- 650 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (19)
Sünnet (2)
Önceki bölümde sünnetin anlamları üzerine giriş yapmıştık. Bugün sünnet konusunu farklı açılardan inceleyeceğiz.
Hz. Muhammed’in sünnetini anlayabilmek için öncelikle aklınızı, mantığınızı, iradenizi, duygularınızı, bilgilerinizi, öteden beri öğrendiğiniz tüm kutsal değerlerden arındırmanız gerekiyor. Eğer sizde, Müslümanların tarihinden gelen, kutsallar, mucizevî olaylar varsa sünneti anlamanız zorlaşır.
Bir an, hayalinizde, düşüncelerinizde resulün yaşadığı döneme gidiniz. Bir an için kendinizi putperest Arap olarak düşününüz. Veya Medine’de yaşayan Yahudi kabilelerinden birinin üyesi olarak düşününüz. Çocukluğundan beri bildiğiniz bir adam çıkıp diyor ki, ben peygamberim. Allah beni resul seçti. Size Allah’ın ayetlerini getiriyorum. İnanmanız sizin için yararlıdır. Sizi zorla inandıramam. İnanmazsanız Rabbinizin huzuruna suçlu gidersiniz.
O günlerde Putperest Araplarla Yahudiler arasında ortak noktalar çok. Her ne kadar putperest Araplar kendilerine bir kitap gönderildiğinden söz etmiyorsa da, neredeyse Yahudilerle aynı dine sahipler. Bu ifadeye şaşırabilirsiniz. Şaşırmayın. Sadece şu konulara dikkat edin.
1. Yahudiler İbrahim’e inanıyor. Soylarının İbrahim’in oğlu İshak’tan geldiğini iddia ediyorlardı. Putperest Araplar İbrahim’e inanıyor. Soylarının İbrahim’in oğlu İsmail’den geldiğine inanıyorlardı. Bu söylemler Arapların Müslümanlığından sonra da, Yahudilerle aralarındaki birlik oldu.
2. Putperest Araplar da, Yahudiler de Allah’a inanıyorlardı.
3. Yahudiler kendilerini Allah’ın peygamberlerine dayandırıyor. Kendilerine son olarak Musa’nın geldiğini söylüyorlardı. Putperest Araplar da kendilerini peygambere dayandırıyor. Ancak kendilerine son bir peygamber geldiğini iddia etmiyor. Kendilerine bir peygamber gelseydi daha sadık kalacaklarını söylüyorlardı.
4. Yahudilerin elinde bir kitap vardı. Ancak Putperest Arapların elinde bir kitap yoktu.
5. Putperest Araplar, geçmişlerinde yaşayan birçok kişiyi, tarihlerindeki önemlerinden dolayı, Allah’a yaklaştıran, Allah ile aralarındaki ilişkiyi kuran Rabler edinmişlerdi. Aynı şekilde Yahudiler de hahamlarını, âlimlerini ilah edinmişlerdi. Nitekim Allah, Tövbe suresinin 30-31. Ayetlerinde “Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesih Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar! Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emir olundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır” Demektedir.
Beş madde ile sıraladığımız konulara baktığımızda, putperest Araplarla, Yahudiler arasında temelde bir fark var, kitap ve resul… Hz. Muhammed resul olarak göreve başladığında, Araplar Allah’ın seçtiği bir resule inanmıyor. Allah’tan geldiği söylenen bir kitaba bağlı değiller. Yahudiler Hz. Musa’ya resul olarak inanıyorlar. Allah’tan geldiğini belirtikleri Tevrat isimli bir kitaba göre amel ediyorlardı. Bunların dışında, aralarında hiçbir fark yoktu. Hz. Muhammed’i her iki toplum da çok iyi tanıyorlardı. Her iki toplumun içinde büyümüştü. Hz. Muhammed tüccar olarak kervanlara katıldığında, Medineli Yahudilerle de diyaloglar kurmuştu.
Mekke ve Medine’de geçen Hz. Muhammed’in hayatının ilk bölümü olan Mekke devri, nedense sünnet kavramlarında pek ele alınmaz. Sünnet denilince daha çok Resulün Medine devri akla gelir. Medine’de resulün toplumsal yaşamdaki uygulamaları sünnet konusunun ana dinamikleri olmuştur. Kur’an-daki birçok toplumsal yasanın Medine’de geldiği söylenir. Aslında Mekke döneminde de Müslümanları ve toplumu ilgilendiren birçok yasa gelmiştir. Ancak Müslüman bilim adamlarına göre ahkâm, yani toplumsal yasa denilince Mekke değil Medine önemlidir. Zira Medine’de devlet vardır. Devletin uyguladığı yasa vardır. Hâlbuki toplumsal yasanın temelleri Mekke’de atılmıştır. Bu durumu Mekke’de 12 yıl çalışmamamızda detaylı incelemiştik.
Konunun başında dedik ki, resulün sünnetini anlamak için, yaşamı, basit, yalın, her türlü kutsal değerlerden, mucizevî olaylardan arınarak düşünmemiz gerekir. Mesela; bugün içinde yaşadığımız toplumda, yaşadığımız çağda bir arkadaşımız çıkıyor. Diyor ki, ben peygamberim. Allah beni resul seçti. Benimle size ayetlerini gönderiyor. Bizler onda bizlerden farklı hiçbir şey görmüyoruz. İyi biri… Güvenilir, doğru sözlü. Şimdiye kadar insanların aleyhine bir şey yapmamış. Üstelik adaletiyle, aklıselimliğiyle öne çıkmış. Ama diyor ki ben peygamberim. Bunun gibi, Hz. Muhammed peygamberliğinden söz ettiğinde Mekke’de ve Medine’deki insanların hali buydu. Hiç kimse, resulde farklı bir özellik görmüyordu. İnkâr edenler ondan önemli mucizeler bekliyorlardı ama bir türlü bekledikleri mucize gelmiyordu. Müslümanların tarihini süsleyen mucizevî olayların hiç biri gerçekleşmemişti. İnananlar resule inanmış. Resul inananlara Allah’tan gelen ayetler bunlar dediğinde başlarının tacı yapmış. Hayatlarında uygulamaya çalışmışlardı.
İster Mekke, ister Medine devri olsun, resul inananların lideri olarak, kendi yaşamına, aile yaşamına, toplumla ilişkilerine, inanmış bir mümin olarak örnek oluyor. Sorulara cevap veriyor. Gerektiğinde olaylarla ilgili kararlarını belirtiyordu. Ancak resulün Medine devri dediğimizde olay değişmişti. Resul Medine de sadece örnek, inanmış bir mümin değil, aynı zamanda Medine’yi yöneten bir liderdi. Liderliği sadece Müslümanlara değil, aynı zamanda putperest Araplara, Yahudi kabilelerineydi. Medine’deki yaşamında, ne Müslümanlar, ne Yahudiler, ne de putperest Araplar, resulün yaşamında olağanüstülükler görmüyorlardı. Ondan bekledikleri şey, barış, esenlik, adalet içinde yaşamlarını sürdürebilmekti. Kabileler arası savaşlardan bıkmış Araplar ve Yahudiler, barışı, esenliği, adaleti vaat eden dinin resulü Muhammed’e resul olarak inanmasalar da, onun barış, esenlik, adalet içinde olacağına inanıyorlardı. Zira onların bilgisinde, Hz. Muhammed kendini resul ilan etmeden önce de, barışı, esenliği, adaleti öne çıkaran, bu konuda hılfulfudulda çalışmalar yapan güçlü, karakterli bir insandı. Üstelik bir zamanlar Mekke’yi yöneten, bütün Araplarca sevilen Mekke’nin kralı Abdülmuttalib’in torunuydu.
Bir an Medine’de yaşadığınızı farz edin. Bir Yahudi’siniz. Lideriniz olan Muhammed’den beklentiniz nedir? Bir putperest Arapsınız. Lideriniz olan Muhammed’den beklentiniz nedir? Bir Müslümansınız. Lideriniz olan Muhammed’den beklentiniz nedir?
İşte aranızda yaşayan, sizi yöneten Hz. Muhammed’i, barışçı, adaleti sağlayan, doğru sözlü, riyakârsız bir insan olarak görüyorsunuz. Günümüzün demokratik, laik, çağdaş siyasetçileri gibi, yalan dolan içinde değil. Soygun, talan içinde değil. Gözünüzün önünde, fakirlik içinde yaşıyor. Zaman oluyor çaresizlik içinde senin benim gibi Allah’a yalvarıyor. Zaman oluyor hasta oluyor. Zaman oluyor, hep birlikte açlık, susuzluk yaşıyoruz. Zaman oluyor elimize geçen bol yiyecekleri paylaşıyor. Paylaşıyorken gülüyor eğleniyoruz. Zaman oluyor ağlıyor. Bizden bir farkı yok. Biz nasıl insansak, resulde aynı insan… Allah onu aramızdan resul seçmekle, bizden farklı hiçbir üstünlükle donatmamış. Tam tersine, ona daha çok görev yükleyerek, ona daha çok sorumluluklar yükleyerek bizden farklı kılarken, bizler insanlar olarak daha az görevlere, sorumluluklara sahibiz. Sanki, Resul devrinde, resulü görüp de, resulü anlamak demek, iyi ki ben resul seçilmedim demektir. Zira resul olmanın sorumluğunu hissedenler, insana nasıl bir yük yüklendiğini fark edenlerdir.
Hz. Muhammed’in toplumun lideri olarak, önüne çıkan olayları nasıl çözümlediğine bakalım.
Resulün önüne çıkan olaylar nedir?
1. Müslümanlardan veya Müslüman olmayanlardan gelen sorular.
2. Toplumdaki karışıklıklar.
3. Medine’de yaşayan Yahudiler arasındaki karışıklıklar, anlaşmazlıklar, çatışmalar.
4. Medine’de yaşayan Putperest Araplar arasındaki karışıklıklar, anlaşmazlıklar, çatışmalar.
5. Medine dışından gelen saldırılar, anlaşmazlıklar, karışıklıklar, çatışmalar.
6. Müslümanlar arasında meydana gelen anlaşmazlıklar, karışıklıklar, çatışmalar.
Altı maddede topladığımız olaylar, hukuki, siyasi, toplumsal, sosyal, psikolojik, kültürel olabilir. Her ne olursa olsun, ortaya çıkan olaylarla ilgili çözümler ararken resulün ortaya koyduğu metotlar vardı. Bazen metotlar da sapmalar olsa da, resul genellikle aynı yolu izlerdi. Medine’deki devlet yönetiminde resul, neredeyse istişaresiz hiçbir iş yapmadı. Allah Ali İmran suresinin 159.ayetinde “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever” diyerek, ona takip edeceği yolu gösterdi. Ayrıca Müslümanları, Şura 38. Ayette “Onların işleri, aralarında danışma iledir” diye tarif etti. Ayetleri uygulamakla görevli olan resul, Medine’de hemen her konuda, istişareyi, yani arkadaşlarına danışmayı öne çıkardı.
Resul çözülmesi gereken bir olay varsa yaptığı ilk iş, olayla ilgili ayeti okumaktı. Ancak olayla ilgili herhangi bir ayet yoksa ayetin gelmesini bekler. Bazen ayetin gelmesini beklemezdi. Ayetler, bazen olaylardan önce gelir, bazen de olaylardan sonra gelirdi. Olaylar ayetle çözülüyorsa, resulün olayı ayetle çözme biçimi, çözerken yaptığı açıklamalar, uygulamalar ayetin sünneti olarak ortaya çıkıyor. Resul ayeti hayata geçirmiş oluyordu. Böyle durumlarda resulün kendi aklından, mantığından, duygularından, iradesinden koyduğu hiçbir şey yoktu. O kendisine ayet neyi, nasıl buyurduysa uyguluyordu. Ayet içinde geçen Arapça kelimelerin, Arap dilindeki sözlük anlamları birden farklı anlamlıysa, resul topluma hangi anlamda indiğini belirterek karışıklığı önlüyordu. Mesela; salât kelimesi Arap dilinde farklı anlamlarda kullanılırken, resul salât ayetleri geldikçe hangilerinin dua, hangilerinin dayanışma, hangilerinin namazı ikame etme olduğunu ayırıyor. Böylece ayetlerin sünneti teşekkül ediyordu. Mesela; kıblenin tayininde, kıble anlamının ne olduğu konusunda, sözüyle, tavrıyla hareketini belirliyor. Yönünü Mekke’ye çevirirken, duasında, salâtının ikamesinde, düşüncelerinin, hayallerinin ikamesinde, kıblesini gerçekleştiriyordu. Mesela; Bakara suresinin 187. Ayetindeki, “Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar, yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın” ifadesindeki beyaz, siyah ipliğin ne olduğunu bize resul açıklıyor. Açıklaması vahyin sünneti oluyordu. Resulün açıklamasından giderek, siyah ipliği gecenin karanlığı, beyaz ipliği sabahın beyazlığı olarak ufukta arıyoruz. Hâlbuki Resulün açıklamasını bilmeyen sahabe, yastığının üzerine beyaz ve siyah iplik koyarak, ikisi net ayrılıncaya kadar yiyip içmişti.
Bazen olayların çıkmasına neden olan ayetlerin gelmesiydi. Herhangi bir şey yokken Allah bir ayet gönderiyor. Toplum gelen ayetle değişime uğruyordu. Toplumdaki değişimi olay olarak aldığımızda, olayın kaynağının vahiy olduğunu görüyoruz. Gelen ayetle toplumdaki değişimleri sağlamak için resulün yaptığı açıklamalar, uygulamalar, vahyin sünnetiydi. Ayetler her zaman bizim bugünkü anladığımız anlamlarda gelmiyordu. Mesela; bugün zekât diye bildiğimiz. Verilmesi zorunlu olarak bilinen zekâtın kaynağı olarak bilinen tövbe suresinin 60. Ayeti “Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” derken, ayetteki sadakaların uygulanmasında, devlet olarak resul irade olmuş, toplatmış ve dağıtmıştır. Hâlbuki sadaka denilince, verilmesi zorunlu olmayan yardımlar akla geliyor.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Ayetler ister sonradan gelerek olaylara hükmetsin veya olayları yorumlasın, ister önceden gelerek yeni olaylar doğursun fark etmez. Olayları açıklayan, hükmeden ayetler varsa, ayetlerin olayları açıklamasıyla, hükmetmesiyle ilgili resulün, ortaya koyduğu tüm açıklamalar, uygulamalar, vahyin sünnetinden ibarettir. Ayetlerle ilgili resul tarafından yapılan açıklamaların, uygulamaların bize intikali, tarih sürecinde farklı boyutlar kazanabilir. Önemli olan öncelikle konuyu hangi boyutta değerlendireceğimizdir. Yani; bizler bugün, ayetleri Arapçasından okuyup, Arap dilinde kelimelere verilen sözlük, ıstılah anlamlarından giderek, seçim yapıp ayetleri anlamaya mı çalışacağız? Yoksa aynı çalışma içinde, resulden geldiği rivayet edilen ayetlerin uygulamasına yönelik bilgileri de analiz ederek, ayetleri resulün anlattığı gibi anlamaya, uyguladığı gibi uygulamaya mı çalışacağız? Eğer birinci konumu seçersek, yani ayetleri anlama da, uygulama da resulden gelenlere dikkat etmezsek, kendimizi resul yerine koymuş oluruz. Çünkü resullerin görevi, ayetleri açıklamak, uygulamaktır. Kendimizi resul yerine koyma hakkımız var mıdır, yok mudur? Sorgusunda ciddi sorumluluklar yüklenmemiz gerekir. Dikkatli olmak gerekir. Zira Allah’ın resul seçmediği kişilerin kendilerini resul yerine koymaları yeni bir din üretmektir. Tıpkı, geçmişteki hahamlar, rahipler ve bilginlerin yaptığı gibi, kendilerini resul yerine koyanlar, aynı zamanda kendilerini rab yerine koymuş olacaklardır. Çünkü resulün ayetlerin hayata geçirilmesine yönelik, sözlü açıklamaları, fili uygulamaları kendisine ait değildir. Allah’ın gönderdiği ayetlerin resullük sıfatıyla kendisine ilka ettiğidir. Yani resulün ayetleri açıklaması, uygulamasının örnekleştirilmesi insani değil, ilahidir. Bu durumu daha önce detaylı açıklamıştık. Hiçbir zaman ayette geçen Arapça kelimenin birden fazla, farklı anlamları vara, resulün anlamlardan birini seçmesi içtihadi değil, vahyidir. Resul ayeti o anlamda alır, o anlamda okur, o anlamda açıklar.
Olaylar Müslümanları, putperest Arapları, Yahudileri ilgilendirebilir. Fark etmez… Burada önemli olan olayların, açıklanmasına, hükmedilmesine yönelik bilgi kaynağıdır. Ayet Allah’tan gelen bilgiler olarak, Medine’de yaşayan Yahudiler, putperest Araplar ve Müslümanlar için gönderilmiş olabilir. Nitekim Bakara, Ali İmran, Nisa, Maide surelerinde Yahudiler için ayetler gönderilmiştir. Müslümanlar; ayetler hangi toplum için gönderilirse gönderilsin, ayetlerden kendilerine yönelik dersleri almak zorundadırlar. Bu ayetler Yahudileri, bu ayetler putperestleri ilgilendiriyor deyip işin içinden sıyrılamazlar. Müslümanlar her ayetten sorumludurlar. Zira her ayetle, inançlarını, Allah’ın emirlerine göre yaşamlarını test etmekle mükelleftirler.
Peki, olaylarla ilgili ayet yoksa resul ne yapmaktadır? Biraz önce ayet yoksa ayetin gelmesini bekliyor dedik. Bekledi ayet gelmedi. Ayet gelmediği zaman ne olacak? Şimdi bu konuyu incelemeye başlayalım. Hakkında ayet gelmeyen olaylar üç türlüdür.
Birincisi; Müslümanlar arasında gerçekleşen, sadece Müslümanları ilgilendiren olaylar.
İkincisi; Medine vesikasındaki kurallara göre, Müslüman olmayanlar arasında gerçekleşen, Yahudileri, Putperest Arapları ilgilendiren olaylar.
Üçüncüsü; Medine’de yaşayan bütün insanları ilgilendiren olaylar. Yani öyle bir olay var ki, hem Müslümanları, hem Yahudileri, hem de Putperest Arapları ilgilendiriyor.
Resul herhangi bir ayetle olayı çözemiyorsa, öncelikle Medine vesikasına müracaat etmektedir. Çünkü toplum, barış ve esenliğe, Medine vesikası hükümleri doğrultusunda uyacağına biat etmiştir. Medine vesikası, ayetlerden sonra gelen bir toplumsal sözleşmedir. Resul Medine’nin lideri olarak toplumsal sözleşmeye uymak zorundadır. Sözleşmeyi uygularken, danışma meclisine, Müslümanlardan, Yahudilerden, putperest Araplardan insanlar alır. Danışma meclisinde Müslüman olmayanları daha çok kabile reisleri temsil ederler.
Resul olayla ilgili olarak, ayetlerde bir şey bulamadı, Medine vesikasında da yok. O zaman lider olarak olayı çözecek, olayla ilgili hüküm verecek, uygulamaya koyacaktır. Olayın ilgililerine göre, yani Müslümanlar veya Müslüman olmayanlara göre veya bütün toplumu ilgilendiriyorsa, hepsine göre, danışma meclisi oluşturarak, olaya hükmünü verir. Resul devleti yönetirken, toplum liderlerini, toplumun önde gelenlerini sıfırlamaz. Resulün yönetiminde tepeden inme yönetim tarzı yoktur. Allah’ın talimatına uyarak, her konuda danışmayı öne çıkarır.
Resulün olayla ilgili danışarak verdiği hüküm, onun devlet başkanı olarak içtihadıdır. Resul ayet olmayan, Müslümanların bireysel hayatlarını ilgilendiren konularda da, sorular sorulduğunda ayet yoksa içtihat eder. Kendisiyle ilgili konularda da içtihat etmiştir. Mesela; evlatlığı Zeydin evlenmesine ön ayak olmuştur. Halbuki Zeydin evlendiği kadın Zeynep Binti Caşh, resule âşık, resulle evlenmek isteyen birisidir. Kadının bu yöndeki durumunu resulün bildiği söylenir. Resul Zeyd ile Zeynep’i evlendirmiş. Evlilik yürümemiş. Daha sonra resul Zeynep’le evlenmiştir. Hâlbuki resul, Zeyd ile Zeynep’in boşanmasını istememekte, Zeynep ile evliliği kendisine yedirememektedir. Ancak Allah’ın Ahzap 37. Ayeti “Allah’ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: "Eşini bırakma, Allah’tan sakın" diyor, Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah’tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah’ın buyruğu yerine gelecektir” diyerek konuyu noktalamıştır.
Resulün ortaya çıkan olaylarla ilgili verdiği içtihadi hükümler tatbik edilirken, içtihatlarla ilgili ayetler gelir. Gelen ayetler iki yönlüdür.
Birincisi; gelen ayet, resulün içtihadını ret eder. Yani çıkan olayla ilgili ayet olmadığı için resul içtihat etmiş. Ancak Allah resulün içtihadını ret etmiştir. Mesela; Bedir savaşından sonra gerçekleştirilen ganimet paylaşımı, esirlerin okumayı öğretme karşılığı af edilmesi veya fidye alınıp salınması hükmüne karşılık Allah, enfal suresinin 67.68.69 ayetlerinde “Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiçbir peygambere esirleri bulundurması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin. Ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah bağışlayan, merhamet edendir” diyerek karşı çıkmıştır. Yine biraz önce verdiğimiz Zeynep ile evliliği konusunda gelen ayet, resulün kendisine yönelik içtihadını ret etmiştir. Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Konumuz sünneti anlamak olduğu için örnekleri yeterli görüyorum. Resulün içtihatları, vahyin sünneti değildir. Ancak lügat anlamında sünnettir. Istılah anlamıyla sünnet değildir. Ayetlerle ret edilen uygulamalar, tamamıyla ortadan kaldırılmıştır.
İkincisi; Resulün içtihatlarını onaylayan ayetler gelir. Olayla ilgili ayet yokken resul arkadaşlarıyla danışarak içtihat eder. İçtihat ettiği hüküm uygulanırken, resulün uygulamasını destekleyen ayet gelir. Mesela; Bakara 194. Ayette Allah “Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir” diyerek resulü desteklemiştir. Tarihi bilgilere göre, Mekkeliler haram aylardan sonra Medine’ye saldırmak için plan yapmışlar. Yaptıkları plana göre Ebu Süfyan’ı Şam’a savaş araç gereçleri almak için göndermişler. Gizliden gizliye ordu toplamaya çalışmışlardır. Resul devlet başkanı olarak, boş oturmamış. İstihbaratını kurarak, Medine’ye karşı kurulan tuzakların haberlerini almıştır. Ebu Süfyan’ın kervanını adım adım izlettirmiş. Medine’nin yanından geçerken kervana saldırarak savaş araç gereçlerini ele geçirmek istemiş. Küçük bir müfreze hazırlayarak kervana doğru harekete geçmiştir. Elbette Mekkeliler eli boş durmuyordur. Onlarda Medine’yi takip ediyorlar. Ebu Süfyan’da Medine’yi takip ediyor. Ebu Süfyan Hz. Muhammed’in kervana saldıracağını öğrenince ters istikamette kaçmaya başlamış. Mekkeliler acele bin kişilik bir ordu hazırlayarak peygamberin müfrezesine saldırmayı düşünmüşler. Peygamberin müfrezesi 300 kişi civarındadır. İki ordu Bedir’de karşılaşarak savaşmış. Aslında peygamber savaşmayı istememiş, savaşı önlemek için savaş hazırlıklarını engellemeyi düşünmüştür. Bütün bu olaylar haram aylar içinde olmaktadır. Savaş sonu Mekkeliler yenilince, peygamber aleyhinde “bu ne biçim peygamber? Ne insanlara, ne haram aylara saygısı var. Haram aylarda savaş çıkarıyor” diyerek propaganda yapmaya başlamışlardır. Bunu üzerine gelen bu ayet resulü desteklemiş. Propagandalardan etkilenen, Müslümanlar, Medine’deki Yahudiler, putperest Araplar, propagandaların etkisinden kurtarılmıştır.
Resulün ayetlerle desteklenmiş içtihatları, ayet gelmeden önce lügat olarak sünnetti. Istılah olarak sünnet değildi. Kavram olarak sünnet değildi. Ancak destekleyen, içtihadı tasdik eden ayetler gelince, resulün içtihadı, içtihat olmaktan çıktı. Uygulama insani olmaktan çıktı. Vahyin uygulaması haline geldi. Böylece, uygulamalarla ilgili açıklamalar, uygulama şekilleri vahyin sünneti oldu.
Peki, resulün içtihatları uygulanmaya devam ediyor. Zaman içinde içtihatları ret eden, tasdik eden hiçbir ayet gelmiyor. Ve resul ölüp bu dünyadan göçüyor. Resulün ölümüyle ayetlerin gelmesi bitiyor. Böylece resulün içtihatları içtihat olarak kalıyor. Eğer ayetler gelmeye devam etseydi. İçtihatların ret edilme, tasdik edilme şansları vardı. Ama bu şanslar ortadan kalktı. Bu durumda resulün içtihatlarıyla ilgili, açıklamalar uygulamalar ne olmaktadır? Sünnet tanımlarıyla sorgulama yaparsak, içtihatla yapılan açıklamalar, uygulamalar, lügat tanımıyla sünnettir. Istılah tanımıyla sünnet değildir. Kavram anlamıyla sünnet değildir. Çünkü verilen karar insanidir. Vahyin açıklamasına, uygulamasına yönelik değildir. Din Allah’ın ayetlerinin yaşama aktarılmasından ibarettir. Resulün içtihatlarının ayetlerin yaşama aktarılmasıyla ilgisi yoktur. Zaten içtihat ayet olmadığı için yapılmıştır.
Allah bakara suresinin 151. Ayetinde “Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resul gönderdik” demektedir. Bu ayetin yorumunda birçok Müslüman bilim adamı kitaptan kastın ayetler, hikmetten kastın ayetlerin açıklamasına, uygulamasına yönelik, anlayış, kavrayış olduğunu söylemiştir. Zira hikmet Osmanlıca lügatte (Ferit Develioğlu) Arapçadan Osmanlıcaya “hâkimlik, hukukla ilgili pratik” olarak geçirilmiştir. Türk dil kurumunun Türkçe sözlüğünde hikmet kelimesi; “Bilgelik, felsefe, sebep, gizli sebep, Tanrının insanlarca anlaşılamayan amacı” gibi anlamlarda tanımlanmıştır. Bugün nasıl, Müslümanlar bir ayet okuyunca, doğrusunu anlamak için, geniş bilgisi olanlara gidiyor, soruyor veya derin araştırma yapıyorsa, resul zamanında da, Müslümanlar okunan ayeti daha iyi anlamak için resule gelip soruyorlardı. Resul onların sorgularına karşılık, hikmet kelimesinin anlamı içeriğinde, ayeti açıklayarak, anlamını netleştiriyor. Ayet bir konuya hükmediyorsa, hükmün özünü belirtiyordu. Resulün ayetlerle ilgili açıklamaları herhangi bir insanın açıklamaları gibi değildi. Zira o, bu görevi resul olarak yapıyordu.
Günümüzde resulden geldiği rivayet edilen hadis külliyatları mevcuttur. Resulün danışmanlığını yapan, özellikle devlet yönetiminde aktif görev alanlardan çok fazla hadis gelmemesine rağmen, bazı sahabelerden çok fazla hadis rivayet edilmiştir. Rivayet edilen hadislerin doğru geldiği veya gerçekten resule ait olup olmadıkları bir yana, öncelikle ayetlerle ilintisinin olup olmadığına dikkat edilmelidir. Zira resul adına gelen bilgiler ancak ayetlerin açıklamasına, uygulamasına yönelik konularda önemlidir. Eğer gelen bilgiler hakkında bir ayet yoksa resulün içtihatlarıyla ilgili olabilir. Onun için öncelikle Müslümanların bu ayrıma çok dikkat etmeleri gerekir.
Müslümanlar vahyin sünnetine uymak zorundadırlar. Lügat anlamında sünnet tanımına giren resulden gelen bilgiler Müslümanları ilgilendirmez. Istılah anlamında sünnet tanımına giren bilgilerde geçmişte karmakarışık hale getirilmiştir. Ayrıştırmak için dikkatli analizler yapmak gerekir. Aslında ıstılah anlamındaki sünnette Müslümanları bağlayacaktır ama belirttiğim gibi doğru analizin yapılması gerekir.
Günümüzde Kur’an yolundan gittiğini ifade eden birçok insan, sünneti dışlarken, ayetleri kendi iradelerine göre yorumlamaktadırlar. Bazıları da, geçmişten gelen hadisleri sünnetin temeli olarak kabul edip, ayetlere göre analizi göz ardı etmektedirler. Hatta öyle ki, hadis derleyen hadis âlimlerinin usullerini, yorumlarını bile hesaba katmadan, hadisleri dinin temeli saymışlardır. Hâlbuki hadis derleyiciler bile derledikleri hadisler hakkında kesin delil olma noktasında şerhler koymuşlardır.
Resulün yaşamından bu yana 1500 yıl geçmiştir. Bugün İslam’ı öğrenmek için yola çıkan Müslümanların daha dikkatli, tutarlı, araştırmaya, bilgiye önem veren tutum içinde olmaları gerekmektedir. Aksi halde, toptan hadisleri kabul ile toptan ret tutumlarının Müslümanlara hiçbir faydası yoktur. Her şeyden önce iyi bilinmelidir ki, resulün yaşamından gelen bilgileri toptan ret, aynı zamanda Kur’an-ı da rettir. Zira Kur’an günümüz insanlarının eline inmemiş. Günümüz insanlarının elindeki Kur’an, ret edilen kültürün bize getirdiği kitaptır
Devamı gelecek haftaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.