- 646 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (18)
SÜNNET (1)
Müslümanların tarihinde en çok tartışılan konulardan biri sünnet kavramıdır. Klasik ehlisünnet kültürü, sünneti dinin kaynağı kabul eder. Aynı şekilde ehlisünnet anlayışına karşı günümüze kadar en büyük gücü, muhalefeti oluşturan Caferi mezhebi de sünneti dinin kaynağı kabul eder.
Alevi grupları, Arap ve Türk kökenli olarak ayrıldıklarında, sünnet konusunun algılanışı değişir. Türk kökenli aleviler, peygamberden gelen sünnete Arap geleneklerinin din edinilişi olarak baktıklarından, dini yaşamlarında resulden geldiği rivayet edilen bilgilere önem vermezler. Arap kökenli alevi grupları ise, kendi gelenekleriyle çatışmayan Arap gelenekleriyle, peygamberden gelen bilgileri dini yaşamlarına esas alırlar. Aslında Arap kökenli Alevilerle, Caferiler, ehlisünnet arasında çok önemli farklar yoktur. Siyasi, kültürel, inanca ait konularda, kelimeler üzerinde yarattıkları yorumlar nedeniyle birbirinden farklıymış gibi davransalar da, özde birdirler. Ehlisünnet, Caferi, Alevi mezheplerinin ortak noktası, kitabın kabulü, sünnetin kabulü, imamların masumluğu, tartışılmazlığı üzerine kuruludur. Elbette kitabın, sünnetin, imamların masumluğunun kabulünde, tartışılmazlığında yorum farkları vardır. Zaten yorum farkları farklı mezhep olmalarını sağlar. Ehlisünnet mezhepleri Alevilerin ve Caferilerin imamların masumiyeti konusunu eleştirirken, mezhep imamlarını tartışılmaz, sorgulanamaz kılarak aynı kervana katılırlar. Ehlisünnet mezhepleriyle, Caferi ve alevi mezheplerinin arasındaki farklılık siyasidir. İlk yargıda, ehlisünnet mezhepleri, resulden sonra devam eden hilafet yönetimlerini kabul eden, Alevi ve Caferi mezhepleri de yönetimlere muhalefet eden olarak kabul edilir. Her ne kadar ehlisünnet imamlarından birçoğunun, mevcut yönetimlere karşı hareketleri olsa da, görmezlikten gelinir.
Sünnet konusunu mezheplerin bakış açılarından farklı ele almak gerekir. Zaten mezhepler kendi bakış açılarıyla sünnet konusunda birbirine düşmüşlerdir. Günümüzde de sünnet konusu, Kur’an üzerine yürüdüklerini söyleyen Müslümanlar tarafından farklı açılardan değerlendirilmektedir. Geçmişlerin deyimiyle ifrat, tefrit konusu, sünnet kavramında etkenliğini sürdürüyor. Genelde sünnet konusunun temelini teşkil eden hadis derlemelerinin sonraki dönemlere ait olması, derlenen bilgilere karşı güvensizlik öne çıkarılarak, toptan retçiliğe ulaşan yorumlar, Kur’an üzerine yürüdüğünü iddia eden bazı grupların temel bakış açısıdır. Resul kelimesinin dil yapısından giderek, günümüzde kendilerini resul ilan eden birçok insan vardır. Onlar resulün sünneti yerine kendi sünnetlerini oluşturma gayreti içindedirler.
Sünnet konusundaki tartışmaları bir kenara bırakarak, konuyu temelinden ele almanın yararlı olacağına inanıyorum. Arapça bir kelime olarak sünnet;
Lügatte: Hitan olarak da geçer. Takip edilen yol, örf, anane, adet, din, mezhep, görüş olarak geçerken, bazı lügatlerde iyi ahlak olarak da tarif edilmiştir.
Istılah anlamında: Allah (cc) resulünün söz, fiil ve takrirleridir.
Kavramlaştırmada: Allah (cc) resulünün, Allah’tan gelen vahyi, açılaması, hayatta uygulamasıdır.
Olarak tarif edilmiştir. Edilmeye çalışılır.
Sünnet kelimesinin lügat anlamı olan, takip edilen yol, örf, anane, adet, din, mezhep, görüş anlamları, Arap halkının kullandığı anlamlardır. Lügat anlamıyla sünnet kelimesi, her kişi, toplum için kullanılabilir. Allah da ayetlerinde, Sünnetullah ifadesiyle kendisi için kullanmaktadır. İnsanın veya toplumların takip ettikleri yol, örf, anane, adet, din, mezhep, görüş, o insanların veya toplumların sünnetidir. Mesela; bu açıdan ehlisünnet, Müslüman topluluklarının bir kısmının takip ettiği sünnettir. Yine Caferilik veya Alevilik, bazı Müslüman toplulukların takip ettiği sünnettir. Kişisel olarak ele aldığımızda, inansın inanmasın, her insanın takip ettiği, yol, adet, mezhep, din, görüş, örf, sünnet kelimesiyle nitelendirilebilir. Ebu Cehil’in sünneti… Hz. Ömer’in sünneti… Veya putperestlerin sünneti… Budistlerin sünneti. Ateistlerin sünneti. Laiklerin sünneti… Müslümanların sünneti... Gibi nitelendirmeler yapılabilir. Batı toplumlarının gittiği yolu Arapça tabirle ifadelendirirsek, batılıların sünneti diyebiliriz. Nitekim klasik fıkıh da, resulün dışındaki kişiler için sünnet kelimesini kullanmıştır. Klasik fıkıhta sünnet kelimesinin genelde sahabeler için kullanıldığını görmekteyiz.
Istılah anlamında sünnet, Allah resulü Hz. Muhammed’in söz, fiil ve takrirleridir. Söz resulün konuşmalarını, fiil yaptıklarını, takrir ise susarak onayladıklarını ifade eder. Yani; herhangi bir konuda resul konuşarak açıklamalar yapmıştır. Sahabeler resulün yaşamından yaptıklarını haber vermişlerdir. Ve resul bazı sorulara karşılık susarak onaylamıştır. Yani itiraz etmemiştir. Mesela; “ya resulüllah ben böyle yapıyorum, veya böyle düşünüyorum, doğru mu?” Sorusuna karşılık resul doğru, yanlış dememiş. Susarak onaylamıştır.
Her insan, takip ettiği yolu, âdeti, dini, mezhebi, örfü, görüşünü yaşarken, söz söyler, fiil işler, susarak tavır sergiler. Bu nedenle klasik fıkıhta, yani hukukta, sünnet kelimesi özelleştirilerek, lügat anlamından çıkarılmış, sadece resul için kullanılır hale getirilmiştir. Klasik hukukta, kelimelere yüklenilen lügat anlamların, sadece bir hususa, bir kişiye özgü tanımlanmasına ıstılahlaştırma denilmiştir. Böylece sünnet kelimesi sadece resulü özgü kılınarak algılanmış. Böyle tanımlanmıştır. Mesela; vahiy denildiğinde, sadece Allah’tan gelen bilgiler, hükümler olarak algılanmış. Vahiy kelimesinin sadece Allah’tan gelen bilgilere özgü kılınması vahiy kelimesini ıstılahlaştırmaktır. Müslümanların kültüründe, Müslüman ilim adamlarının, bazı Arapça kelimelere yükledikleri bu anlamlara ıstılahlaştırma denilmiştir. Müslüman ilim adamları bazı kelimeleri ıstılahlaştırarak, farklı yorumların önüne geçmeyi amaçlamışlardır. Onun için sünnet denilince, resul akla gelecek… Vahiy denilince Allah’tan gelen bilgiler akla gelecek. Kimse, kelimelerin sözlük anlamlarından giderek, kelimeleri anlam genişliğinde anlamayacak.
Kelimeleri kavramlaştırma hareketi, Müslüman dünyasının batı dünyası karşısında yenilgisiyle ortaya çıkmıştır. Kelimelere ıstılah anlamları yükleme, Müslümanların devletlerinin, yani iktidarlarının varlığında, toplumda kültürü düzenlemek, yönlendirmek için yapılmıştı. Kavramlaştırma ise, kültürleri düzenleme, yönlendirme değildir. Müslümanların yeniden dirilişini gerçekleştirmek, geleneksel İslam anlayışından ayetlerin anlattığı İslam anlayışına ulaşmak için yapılmıştır. Bir bakıma, kelimelere yüklenen ıstılah anlamları Müslümanların iktidarını, kavramlaştırma ise Müslümanların iktidara yürüyüşü simgeler. Yaklaşık 1950’lili yıllarda başlayan kavramlaştırma hareketi, o günden bu güne değişik boyutlarıyla devam etmektedir. Ülkemizde Müslümanlar ilk defa, Ebul Ala El Mevdudi’nin Kur’an-da dört terim kitabıyla kavramlaşma hareketinin içine girmiştir. Daha sonraki yıllar, Müslümanlar ayetlerle tanıştıkça, Kur’an-ı anlamıyla okumalar çoğaldıkça, İran’da Müslümanlar kapitalizme karşı büyük bir devrim kazanınca, kavramlaşma Müslümanların gündeminden düşmemiştir. Din, mabut, ilah, Rab, dar, vahiy, devlet kavramlarının yanında, içtihat, sünnet, vahiy kelimeleri de, ıstılah anlamlarının dışında yeniden değerlendirilmiş. Adeta her konu, ayetler doğrultusunda yeniden ele alınmaya başlamış. Müslümanların tarihinden gelen klasik kültür, bütün temelleriyle yeniden değerlenmiştir.
Sünnetin kavramlaştırılmasında, sünnet; resulden gelen bilgilerin tamamı ele alınmaz. Kavramlaştırma hadisesinde sünnet, Allah resulünün vahyi, söz, fiil, takrirleriyle, yaşama aktarmasıdır. Yani vahyi esas alan resulün yaşamıdır. Vahyin dışında resulün yaşamı var mıdır sorgusunda elbette resul vahyin olmadığı alanlarda da, söz söylemiş, fiil işlemiş, takrirlerde bulunmuştur.
Ayetlerde geçen kelimelere kavram anlamı yüklemek iyi bir şey olmasına rağmen, ileriyi düşündüğümüzde, aynı zamanda kötü bir şeydir. Çünkü kavramlaştırma eylemi, insanların, kültürlerine, yaşamlarına, şartlarına göre oluşmaktadır. Aklın, mantığın, iradenin devreye girdiği kavramlaştırma olayında, Müslümanların içinde bulundukları şartlar vardır. Şartlar değişince ne olacaktır? Örneğin; Müslümanların iktidarı döneminde yapılan Istılahlaştırma çalışmalarının bugün anlamını kaybettiği gibi, yarın Müslümanlar tekrar iktidar olurlarsa, kavramlaştırmalarda anlamını kaybedecek midir? Veya Müslümanların kültürü geliştikçe, kavramlaştırdıkları anlamlar değişecek midir? Bu sorgular çerçevesinde kavramlaştırma hadisesine baktığımızda, Müslümanlar arasında kavramlaştırma çatışmalarının olduğunu, kavramlaştırma hareketinin çatışmalı dalgalı bir şekilde devam ettiğini görmekteyiz. O zaman kavramlaştırma hadisesi Müslümanlar iktidar oluncaya kadar sürecektir. Müslümanların önüne çıkan her olumsuzlukta kavramlar yeniden değerlendirilecek, eksik, yanlış bulunan kavramlar yeniden düzenlenecektir.
Kavramlaştırılan anlamlara kesin gözüyle baktığımızda, ayetlerin kıyamete kadar sürecek anlamlarını, zamanın, şartların kavramlarına hapsetmek olacaktır. Bizler bugün kavramlaştırdığımız her konuda, Allah’ın ayetinin anlamından kasıt budur deyip sabitleştirirsek, ayeti kavrama hapsederiz. Hâlbuki kavramlaştırmayla ilgili bütün çalışmalarımız kültürümüze, aklımızın, mantığımızın çalışmasına bağlıdır. Onun için ulaştığımız kavramlara kesin gözüyle bakmamız, Kur’an-ı zamana sabitlemek olacağından yanlıştır.
Sünneti sözlük, ıstılah, kavram anlamlarında veya ayetlerin özünde anlamak için resulün hayatını gözden geçirmemiz gerekir.
Hz. Muhammed insan olarak kırk yaşına kadar, İslam dininden uzak, cahiliye içinde yaşamıştır. Aynı dönemde, Allah’a, Allah’tan gelen ayetlere uyarak yaşadıklarını söyleyen, Yahudiler, Hıristiyanlar Araplarca bilinmektedir. Tarihi verilere bakıldığında, resulün Yahudilerden, Hıristiyanlardan din hakkında bilgi alıp, Yahudileşme veya Hıristiyanlaşma eğiliminde olmadığını görüyoruz. Resulün cahiliye döneminde putperestler gibi Kâbe’deki putlara da ibadet ettiğinden söz edilmez. Kısaca resul kırk yaşına kadar, putperestliğe, Yahudiliğe, Hıristiyanlığa uymamıştır. Aklıselim insan olarak, bildiği tüm kötülüklerden uzak, iyi bir insan olmayı hedeflemiş… Aynı düşünceyi paylaşan arkadaşlarıyla Hılfulfudul teşkilatında çalışmıştır. Yaşamına ait bütün kararları, aklıyla, mantığıyla verirken, toplumsal yapının insani değerlerini öne çıkarmıştır.
Resulün kırk yaşına kadar olan kısmını sünnet kelimesinin değişik anlamlarına göre irdelersek,
Resulün kırk yaşına kadar ki yaşadığı kısım, sünnet midir? Sorgusunda, lügat anlamında evet, ıstılah anlamında hayır, kavram anlamında hayırdır.
Kırk yaşında Hz. Muhammed’e peygamberlik geldi. Geldiği andan itibaren resulün sıfatına ekleme yapıldı. Peygamberlik gelmeden, Hz. Muhammed bütün insanlar gibi Allah’ın kuluydu. Bizden hiçbir farkı yoktu. Ancak peygamberlik gelince, o hem Allah’ın kulu, hem de Allah’ın resulüydü. Tabi, onun resullüğü sadece resul sözcüğünün karşılığındaki resullük değildir. Bugün resul yani elçi sözcüğünün çerçevesinde kimileri kendini resul ilan etme yarışındadır. Hâlbuki Hz. Muhammed’in resullüğünün özellikleri vardır. Bu özellikler, Hz. Muhammed kendisine vahiy edilen, vahiy edilirken hafızasına yazılan, vahiy edilen sözün ne anlama geldiği, yani açıklaması ilka edilendir.
Allah kıyame suresinin 16,19 ayetlerinde “çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak, okutmak bize aittir. O halde, okunurken okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir” demektedir.
Ayetlerin birebir tercümesinden çıkan anlam düşüklüklerini ortadan kaldırmak için tercümeyi şöyle yapabiliriz. “Ey resulüm, sana vahiy okunurken, unutmamak, hafızana almak için tekrar etme. Şüphesiz sana gönderilen vahyi, hafızına yazacak, senin bir daha unutmamanı sağlayacak Rabbindir. Sonra anlamak için de çalışma… Zira onu sana açıklayacak da Rabbindir”
Şimdi bu ayetlerden ne anlıyoruz.
1. Hz. Muhammed Allah’tan Cebrail aracılığı ile vahiy alırken, vahyi ezberlemek için çaba sarf etmez. Hâlbuki biz kullar ayetleri hafızamıza almak için çaba sarf ederiz. Hz. Muhammed’in resullük sıfatı, ayetleri unutmamak üzerine kuruludur. Hz. Muhammed’in dışında sadece resul kelimesinin anlamından giderek kendini resul ilan edenler. Hem vahiy almazlar. Hem Kur’an-daki vahiyleri hafızalarına almak için çaba sarf ederler. Hem de zaman içinde hafızalarında olan ayetleri unuturlar. Çünkü onlar insandır. Allah’ın kendilerine yüklediği, yani ilka ettiği resullük yoktur. Onlar kelime cambazlığı yaparak kendilerini resul ilan etme meraklısı insanlardır.
2. Hz. Muhammed Allah’tan gelen ayetleri anlamak için çaba sarf etmeyecektir. Allah ona, ayetlerin anlamını da vahyin içinde gönderecek. Ayetlerin resule açıklamanın sorumluluğu Allah’a ait olacaktır. Ayetlerin gönderilmesi, ilka sözüyle ifade edilmektedir. İlka, bırakma, bırakılma, terk, atma, telkin anlamlarına gelir. Yani Allah vahyi resule bırakmıştır. Bırakırken, unutulmamak üzere bırakmıştır. Anlamıyla, okuyuşuyla bırakmıştır. Peki, peygamber vasıflarına sahip olmayan, resul kelimesinin Arapça karşılığındaki elçilik anlamına göre, ben de resulüm diyen ama peygamber olmayanlara vahiy, okuyuşuyla, anlamıyla bırakılmış mıdır? Hayır!
Kıyame suresindeki bu özellikler Hz. Muhammed’in resullük sıfatının boyutlarını anlatmaktadır. Hz. Muhammed Allah’ın kulu ve resulüdür derken, resullük sıfatının kaynağı belirtilmiştir. Resullük sıfatı insani vasıf değildir. Hz. Muhammed’in insani vasfı kulluğudur. Resullük sıfatı vahiy kaynakladır. Dolaysıyla, Hz. Muhammed resul olarak, kendisine ilka edilen vahyi insanlara okuyacak, anlatacak, eylemlerini yerine getirecektir. Hâlbuki peygamber olmayanların kendilerini resul ilan etmeleri, vahiy kaynaklı değil, insani kaynaklıdır. Bu açıklamalara göre şu soru akla geliyor. Hz. Muhammed’in resul olarak sünneti, kendisine mi aittir, yoksa vahye mi aittir? Konuyu doğru kavradığımız zaman, Hz. Muhammed’in resullüğüne ait sünnet, Hz. Muhammed’in sünneti değil, vahyin sünnetidir.
Hz. Muhammed vahiy dışında konuşmuyor muydu? Vahyin açıklamalarının dışında başka konularda da açıklamalar yapmıyor muydu? Vahyin emrettiklerinin dışında da hareket etmiyor muydu? Elbette konuşuyor, açıklıyor, hareket ediyordu. O zaman resulün vahiy dışındaki konuşmaları, açıklamaları, hareketleri vahyin sünneti sayılacak mıdır? Elbette hayır. Vahyin olmadığı konularda resulün açıklamaları, konuşmaları, hareketleri vahyin sünneti sayılmayacaktır.
Hz. Muhammed resullük sıfatıyla insanilik sıfatından ayrılmaktadır. Bir bakıma, Hz. Muhammed’in resullük sıfatı devreye girince insanlık sıfatı stop etmektedir. Bizler Hz. Muhammed gibi, resul, peygamber değiliz. İnsanlık sıfatlarımızın stop ettiği yer yok. Bizler ayetleri, insanlık sıfatlarımızın sınırlarında, okur, araştırır, anlamaya çalışırız. Hz. Muhammed ise, ayetleri okumaz okutulur, araştırmaz ilka edilir, anlamaya çalışmaz açıklanır. Günümüz dil açısından kendini resul ilan edenlerin anlamadığı şey budur. Onlar resul = elçi demektir. Onun için bizde günümüzde vahiylerin elçileriyiz derlerken, resullük sıfatının anlamından uzaktırlar.
Kırk yaşından sonra Hz. Muhammed Allah’ın peygamberidir. Aynı zamanda insan olarak Mümin bir insandır. Allah ona Enam suresinin 24 ayetinde “De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı dost edineceğim! De ki: Bana Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma” demiştir. Hz. Muhammed’de, Müslümanların ilki olarak yaşamını sürdürmeye başlamıştır. Hıristiyanlıkla, Yahudilikle, putperestlikle ilişki kurmayan Hz. Muhammed, artık Allah tarafından bilgilendirilerek cahillikten kurtulmuş, Allah’ın istediği mümin insan olarak hayatını sürdürmektedir.
Bu durumda Hz. Muhammed’in kırk yaşından sonraki hayatını şu şekilde özetleyebiliriz. Hz. Muhammed Allah’tan vahiy geldikçe resul, ayetleri topluma okudukça resul, ayetleri topluma açıkladıkça resul, ayetlere göre hayat yaşarken mümindir. Yani resul olarak ayetleri Allah’tan alır. Resul olarak topluma ayetleri okur. Ayetlerin topluma açıklar. Açıklamalar ayetlerin anlamı üzerine de olabilir. Fiil yani ayetlerin tatbikatıyla ilgili de olabilir. Ancak resulün ayetlerin hükümlerini mümin olarak yerine getirmesi resullük sıfatıyla ilgili değildir. O da diğer inanan insanlar gibi, ayetleri hayatına uygularken insani vasıflarıyla hareket eder. Uygulamalarına samimiyeti yani ihlâsı katar. Ayetlerin hükümlerine ihlâsla uyup uymamak konusunda Allah’a hesap verir. Resul bunu sürekli belirtir. “Ben de Rabbimin huzurunda hesap vereceğim” demektedir. Eğer resulün, mümin olarak ayetlerin hükümlerini uygulamayı da sünnet kabul edersek, hesaptan muaf olması gerekirdi. Zira sünnet kavram olarak vahye aittir. Vahyin uygulamasına aittir. Allah’ın kendi vahyini, vahyinin sünnetini hesaba çekmesi abes olur. Mesela; salat’ın gerçekleştirilmesine yönelik rükünlerin uygulanması farzdır. Farz olan uygulama sünnettir. Fakat o farzı yerine getirirken insanın amele katacağı, ihlâs insanidir. İnsanın bilinciyle, duygularıyla ilgilidir. Şekilsel olarak amel doğru yapılıyor görünebilir. Ancak amele verilen ruh, yani ihlâs insani olarak gerçekleşeceğinden, Rabbe verilen hesap bu noktada olacaktır. Amelin şekline değil. Yine başka bir örnek verecek olursak. Mesela oruç, görünüşte imsak vaktinden iftar vaktine kadar aç susuz kalmaktır. Haramlardan uzak durmaktır. Ama oruç tutan insan, tuttuğu oruca anlam yani ihlâs katar. Kattığı ihlâsla Rabbin huzuruna gider. Böylece haramlardan uzak duran, oruçlu iken yiyip içmeyenler, ihlâslarıyla Rabbin huzurunda ayrılırlar. Veya nifaklarıyla ayrılırlar. Yani, göstermelik oruç tutup, amellerine riyakârlık katarlar.
Bunların yanında resul mümin olarak, aklını, zekâsını, mantığını, kültürünü harekete geçirir. Mümin olarak, ayetlerin dışındaki olaylara bakar. Olayları değerlendirir. Ayetlerin dışında kendisine sorular sorulduğu zaman kültüründeki bilgilere, aklına, mantığına göre cevaplar verir.
Hz. Muhammed toplum içinde, aile reisidir. Eşi çocukları vardır. Arkadaşları akrabaları vardır. Dostu düşmanı vardır. Bütün ilişkilerini, öncelikle ayetlerin çizdiği ana hatlar çerçevesinde kurarken, ayetlerin olmadığı yerlerde mümin olarak kurmaktadır. İlişkilerini ayetler doğrultusunda kurarken de, ilişkilerine kattığı samimiyet yani ihlâs önemlidir. İhlâs açısından ameller birbirinden ayrılır. Mesela; resul içinde bulunduğu şartlara göre, ayetleri farklılıklar içinde uygulayabilir. Aynı hükmü, neşeli olduğunda farklı… Hüzünlü olduğunda farklı… Kafası karışık olduğunda farklı uygulayabilir. Farklılık şekilsel farklılık değildir. Uygulama anında, uygulamaya kattığı anlam farklılıklarıdır.
Hz. Muhammed Mekke devrinden sonra Medine’ye gelir. Orada devletin başkanıdır. Savaşlarda ordu komutanıdır. Toplumun hâkimidir. Peygamberin, devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, hâkimliği sırasında uyacağı kurallar, öncelikle ayetlerdir. Ayetleri bildirirken, açıklarken resuldür. Uygularken devlet başkanıdır. Devlet başkanlığını resullük sıfatıyla değil insanlık sıfatıyla yapmaktadır. Onun için endişelenir, korkar, üzülür, sevinir, tedbirler alır, yanılır, duygularına kapılır. Ayetlerin olmadığı yerlerde resul uygulamalar yapmıştır. Devlet başkanı olarak, Müslümanları, Medine’deki Yahudileri, Putperestleri yönetmiştir. Toplumun hâkimi olarak, Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklara hüküm verirken, aynı zamanda Medine vesikası hükümlerine göre Yahudilerin, Putperest Arapların arasındaki anlaşmazlıklarda kadılık görevini yerine getirmiştir.
O zaman resulün üzerindeki vasıfları sünnet açısından sorgulayalım.
1. Resul mümin olarak İslam’ı yaşar. Resulün mümin olarak İslam’ı yaşaması sünnet midir? Lügat anlamında evet… Istılah anlamında hayır… Kavram anlamında hayırdır. Her ne kadar, şeriatin, yani İslam hukukunun kaynağı Kur’an ve sünnet diyenler, resulün mümin sıfatıyla yaşadıklarını sünnet olarak kabul etmiş gibi görünseler de, fıkıh usulü kaynaklarındaki incelemelerde konu dışı bırakılmıştır. Hz. Muhammed Mümin insan olarak, eşi, çocukları, arkadaşları, akrabaları, toplumla ilişkileri lügat anlamında sünnet iken, ıstılah anlamında sünnet değildir. Kavram anlamında ise vahyin, okunması, açıklanması, emirlerinin uygulanışının gösterilmesiyle ilgisi olmayan konular sünnet kabul edilmemiştir.
2. Resul, devlet başkanı, ordu komutanı olarak görev yapar. Görevlerini yaparken, ayetlerin olmadığı konularda da hükümler verir. Hz. Muhammed’in ayetlerin olmadığı alanlarda, devlet başkanı veya ordu komutanı olarak hüküm verdiği konularla ilgili, konuşmaları, açıklamaları, uygulamaları sünnet midir? Lügat anlamında evet… Istılah anlamında hayır… Kavram anlamında hayırdır. Ancak; fıkıh usulü kaynaklarında resulün devlet başkanı veya ordu komutanı olarak verdiği hükümlerin birçoğu şeriatin kaynağı olarak gösterilerek, fıkhi hüküm üretilmiştir. Hâlbuki resulün devlet başkanı, ordu komutanı olarak ayetleri uyguladığı konular bile insanidir. Çünkü ayetlerin hükmünü bildirme, açıklama farklıdır. Uygulama farklıdır. Uygulama da insani irade, duygu girerek sünnet kapsamı dışına çıkar. Ayetin hükmünü bildirme, açıklama ise vahye aittir. Dolayısıyla hükmü bildirme, açıklama sünnettir.
3. Hz. Muhammed Medine’de, Medine vesikası kurallarına göre, Yahudilerin Yahudiler arasındaki, Putperest Arapların putperest Araplar arasındaki anlaşmazlıklarında hâkimlik görevini yapmıştır. Hz. Muhammed’in bu tür olaylarda verdiği hükümler sünnet midir? Lügat anlamında evet… Istılah anlamında hayır… Kavram anlamında hayırdır. Ancak klasik ehlisünnet mezheplerinin hükümlerine baktığımızda, resulün bu olaylarda verdiği hükümler ciddi şekilde ayrıştırılmayarak İslam hükümlerinin kaynağı kabul edilmiştir. Bu nedenle, Allah’ın emrettiği yasalarla çelişen birçok hadis ortaya çıkmıştır. Çünkü Allah resulünün Medine vesikası hükümleri doğrultusunda, Yahudilerin kendi hukuklarına göre, Putperest Arapların kendi hukuklarına göre verilen hükümlerdeki anlaşmazlıklarda resulün verdiği hükümlerin ayetlerle ilgisi yoktur. Hz. Muhammed Medine vesikasında, her toplumun kendi hukukuna göre yaşayacağını kabul etmiş. Aralarındaki anlaşmazlıkları kendi hukuklarına göre çözeceklerini kabul etmiş. Anlaşmazlıkların da kendi hukuklarına göre çözmeyi kabul etmiştir Zaten işin aslında resulün bu tür anlaşmazlıklardaki hâkimliği, hâkimlik değil hakemliktir. Yani toplumların kendi liderlerinin verdiği hükümlerin kendi yasalarına uygun verilip verilmediğini kontrol etmektir. Delillerin hukuk karinelerine göre değerlendirilip değerlendirilmediğini kontrol etmektir. Mesela; Fransız hukukçunun, Alman hukukçularının verdiği kararı kontrol etmesi gibidir. Tabi bu konuda Müslümanlar şunu sormaz. Allah’ın resulü Hz. Muhammed nasıl olur da, Yahudilerin, Putperest Arapların kendi aralarında İslam olmayan yasalara göre verdiği hükümleri kontrol eder, aradaki adaleti sağlamaya çalışır? Müslümanların devlet olma mantığının ne olduğu üzerinde durmaz. Halbuki olay basittir. Peygamber Allah’ın talimatı doğrultusunda insanları, toplumları özgür bırakır. İnandıkları gibi özgürce yaşamalarını sağlar. Hidayeti Allah’a bırakır. Onları özgürlükle tanıştırarak, insanlığı, İslam’ın barış, esenlik dini olduğunu gösterir. İslam’ı hiç kimseye, hiçbir topluma dayatmaz.
4. Hz. Muhammed Allah’ın gönderdiği ayetleri topluma okumuş, sorular çerçevesinde açıklamış, emredilen kuralların uygulanışını topluma göstermiştir. Peki, Hz. Muhammed’in bu konulardaki konuşmaları, açıklamaları, uygulamaları sünnet midir? Lügat olarak, evet… Istılah olarak evet… Kavram olarak evettir. İşte bu kısım, Müslümanların kendilerine, hem ayetleri anlamada, hem uygulamada, hem hukuk ortaya koymada alacakları, uyacakları kesin sünnettir. Bu sünnetin Hz. Muhammed’in sünnetiyle ilgisi yoktur. Bu sünnet vahyin sünnetidir. Zira Kıyame suresinde verdiğimiz ayetler doğrultusunda görmekteyiz ki, Allah gönderdiği ayetlerin okunmasını, açıklamasını, uygulama örneğini ayetlerin içinde ilka etmiştir. Resul bu konularda kendisi hiçbir katkı yapmamıştır, yapma yetkisi de olmamıştır. Yani; resul ayetleri açıklarken kendi anlayışını ortaya koymamıştır. Resul ayetleri uygularken, ben bu ayetin anlamından şöyle bir uygulama çıkarıyorum dememiştir.
Devamı haftaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.