekliyordu. Araç ve gereçlerimizi arabaya yerleştirdikten sonra Fethiye’nin gün doğu tarafına doğru yola koyulduk. Antalya-Kaş yolu kavşağına varmadan arabamız bir dağ yoluna saptı. Yolumuz asfalttı. Ama bir hayli bozulmuştu. Şoförümüz kasislere düşmemek için sağa sola bükülmeler yapıp ustalığını göstermeye çalışıyor, mümkün olduğu kadar da arabayı incitmiyordu. Böyle bir hayli yol aldıktan sonra varacağımız Bozyer Köyü’ne ulaştık. Arabamız yol kenarında yeni yapılmış bir evin dibinde duruyordu. Kaynak kişinin evi olmalı diye düşündük. Düşündüğümüz yanlış değilmiş.
Arabadan inerek bahçe kapısından içeri daldık. Sesimizi duyan Eyüp Amca bizleri kapıda karşıladı. Hoşbeş ettik. Meramımızı Anlattık. Amacımızı öğrenen Eyüp Amca dağlara bakarak şiirler söylemeye başladı. Bolulu rahmetli Düldül Mevlüt geldi aklıma. Fakat Düldül Mevlüt kadar güçlü değildi. Üstelik de konuşmayı çok seviyordu. Sözlerinden iyi bir satıcı olduğunu anlamıştık. Sonradan çeşitli otlardan ilaç yapıp sattığını öğrendik. Derken üç telli curasını getirdi. Curayı tezeneyle çalıyordu. O adamı dinledikçe ağustos böceğini hatırladım. Keçiboynuzu yemek geldi aklıma. Evi yeni yaptırmıştı. Zannediyorum müsait olmadığı için içeriye buyur edemedi. Kapı eşiğinde onca adam ayakta. O söyledi biz dinledik. Aslında pek kaybedeceğimiz bir şeylerin olmadığını arkadaşlarımız da anlamıştı. Adama, yarın Fethiye Kültür Merkezine gelmesi için randevu verdik. Ve de Bozyer Köyü’nden ayrıldık. (Ama maalesef yarım aşığımız ertesi gün verdiği sözü yerine getirmedi.)
Gideceğimiz köy üç telliyle ilgili yapacağımız çalışmaların son durağıydı. Kısa yolculuktan sonra köye ulaştık. Denizle dağın birleştiği seracılığın bol olduğu bir köydü burası. Köy kahvesine oturduk. Hoşbeşten sonra çaylar yudumlandı. İkinci çayların içilmesinden sonra yeniden yolumuza revan olduk. Arabamız dağa doğru tırmanmaya başladı. Uzun sürmeyen yolculuk bizi Hasan Bülbül’ün evine ulaştırdı. Ev; şehrin bütün nimetlerine sahip, Batı Toroslar’ın tepesine kurulmuş, denizi çamların arasından seyrediyordu. Çevresi makilerle kaplıydı. Pürenler, kekikler, yavşanlar sanki bizi selamlıyorlardı. Konuk olduğumuz evin yanında yöresinde başka ev yoktu. Konuksever hane halkı reisi Hasan Bülbül oğlağa çaldı bıçağı. Kanı, ayaklarımızın dibine aktı. Saç kavurması, şiş kebap derken, yeme işi bitmiş, sıra derleme çalışmalarına gelmişti. Hasan Bülbül üç telliyi, oğlu da çöğürü aldı eline. Baba oğul koşuldular yöre türkülerini söylemeye. Baba susuyor oğlu söylüyor, oğlu susuyor baba söylüyordu. Tarifi imkansız bir beraberlikti. Onlar çaldılar biz kayda geçtik. Baba oğul bize güzel bir çalışma, eşsiz bir misafirperverlik örneği yaşattı. Her beraberlik gibi bizimkinin de sonu ayrılıktı. Öyle oldu gerçekten. İstemeyerek Karadere’den ayrılarak Fethiye’ye hareket ettik. Verimli bir çalışma yapmanın mutluluğu gözlerimizden okunuyordu. Yol boyu yarınki çalışmaların tahmini planı yapıldı.
Plana göre Fethiye ve civarında üç telliyi en güzel çalan, ayrıca bağlama tamir eden, yapan, Ramazan Güngör dinlenecekti.
Aslında Kültür Bakanlığı Ramazan Güngör’le ilgili birkaç çalışma yapmış, hatta Ramazan Güngör ve Kopuzu adlı bir de kitap yayınlamıştı. Ben de yayınlanan bu kitabı zaman zaman inceleme fırsatı bulmuş, verilen bilgilerde bazı tezatlar tespit etmiştim. Benim ve arkadaşlarımın tespit ettiği tezatları yenmek ve de kafamıza takılan sorulara daha iyi cevap bulmak için Ramazan Güngör’ü bir kez daha dinlemenin yararlı olacağı kanaatindeydik. İşte bu düşünceler içerisinde Fethiye’deki konukevine ulaştık. Akşam haberlerinin bitiminde de istirahata çekildik.
Ertesi gün düşündüğümüzü uyguladık. Ramazan Güngör’ü konuk olduğumuz misafirhaneye getirerek araştırmamıza devam ettik. Ramazan Güngör üç telliyi gerçekten güzel çalıyordu. Delikanlılık döneminde çatıdan düştüğü için her iki bacağı da tutmuyordu. Mağdur oluşu çalma işini de zaman zaman güçleştiriyordu. Biz sorduk Ramazan Güngör cevapladı. Özellikle üç telliye kopuz demesi dikkati çekiyordu. Zira bölgede 5 kaynak kişi dinledik hiçbirisi üç telliye kopuz demiyordu. Ramazan Usta’ya bu saza kopuz dendiğini kimden öğrendin dediğimde, Ortaasya’da da bu saza kopuz denildiğini söylüyordu ki, bence kopuz demekle bağlamanın atasından söz ediyordu. Ayrıca yörede ’Bağlamam var üç telli’ diye türkü yakılması Ramazan Usta’nın kopuz demesini doğrulamıyordu. Zira yöre insanı ’Kopuzum var üç telli’ diye türkü yakabilirdi. Ramazan Usta kopuz adını sanırım Fethiye dışında duyduğu bilgilere dayanarak söylüyordu. Biraz da çok bildiğini vurgulamak için olmalıydı. Sonra akort konusuyla ilgili tezatlar da vardı. Bölgedeki bütün kaynaklar dört temel akort olduğunu söylüyor, Ramazan Güngör ise üç tellide yedi akort sayıyor ve de şelpe tabirini kullanıyordu. Halbuki; yöre insanı ve kaynak kişilerimiz şelpe ve kopuz sözcüklerini ilk defa duyduklarını beyan ediyorlardı. Kültür Bakanlığı Ankara Devlet Türk Halk Müziği Korosu saz sanatçılarından (Bu konuyla ve de Orta Asya Türk Çalgılarıyla ilgili araştırması olan) Sn İrfan Gürdal’ın açıklaması da bizim Fethiye’deki kaynak kişilerden aldığımız bilgileri doğrulamaktaydı.
Sonuç olarak Fethiye ve yöresinde kullanılan ve de nesli tükenen bu küçük sazın adı üç telli, dört akordu var, çalış sistemine elle çalma veya tarama deniliyor.
Ramazan Güngör’den sonra Fethiye ve yöresinde kullanılan ve de nesli tükenen bu küçük Çameli İlçesi’nden bizim için özel olarak gelen Sazcı Koca Usta’ydı. Koca Ustanın esas adı Hayri Dev’di. Dev’de Pallavuş gibi ilk defa duyduğumuz bir soyadı. Hayri Dev gerçekten uzun boylu bir zattı. Hep gülen, üç tellisini çalarken de arada bir dinleyenlere "Nasıl iyi çalıyorum değil mi?" der gibi bakan, bıyık altından gülen, saf ve temiz bir Türkmen Kocası’ydı. Ve işi sazcılıktan çok hayvancılıktı. Daha çok keçi çobanlığı yapan Hayri Dev’in çalıp söylediği ezgiler gerçekten enteresandı.
Söylediği bir gaba ardıç çeşitlemesinin "O katmarı kınalı ellerinle mi yedin" dediği bölümdeki "ye" sesinde keçilerin melemesini hissetmemek elde değildi. O bölüm de kaynak kişi keçi gibi meliyor, bölgede keçilere nasıl hitap edilirse, seslenilirse, o şekilde kendisine özgü birtakım sesler çıkararak türkü söyleme işine devam ediyordu. Hayri Dev’in bu özelliği, sevimliliği hoşumuza gitmişti doğrusu. Ama ne yazık ki Fransız müzikologlar Hayri Dev’i bizden daha önce tespit etmişler, üç defa ülkelerine konser verdirtmek üzere çağırmışlar. Hatta şu an adınıı hatırlayamadığım bir Fransız her sene Hayri Dev’den ders almak üzere Fethiye’ye, Çameli’ne kadar geliyormuş. (Fransız’la Hayri Dev’in yerel Fethiye Televizyonunda birlikte yaptıkları program kaseti kültürümüz açısından ibret vericiydi.)
Vay dünya vay!.. Yeri gelinci Allah’m gavuru diyerek hakir görür, yereriz adamları. Ama onların kilometrelerce uzaktan yaptığını biz burnumuzun dibindeyken yapamayız. Gavurluk bu ise bazen insanın gavur olası geliyor.
İşte bu duygular içerisinde Fethiye’deki üç telli araştırmalarımızı tamamladık. Muğla-Yatağan’la ilgili çalışmalarımızı sürdürmek için de 03.03.1996 sabahı Fethiye’den ayrıldık. Biz ayrılırken yine deniz haşmetli, yağmur ise denizi dövmeye devam ediyordu.
Yağmur yağa yağa Gökova’ya ulaştık. Gökova Körfezi’nde, Orman İşletmesi Tesisleri’nde denize nazır içtiğimiz kahveleri kim görse kıskanırdı. Doğrusu o körfez kıskanılacak güzelliklere sahip. Hele de yağmur yağarken.
Denize elveda diyerek Gökova’dan ayrıldık. Kısa bir müddet sonra Muğla’daydık. Yağmur aynı şiddetiyle devam ediyordu. Kültür Müdürlüğüne konuk olduk. Hoşbeşten sonra Muğla Üniversitesi’nde asistan olan Ali Abbas Çınar dostumuz geldi. Urfa Sofrası’na götürdü bizleri. Otantik yemekler yedik. Kamımız doymuştu. İstemeyerek Muğla’dan ayrıldık.
Yatağan’a vardığımızda yatsı ezanı okunuyordu. Öğrencim Mahide Uslu ve Eşi’nin vasıtasıyla TEK İşletmeleri’nin Misafirhanesine yerleştik. Yerimiz oldukça temiz ve de güzeldi. Dostlarımızın o akşam Kömür İşletmeleri’nde bizler için düzenlediği yemek daha da güzeldi. İşte ilk gecede Yatağan’a böyle merhaba dedik. Sabah ise doğru Bodrum. Tarih 04.03.1996.
Bodrum tabiat olarak eşsiz güzelliklere sahip olmasına rağmen, yeni yapılanma bu güzelliği tarumar etmiş, Sn. Osman Çevik’in tabiriyle asri mezarlığa döndermişti. Her taraf taş ve beton yığınıydı. Dağla denizin birleştiği yerlere yapılan siteler ise siyaha vurulmuş beyaz yamalık gibiydi.
Bodrum’da Rasim Eriş’e konuk olduk. Rasim Eriş Beko Yetkili Servisi ve de Bodrum Türküleri’ni en iyi bilen icra eden kişiydi. Halkoyunları sevdalısı birinin evine giderek Rasim Eriş’le Bodrum ve çevresi türküleriyle ilgili sohbet ettik. Hasılı alacağımızı almış diyeceğimizi demiştik. Artık bizi Yatağan’a dönmek paklardı.
Yatağan’daki konukevine ulaştığımızda hava kararmıştı. Eşyalarımızı odalarımıza yerleştirdik. Doğrusu yorulmuştuk da. Hemen yemek yiyip yatmak geçiyordu içimizden. Fakat Mustafa ve Mahide Uslu çifti bırakmadı. Israrlarından evlerinde yoğun hazırlık yaptıkları belliydi. O gece bizleri kendi evlerinde ağladılar. Yorgunluğumuz dostların tatlı dilleriyle, ikramlarıyla, neşeye dönüştü. Özel yapılan ev yemekleri, patlatılan mısırlar yorgunluk bırakmadı. Gecenin ilerleyen dakikalarında sohbet iyice koyulaşmıştı. Gönlümüz bu güzel insanlardan ayrılmak istemiyordu. Ama ertesi gün yolcuyduk. Hane halkı bu düşüncemizi anlayışla karşıladı. İzin isteyerek ayrıldık. Misafirhaneye döndüğümüzde vakit hayli ilerlemişti. Yatmadan önce gitme hazırlıkları yapıldı. Ankara’ya dönme heyecanı da başlamış oldu. Fakat hareket etmeden önce Yatağanlı mahalli sanatçı Mehmet Topçu’yu dinleyecektik. Zira kavlimiz öyleydi.
Bu düşüncemizi, 5 Mart 1996 sabahı uyguladık. Erken olmasına rağmen Sn. Topçu sözünde durmuş, kaldığımız konukevine gelmişti. Vakit kaybetmeden çalışmaya başladık. Mehmet Topçu: Bölge türkülerini iyi bilen, okuyan, sesi güzel, iki kaset çalışması olan, devlet kapısında çalışan bir mahalli sanatçıydı. Bize derlenmedik Muğla ve Yatağan yöresine ait iki kına havası, dört de ağıt karakterinde türkü söyledi. Kına havalarının birinde Trakya Türkülerinin etkisi vardı. Nota ve müzik bilgisi olmayan Topçu, bütün ezgileri kulaktan öğrenmişti. Derlediğimiz ve duyduğumuz bölge türkülerinde genelde ölüm teması çokça işlenmekte, aşk, sevgi ve gurbet üstüne yakılmış türküler ise azınlıktaydı. Mehmet Topçu’ya bunun sebebini sorduk. Topçu: ’Diğer yerleşim birimlerinde olduğu gibi buralarda gurbetçilik yok, insanlarımız sadece askerlikte gurbeti yaşıyor. Aşıklık geleneği de yok. Bir de bölgenin ekonomik durumu çok iyi. Bu sebeplerden olsa gerek’ dedi. İşin gerçeği de buydu. Sn. Topçu’nun okuduğu ’Bodrum Hakimi Türküsü’, intihar eden bayan bir hakimin üstüne yakılmış. ’Alişar’ın ortasında vurdular beni, Alıda verin benim barutumu saçmamı, Ormancı’, türküleri ise kavgalar sonucu yakılanlara güzel birer örnekti. Bu örnekler hem bizim Bölge Türküleri’yle ilgili analizimizi, hem de Sn. Topçu’nun dediklerini doğruluyordu.
Biz Mehmet Topçu’yla Yatağan, Fethiye, Muğla ve Bodrum araştırmasını tamamlayarak Ankara’ya hareket ettik.
Üstüme bir karamsarlık çökmüştü. Üç telli çalanın tükendiğini, Hayri Dev’i Fransızların üç defa konser vermek için ülkelerine çağırdıklarını, devletin bütün müzik okullarında konser verdirerek sazımızı ve ondaki çoksesliliği tanıttıklarını, 73 yaşındaki Ramazan Güngör’ün bir ayağının çukurda olduğunu, onunla kültür değerlerimizin mezara göçüp gideceğini düşündüm. Batının şalvarlı şapkalı, müzik kültüründen yoksun olan Hayri Dev’imizi alıp götürdüklerini, Türkiye’de kültürle ilgilenen yetkililerin bu güzelliklerden haberdar olmadan ha bire bale orkestra dediği aklıma geldi. Ahım ofa karıştı. Ben of çekmeyim de kim of çeksin dedim.
Hâsılı yok olan, nesli tükenen üç telli sazımız. Batının göklere çıkardığı üç telli sazımız. Fransızların taaa kilometrelerce öteden gelerek öğrendiği sazımız. Ne zaman Kültür Bakanlarımız tarafından bilinecek. Fransa devletinin çağırdığı Hayri Dev’i ne zaman Ankara’ya çağırtarak konser verdirecek. Böyle bir kültür bakanı çıkacak mı? Benim üç telli bir sazım vardı, onun için ’Bağlamam var üç telli’ türküsü yakılmış. Hele araştırın. ’Bu türkü niye yakılmış acaba’ diyen bir devlet büyüğü, bir bürokrat çıkacak mı? ..
İşte bu duygular içinde Ankara’ya ulaştık. Tarih 5 Mart 1996’yı saat ise 20:30’u gösteriyordu. Verimli bir araştırmanın yorgunluğu koncalas gibi üstümüze
çökmüştü. Evlere dar attık kendimizi.
Ben ise hala Mehmet Topçu’yu Ramazan Usta’yı ve Denizli’nin Çameli İlçesi’nden özel olarak gelen Hayri Dev’i düşünüyordum.- Sesleri kulaklarımda çınlıyordu. Kılavuzumuz İlhan Kurt’un bölge kültürü için çırpınışı gözümün önüne geldikçe Kültür Bakanlığı’ndaki kültürsüz insanları düşünüyor biraz daha kahroluyordum.
İşte onun için of...
Hem de yeğmül kıyamete kadar of...
Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı
FUZULI
Bu araştırmada turizmci kılavuzumuz Sn. İlhan Kurt’a, Fethiye-Karadere Köyü’nden Hasan Bülbül’e, Yatağanlı Öğretmen Mahide ve Mustafa Uslu’ya, Muğla Ünv. Öğr. Elemanlarından dostumuz Ali Abbas Çmar’a, Yatağınlı mahalli sanatçı Mehmet Topçu’ya, Yatağan Halk Eğt. Mrk. Müdürü’ne, Bodrumlu sanatçı Rasim Eriş’e, Karaçulha Kasaba’smdan Sn. Ramazan Kıvrak’a kendim, araştırma grubundaki arkadaşlarım ve Türk kültürü adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Kaynak kişiler: İlhan Kurt ve Halil Atılgan
YORUMLAR
Size bir selam göndermek istedim bugün Adem Bey (ağabeyim). Sık sık sizi yad ediyoruz evde. Fotoğraflara bakıp, videoları izleyip. O kocaman gülüşünüzle sanki hiç gitmemiş gibisiniz. Gülüşünüze eşlik ederken bizi görüyorsunuzdur mutlaka.
Bu çalışmalar ölümsüzleşti Adem Ağabey, bakın bıraktığınız gibi duruyor hepsi. Yazdığınız günkü gibi.
Huzur içinde uyuyun, mekanınız cennet olsun. Sizi çok özlüyoruz.
babanızı ve meşhur üç telli bağlamasını geçenlerde bir belgeselde izlemiştim...
yazınız gerçekten hem kullandığınız dili ile hem teması ile okunmaya değer bir belge niteliği taşıyor... uğradığınız mekanların tasvirini yapmış olmanız da çok güzel... ben de ekibinizle birlikte gezdim ve sizinle aynı havayı teneffüs ettim sanki..
çok emek vermişsiniz...
sağolun varolun...
saygılar...