- 1703 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
378 - HAYAT
Onur BİLGE
Sakin, sessiz bir günün sabahıydı. Mart, toprağa sihirli değneğiyle dokunmaya, uyuyan bitkileri uyandırmaya başlamıştı. Ağaçların kuru kollarından parmak uçlarına kadar su yürümüş, yapraklar yeşil yeşil bakmaya, çiçekler rengârenk gülümsemeye durmuştu. Bir bahar şarkısı daha başlamıştı.
Hava, su ve toprak, sırasıyla ısınmış, bir bahar daha uyanıyordu. Sadece sabah ve akşam görülebilen güneş, gücünü göstermeye başlamış, tüm uyuşukluğunu atarak her yeri hâkimiyeti altına almaya çalışıyordu. Ulaşabildiği yerlerin gözyaşlarını kurutuyor, elinin değdiği yanakları sıcacık avuçlarıyla okşuyor okşuyordu… Bir sevda mevsimi daha başlıyordu.
Virane’de durgun bir hava vardı. Radyoda hafif müzik, ortalıkta sükûnet, ders çalışanlar, kitap okuyanlar, bir şeyler yazanlar, karalayanlar… Herkes kendi âleminde, her şey kendi feylindeydi.
Şubat arkasını dönüp gitmiş, mart yağmurlarını alıp gelmişti. Serpmişti damla damla bahçelere bağlara… Dağları taşları, ağaçları dalları yıkayıp yıkayıp kurutmuştu. Unutmuştu Bursa Ovası karı kışı, kasırgayı borayı, o dondurucu soğuğu, donu, ayazı… Toprak çim tutmuştu. Bir aşk masalı daha başlıyordu.
Yakındı çiğdem çiçek, renk cümbüşü. Yakındı tül kanatların sessiz orkestrasıyla dans gösterisi. Yakındı, tozlu ağaçların yıkanıp paklanması, canlanıp süslenmesi… Canlanması doğanın… Derken kıpırtı, şırıltı, cıvıltı ve tıpırtı… Bebeklerin gülüşü, saçların dağılıp bükülüşü… Dökülüşü yaşam sevincinin ortaya… Hayatın ovaya serpilişi… İlkbaharın gelişi…
“Üç cemre de düştü, çocuklar.” dedi, Define.
“Ne cemresi?” diye sordu, Melike. Anında Neşe:
“Nasıl bir şey o?” Işıl geri kalır mı? O da atıldı, merakla:
“Nereye düştü?”
“Hay ağzımı açmaz olsaydım! Şu dilimi tutmayı bir türlü öğrenemedim gitti! Ah benim aptal kafam!.. Ne güzel ders çalışıyordunuz. Yine bir curcunadır gidecek! Bir yere bir şeyin düştüğü yok. Öyle denir, işte!”
Çocukluğuma gittim o anda. Okul öncesi çağıma… “İlk cemre düştü! Havaya…” derdi annem. Cemre arardım havada. Yoktu. Bir şey göremezdim. “Nasıl bir şey o?” diye sorardım, söylemezdi. “Öyle denir.” derdi, sadece. Bir hafta kadar sonra: “İkinci cemre düştü.” derdi. “Nereye?” diye sormadan eklerdi: “Suya…”
Arıkların içinde cemre arardım. Hele bir defasında, o zamana kadar görmediğim bir karış kadar uzun ve incecik, ipliğe dizili siyah minicik boncuklar gibi bir yapıya sahip olan, yılan gibi kıvrılarak sürünerek arığın içinde hareket eden bir yaratığı cemre sanmıştım. Annem: “O değil… Cemre görünen bir şey değil…” demişti. Aramaktan vazgeçmiş ama ne olduğu, bu sözün nereden geldiği konusundaki merakımdan kurtulamamıştım. Herkes birbirine cemrelerden bahsederdi, müjde verircesine. Nihayet: “Üç cemre de düştü. Toprak da ısındı. Bahar geldi!” derlerdi.
“Neden öyle derler o zaman?” diye sordu, Neşe.
“Aman… Ne bileyim! Öyle derler işte. Bahar gelmeden hava ısınır gibi olur biraz. Sonra suyun damarı kırılır. Derken toprak ısınır.” dedi, Define.
Kırlar canlandı gözümün önünde. Çocukluğumun kırları… Nasıl da gelirdi Antalya’ya ilkbahar! Evimizin etrafında boş arsalar… Arsalarda kayalar, taşlar, düz alanlar… Kırmızı çamurlu sokak araları, su birikintileri… Her eve uğrayan, her bahçeyi sulayan arıklar… Portakal bahçeleri, alabildiğine… Limon kokulu serinliği dalların… Altlarında çimenler… Eli bıçaklı Giritlilerden korkan körpe otlar… Labadalar, marasalar, turp otları…
Erken düşer güneye cemre. Torosların karı erimeden… Toprak tez ısınır, tohumlar çatlar… Boy atar çimenler, çiçekler açar. Papatyalar, gelincikler, çiğdemler… Kurt kuş yuvasından çıkar. Doğada bir hareket, bir telaş… Kış bitmeden bir bahar şarkısı daha başlar.
Bursa ovası acelesiz… Toprak emin kendisinden! Nasılsa verimli, bereketli… Hayat geliyor dağlara taşlara… Hay sıfatıyla tecelli ediyor, Yaratan. Yeni baştan yaratıyor, sararttıklarını, soldurduklarını… Öldürdüklerini diriltiyor, yeni baştan…
Hayat, ezelden ebede aynı... Muhyi, İhya fiiliyle yarattıklarına can vermekte… Hay, vacip bir sıfat... Canlılarınki gibi ruhla maddenin muvakkaten birleşmesi gibi geçici değil, ebedi ve hayatın kaynağı...
Birkaç gün sonra yemyeşil olacak her yer. Çiçekler, meyveye ve tohuma hazırlanmaya başlayacak. Hayatın devamı için gereken yiyecekler de hayatın en önemli kaynaklarından olan su gibi topraktan fışkırmakta. Hava, en mükemmel bileşimiyle her yerde, bol miktarda ve sürekli tazelenmekte... Güneş, her günkü işini sektirmeden yapmakta, programlandığı gibi hareket ederken üstüne düşen her görevi harfiyen yerine getirmekte... Haddini bilmekte, yörüngesinden bir milim sapmamakta.
Toprak, su, hava, ateş… Dört ana unsur… Dört anasır… Her biri boyun eğmiş, kendince ibadette… Nasıl da el ele vermiş, kulluk etmekteler! Ne kadar güzel bir birliktelik sergilemekteler! Hayat bulma ve hayatın devamı konulu filmde oynamakta, başrolü paylaşmaktalar.
Kendiliğinden canlı olmak, yoktan canlı yaratmak, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, ezelden ebede canlı kalmak… Akıllarla durgunluk!
Hay’dan geldim, Hu’ya doğru gitmekteyim. Sudan geldim, kuruyorum, bitmekteyim… Hay, hayattır. Canlı O’dur. Ben var mıyım? Her şey O’nun… Ten, can O’nun… Ben fakirim. Önüm sudur, sonum toprak, hem hakirim.
En büyük zenginlik hayat ve sıhhat! En değerli sermaye… Lokman Hekim, ölümsüzlük iksirini aramış, güya bulmuş da formülünü kaybetmiş. Bence o formül ona ve onun gibilere hikmet olarak verilmiş, kayda geçmiş de öğüt almak istemeyenler okuyup uygulamaya yanaşmıyor.
’Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikir ve tespih ediyor, sen ise uyuyorsun.’ diyor, mesela. Hazreti Ali’nin: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!” dediği gibi… Allah’ın zikrinden uzak olanları diriltmeye çalışıyor. Hayat iksiri, Allah’ın zikri!
Bütün hekimlerin piri, üstadı… Adına sure inen kişi… “Biz, Lokman’a hikmet verdik!” ayetiyle ilmine işaret edilen: ’Ey oğlum! Âlimler meclisine devam et. Bahar yağmuru ile yeryüzünü yeşillendiren Allahü Teâlâ, âlimlerin meclisindeki hikmet nuru ile de müminlerin kalbini aydınlatır.’ diyen zat!
’Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecburiyetinde kaldığın gibi ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan, uykudan uyanma. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.’
Demiş işte diyeceğini! Daha ne desin? Anlatmış hayatı, hayat bulmayı, uykuyu uyanmayı, ölümü dirilmeyi… Toprakla örneklemiş. Yaratılışı, diriltilişi anlatmış. Bahar yağmuruyla yeryüzünün nasıl yeşertildiğini… Binlerce kez tekrar edenler gibi tekrar etmiş, Hay’dan gelinip Hu’ya gidildiğini, selden gelinip suya gidildiğini…
Dünyaya meyledip yaşamaya dalarak, yaşam veren, yaşatmakta olan, öldürdükten sonra tekrar diriltip sonsuz hayat bahşedecek olan Allah’ı unutup, arzu ettiklerini elde etmek için en büyük put olan paraya taparak araya gitmemeleri için insanlara gereken nasihatlerin her biri birer ölümsüzlük iksiri…
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 378
YORUMLAR
Sakin, sessiz bir günün sabahıydı. Mart, toprağa sihirli değneğiyle dokunmaya, uyuyan bitkileri uyandırmaya başlamıştı. Ağaçların kuru kollarından parmak uçlarına kadar su yürümüş, yapraklar yeşil yeşil bakmaya, çiçekler rengârenk gülümsemeye durmuştu. Bir bahar şarkısı daha başlamıştı.
işte burada dur usta kalem başlangıcı ama büyüleyiciydi....saygılar en yoğunundan