Dil Stratejisinin Edebiyata Etkisi
Lise yıllarının hedefsiz, ne amaçla yapıldığı bilinemeyen bir müfredâtındaydık bir zamanlar. Ne zaman sorsak büyüklerimize: "Büyüyünce anlarsınız!" derlerdi ya; "herhâlde vardır bir şey bunda" diyerek sabretmiştik. Ancak bizler, bir şekilde kurtulduk; ama sonraki kuşak ne yapacak? Bizim çocuklarımıza da aynı anlaşılmayan yapılarda, niçin karma dillerin ahengi veriliyor ki? Onların da yabancı puzzle’lar ile oynamasının gerekçesi ne olabilirdi?
Aslında artık böylesi karma bir dilimiz olmadığı için buna gerek yok derken; çoğunluk, ’arûz, bir zamanlarki kültürümüz’ diyerek buna karşı çıkıveriyordu. Hiç kimse, karma dilin zenginliği yerine, ondan iğrenip kopmak istemezdi elbette; ancak halkınız anlamıyorsa, kimin için kullanıldığı belli olmayan bu iletişim keşmekeşi, niçin gündemde tutulsun? Öte yandan kopukluğun giderilmesi için aynı dili geri getirmek gibi bir çözüm politikası yoksa; niçin eskisinde direnç vardı? Dil Devrimi’nin sonuçlarını kısmen benimsemek gibi bir seçeneğimiz var mı ki; halk dilinde arıca, edebiyat diline karma (saraylıca) iş yapalım! Demek ki, edebiyattaki diretme, temelsiz bir gerekçeye dayanıyor olmalıydı.
Gelelim karma bir dil içinde, çoğunluğu yabancı sözcüklerin oluşturduğu dağarcık harmanında, üstelik o dillere özgü bir kuralı, bugün için ahenk aracı olarak mâsum göstermeye çalışmaya. Tam tersine, kendi kültürünü unutturmayı sümen altından başaran bir dil olmaktan öteye gidemeyen bir yaklaşımı, henüz imparatorluk bile olmamışken Türkçe’nin geri bırakılmasını anlamak oldukça güçtür. "Prof. Dr. Mehmed Çavuşoğlu, DİVAN ŞİİRİ" kaynağında da belirtildiği üzere, fethedilen yerlerin dilinin resmî dil olarak benimsenmesi, edebiyâtın da etkilenmesine yol açmıştı bu karma yapıdan. Yani açıkçası, kendi kendimizin dilini mi oyduk saman altından? Kendi kendimizi anlamak istemedik mi, kültürümüzün baskın olmasını düşünmedik mi hiç? Onca asimilasyona karşı durmaya çalışırken bugün, o zamanlar bunu niçin ikinci planda tuttuk? Kendi kendini asimile eden bir kültür düşünün; yanıtını vermeye korkarsınız!
Gelelim bu karma bir dil içinde çoluk çocuğa onca sözcük katarını ezber ettirmeye. Anasından kendi diliyle okumaya gelmiş ve onunla sanat yapmayı bekleyen onca küçüğe birdenbire: "İşte, sanat diliniz bu; haydi davranın, fâilün, imgeleri düzün, fâilâtün, harfleri uzatın, mefâilün, hattâ ipe un serin!" deyiniz bakalım. Kendi adıma bir itirâfım var: "İngilizce dersinden bu denli korkmamıştım!" O derslerde hiç olmazsa, sözcüklerin anlamını resimlerle gösteriyorlardı, edebiyat dersindeyse sözcükler açıklanmadan,: "şair, burada ne söylemiş?" sorusu tahlil gibi istenirdi. Çeviri mi yaparsınız, karma dil mi öğrenirsiniz, yoksa edebiyatta kendi dilinizle bir ahenk mi? Hangisi aklınızda kalsın ki; anlamı hiç bilinmeden yıllarca hiç bir yerde geçmeyen taş plakları, hangi gramofon ile çalabilirdiniz? Öte yandan, aynı sözcükler kombinasyonu ile bir kere daha yazılamayan, yabancı bir metni, kendi edebiyâtımızı geliştirmek adına, hâlâ nasıl tutabilirdik elimizde?
Aslında her birimizin merak ettiği ve kaynağını bilemeden geleneksel olarak uyguladığı (yani uygulama işinin, sorgulamadan daha kolay olduğu) hâllerin bir sonucuydu bu dil harmanı. Daha zengin bir dil mi aranıyordu edebiyat için, yoksa her nereye ayak basarsanız basınız, orada egemenlik mi; kendi kültürünüzün izlerini unutturmak pahasına mı ayrıca? Görüldüğü üzere, kavim savaşlarının üstünlük ilişkilerinin bir sonucu olarak gelişen farklı dil katışıklığı, önceliğin, kimliğin ne olacağı sorunlarına çekiyor düşünen kalemleri gayri ihtiyarî. Esasen olağanüstü bir dağarcığa sahip olduğumuz besbelli. Zamanında, uydurukçuluğa kaçmalarına gerek bırakmayacak derecede hem de. Çünkü zaten, dilin kendi elastikliğinde oldukça anlaşılır sözcükler türetilivermiş köklerinden doğaçlama olarak. Bu konudaki tartışmalarda, özellikle dil stratejisinde birbirine karşı görüşler olduğundan, karşıt fikirleri birebir eşleştirmek ve çözüm önerilerini yanı başında vermek; daha verimli bir tartışma tekniği olacaktır.
Bir yandan anlaşma aracı olan dilin etkinliğini korumak, arılaştırmak için çalışmalarımızı sürdürürken, öte yandan bugünün şairleri gibi; bu aracı kullanan toplulukların yaşam biçimlerini, kendi dillerinde içtenlikle anlatma uygulamalarını izlemekteyiz. Gerçekten de ’arûz’, dilimizin dışındaki yapılarda uygulanan bir yöntemdi, o dillerin sözcüklerinin, halk dilinde hiç kullanılmadığı hâlde, saray dili olarak önümüze gelmesi; ahenk adına dilin anlaşılırlığından ödün verilmesini benimsemek çok güçtü.
Bu konular, bazılarına göre sakız çiğnemek gibiydi; zaman zaman gündeme getirilen ve dokunulmamış alanlara değinen parlak adamlarca kaşınan akademikler gibi. Ama aslında tam tersine deneyimlendikçe deşilmesi gereken bir geçmişinin olduğu ortaya çıkıyordu bu genetik bozunumun içinde. Fatihler çağının etkileriyle karar verilen resmî dil değişikliklerinin, edebiyata yansımasından başka bir şey olmadığının altını çizmek gerekiyordu bu katışıklığın gerekçesinin.
Aruz’a bir gelenek olarak bakmak; yıllardır karma bir dilin içinde tutulmuş olmasıyla açıklanabilir. Bir başka dilin kurallarının, edebiyatımıza ilk giriş nedenine ve dilin uygun olup olmadığına bakmadan gelenekleştirirsek; kendi kültürümüzü çağlar boyu geriden izleyen bir konuma düşürürüz. Kültürler arası iletişimden kaynaklanan bir geçiş yolunun meşrûluğuna dayalı olarak, küresel iletişime açık olunabilir. Ancak bu, bir toplumun kendi içindeki birliğinin biricik temeli üzerine dek yayılırsa, daha özenli olmak gerektiğini düşünmeliyiz.
Divan / arûz; dilimize yabancı kalan ve içinde uzun sesler barındıran sözcüklerle yazılabilen bir vezin kuralı olup, dilimizin güzelliğini göstermeye ilişkin değildir. Ancak öte yandan bu kurala uyan şiirlerde, genellikle karma dil kullanıldığından; şairlerin Türkçe değil, Osmanlıca olarak bu edebiyatı uyguladığı söylenebilir; sergiledikleri ürünlerin sayısı da kısıtlı olup, ahenk barındıran klasik yapıtlardır, yok sayılamazlar.
Bir dilin başka bir dile dönüşmesiyle sonuçlanan bir (İran Edebiyatı) geçiş sürecinde; Türkçe’ye değil, Osmanlıca’ya sinmiş olan bir kuraldan söz edebilirdik aslında. Bu dilin karma ses yapısı öne çıkarılarak, halkın kullanmadığı sözcüklerle dile getirilebilecek duygu ve düşüncelerin ne kadar sınırlı kalacağını takdir edersiniz. Bugün ’arûz’u kullanan şairlerin bulunduğu açıktır; ancak kullandıkları dile bakarsanız, bazen ’Eski Türkçe’ denilen Osmanlıca yapılarla icra edildiği anlaşılacaktır.
Aslında Türk şiiri’nin, Türkçe ile yazılması gerektiğinden ve şiir dilinin de halk diline yakın olması zorunluluğundan daha güçlü bir ilke, bir sanat dalı için asla bulunamazdı. Kendi dilinde daha kolay ifade edilen duygu ve düşünceleri, başka dillerin kurallarına göre uyarlamaya çalışmak ve yeni arayışları da buna bağlamak; Türk Şiiri ile ilgili olmasa gerektir.
Marşımız, Osmanlıca ile Türkçe arasında kalan ve bir geçiş döneminin epik şiiridir. Onu sadece karma dilinden dolayı reddetmek mümkün değildir; o, ülkenin kuruluşunda klasik bir yapıt durumuna yükselmiş olup, yazıldığı dilde okunması ve ne demek istediği de gençlere çevrilerek açıklanması gereken bir ortak mirastır. Yani, yeri özeldir; ama bunun bir devamı yoktur, bir kere daha asla yazılmayacaktır. Bir kalıptır, belki de bir zaman portresidir; yahut dilden dile çevrilmesi gerekmeyen bir görsel, bir ’Rembrandt’tır.
Bir edebiyat külliyatı olarak, bu birikimin gözardı edilmesi gerekmez, bir tarih olarak okutulur, yapılan çalışmaların da sadece ruh güzelliği açısından değil, dil ve edebiyat arasındaki ilişkilerin bilim dalı olarak incelenmesine de fırsat verecektir. Bu arılaştırmaların, önceki kültür birikimlerinden kopma istemi olarak değerlendirilmesi de doğru sayılmaz. Çünkü halk dili için olması gerekenin, yalın ve anlaşılır çıktılar olacağını bile bile, karma dil ve sanat için çabalamak anlamsız kalacaktır. Varılmak istenen hedef doğru olduğuna göre, arılaştırma için gerekenin, eskilerle uğraşmak olmadığı görülecek; dilin kendi içindeki duruluğa giden ve sanat için kalıcı bir çözümü sağlayıcı doğal tekniklere yönelmek yeterli olacaktır. Bu nedenle kaynağın, Asya ve Afrika olması önemli değildir. Hangi kavim olursa olsun, bir dilin ilkel olduğuna ilişkin bir değerlendirme de söz konusu olmadığına göre; çağdaş olmanın bir Avrupa diline yakınsamak olmadığını da söylemek; bu konularda duygusal, tinsel eğilimlere göre değil, filoloji ve epistomoloji ışığında; linguistik yaklaşımlara yol açmak zorunda olduğumuzu da açıklamış olacaktır.
Dilimizdeki dertleri konuşmanın zamanı gelmiş, geçiyordu aslında. Karma dilin verdiği çarpıklığı gidermenin, dildeki yaraları onarmanın, çözüm için adım atmanın bir paydaşı olmak zorundayız, kalemlerin kendi dilinde ışıldayabilmesi için.
YORUMLAR
orhanti
Bu konudaki tartışmaları canlı tutmaya çalışanlarız işte..
Efendim, dil üzerindeki tartışmaları canlı tutmak, kalemleri düşündürmek üzere bir tetikleyici olarak görev alıyorum, dil şövalyesi gibisinden görev biçiyorum kendime belki de.
Nicelerine diyelim, çok teşekkürler uğramanıza, selamla.