- 467 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Şu Bizim Görgüsüzlüğümüz
İstasyon mahallesini bilir misiniz?
Lüleburgaz’a beş kilometre mesafede, belediye sınırları içinde küçük bir yerdir. İnsanları genellikle bahçe tarımıyla uğraşır, günümüz Türkiye’sinde birçok yer ve birçok kimseye göre hal ve gidişleri iyidir.
Eskiden kara trenler vardı.
Ne nostaljik...
Demir tekerlekler demir rayları öttürüp geniş bacasından yüksek göklere kara dumanlar üfleyerek, uçsuz bucaksız memleket topraklarında durmaksızın gidip gelerek yük taşır, yolcu taşır garptan şarka, cenupta şimale haber ulaştırırlardı.
Cumhuriyet kurulduktan sonra büyük insan Atatürk önderliğinde atılım yapılmış, onuncu yıl marşında da anlatıldığı gibi ana yurdun dört bir yanı demir ağlarla sarılmıştı.
Trakya’daki demir yolunun tarihi Sultan Abdülaziz zamanına dayanır.(1871.) Edirne İstanbul demiryolu Şark demiryolları projesinin ilkidir ve demiryolu tarihimizin başlangıç yeridir. Bahsini ettiğim yer bu yol üstündeki Lüleburgaz istasyonudur. İşte bildiğimiz gibi demirden raylar, ışıklı bariyerler, beton rampa, eski kocaman bina, biletçi, başka görevli, yüksek tavanlı yolcu bekleme yeri ve bahçesi. Kaç yıllık ağaçlar, altında banklar, bavullar ve yolcular…
Tren istasyonları şehirlerin, ya da kasaba ve köylerin neden uzağındadır diye hep merak etmişimdir. Öğrendim ki Osmanlı zamanında Sultan Abdülaziz, şark yolu projesi kapsamında demiryolları yapmaya başlayınca halk bundan çok korkmuş. Koca ülke bir baştan öbür başa böyle demir yollarıyla döşenirse düşman trene binip çabuk gelir, bütün şehirleri çabucak işgal edip onları esir edermiş. Bu sebepten gece gündüz padişaha telgraf çekip korku ve endişelerini dile getirirler, hiç değilse yerleşim yerlerinin yirmi otuz kilometre uzağından geçsin isterlermiş. Bizim istasyon da demek ki bu sebepten şehrin beş kilometre uzağında.
Büyük önder Mustafa Kemal’le birlikte ülkenin adı değişti, yönetim şekli değişti, tarzımız, anlayışımız da değişsin ve değişelim isteyince, bu istek ve arzuyla birçok devrim ve değişikliklerin içine girince “demiryolu refah ve uygarlık yoludur” deyip demiryollarına da önem vermişiz. Memlekete demirden raylar döşenecek, demir raylarda trenler gezecek de düşman çabucak gelip başımızı ezecek gibi fasafisolardan kurtulup kendimize yeni bir elbise biçelim istemişiz. Yeni şeyler giyip yamasız gezelim, yeni şeylere binip yeni yeni yerlere gidelim ki ufkumuz genişlesin istemişiz…
Son birkaç haftadır Cumartesi günleri istasyon mahallesindeyim. Sabah dokuz gibi kalkıp geliyorum, bir binanın gölgesine malları seriyorum, eşim tezgâhın başında; “atlet bir buçuk, külot biiirr…” diye müşterilere seslenirken ben tüyüp mahallenin merkezine gidiyorum…
Lüleburgaz’dan gelen yol, merkeze varınca çatalla ikiye ayrılıp biri sağa, biri de sola gidiyor. Sağdaki yoldan giderseniz az sonra istasyon binasının yanına gidersiniz. Eğer ki istasyona girmeyip yanından geçerseniz demiryolunu atlayıp başka bir yere gidersiniz. Ben kaç cumartesidir ne sağdan, ne soldan hiçbir yere gitmiyorum; yolu karşıya geçip dosdoğru akasyalı kahveye gidiyorum ve çay içerken gazete sayfalarını çeviriyorum.
Gene öyle yaptım. Otuz yıl boyunca hiç çalıştırmadığım, emekli olunca aç kalmamak için pazarcı yaptığım eşimi tezgâhın başında bırakıp kapağı akasyalı kahvenin gölge ve serin yere atıp kendime çay ısmarladım.
Çay çabuk geldi. Çünkü para peşin. Garson alışmış, çayla birlikte gazete de geldi.
“Hoş geldin abi…”
“Hoş bulduk…”
Dün akşam Avrupa finallerinde garip maçlar oynayan bizim milli takımı seyretmiştim. Hırvatları ne biçim yenip, ne biçim yarı finale yükselmiştik!
Milli takımın futbolunu grupta oynadığı üç maçta seyretmiştik. Mesela ilk maçta Portekiz’e ne güzel yenilmiş, o maçta boyumuzun ölçüsünü ne güzel öğrenmiştik. Biz bu oyunla sıfır çekeriz, çeker eşeğimizi doğudaki ülkemize gideriz derken ve o düşünceler içindeyken, başka bir sonuç için hiç de umudumuz yokken İsviçre’yi kendi evinin ön bahçesinde yenmiştik…
Vaay be!
Mucize…
Sonra son maç için gelsin Çekler…
Gelsinler de… Ya yenip sırtımızı yere getirirlerse!
Vee…
Bu da ne?
Doksan dakikanın ilk yetmiş beşinde iki sıfır yenik vaziyetteyiz. Aldık mı boyumuzun ölçüsünü, çingen her zaman kaymak yemez, şans denen şey hep yanında gitmez, biz kimiz, neyiz, acaba Avrupalılardan ne isteriz derken; tak, tak, tak peşi peşine üç gol. Vee… Al sana yeni bir mucize! Portekiz futbol takımı grubumuzdaki herkesi yenmiş, beraberlikle çeyrek finaldeyiz. Peşi peşine gerçekleşmiş iki mucize…
Aslında milli takımın oyununu beğenmiyordum. Takımın başındaki idarecileri, yüz küsur milyar maaşla antrenörlük yapan şahısları ve buna rağmen vatan, millet, Sakarya naralarıyla kandırmaca edebiyatı yapanları zaten sevmiyordum.
Atatürk, “ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim.” dediği halde meslek arkadaşına parmak atan, gâvur memleketinde ırkçılık yapan, para için loto, toto oynayıp adı şike gibi çirkin şeylere karışan futbolcuların karakterlerini hiç sevmiyordum ve bütün bu olumsuzluklar yüzünden milli takımın maçlarını da seyretmek istemiyordum. Gönlüm kırıktı ama hadi bakalım… Kanımda futbol aşkı var ya hadi seyretme bakalım! Böyle bir zamanda bit, pire gibi böcek için yorgan mı yakalım?
Olur mu?
Çek maçından sonra öyle sevinmişim ki, İlkan’a; “oğlum…” demiştim, “ben bu gece Fatih Terim’i bile sevdim be!”
İlkan içinden; “babam artık ihtiyarlıyor mu, ya da düşünsel deformasyona mı uğruyor?” deyip şaşırmış gibi yüzüme bakmıştı. Biu yetmezmiş gibi devam etmiş; “Terim ne ki, Nobre’ye parmak atanı sevdim, İngiltere’de ırkçılıkla suçlananı sevdim, adı şike gibi çetrefilli işlere karışmış olanları bile sevdim…” demişim.
“Yapma baba! Döneklik etme! Bunca yıl kimlerden ne zorluklarla koruduğun karakterini ayaklar altına serme! Hepsinden öte ulu öndere ihanet etme!”
Olsun deyip akşamki çeyrek final maçını her şeyi unutarak büyük bir keyifle izlemiştim.
Maç bitti gol yok. Uzatmalar bölümüne geçtik o da bitiyor hala gol yok, maç hala berabere… Diyoruz ki kendi kendimize; penaltılarda şans kime gülerse derken o da ne?
Maç boyunca savunmadaki Gökhan kardeşimiz, Sabri yeğenimiz o kadar hata yaptılar ki ilahlar hep yanımızda olmuş, bizi hep korumuştu. Artık uzatmalar da bitiyor, maç penaltılara gidiyor, bir büyük hata da kalecimiz Rüştü’den Hırvatların golü geliyor.
Eyvah!
İşte o zaman maçı anlatan spiker dut yutup susuyor. Maçı televizyonda seyreden bizler de…
Ama o da ne?
Her şey bitti derken, şans da ilahlar da bizi terk etti derken uzun bir degaj oluyor, uzak kale yakınındaki Semih topu tutup ne Allah verdiyse vuruyor. Dakika yüz yirmi artı iki, gol oluyor.
İşte o an diyorum ki, turu geçtik. Bu balla, bu şansla, top ilahlarının bu kadar yardımıyla, Teknik Terim’in deyişiyle hırs, mücadele, inanç, yenilgiyi kabullenmeme, her neyse adamlar ölüp bittiler. Hem ruhen, hem fiziken. Penaltılarda onları eleriz…
Yol boyundaki kahvenin önünde, akasya ağacının serin gölgesinde tavşankanı çayımı yudumlarken, (cigara yok) gazetelerde yazanların maçla ilgili yorumlarını merak ederken; Daat… Düüt… Trınim, trınim, trınim… Biiipp… Ulan o da ne?
Peşi peşine dizilmiş arabalar, klaksonlar, kornalar, davullar, zurnalar… Lüleburgaz’dan sünnet alayı geliyor. Gele gele mahallenin merkezine geliyor, önümden geçip çatal yolun sağda olanına giriyor, ilerdeki istasyon binasının önünden dönüp soldaki yola giriyor, gene bana doğru geliyor. Konvoyun önünde açık kasalı bir kamyonet var. Kasasında davula kütleten, zurnayı üfleyen ve bu yürüyüşü kamerayla filme çeken… Hemen peşinde onu takip eden plakaları “azıcık ucundan” yazısıyla kapalı süslü bir otomobil…
Ve istasyon Mahallesi halkı…
Ve (bugün hafta sonu) evinde oturup istirahat edenler…
Ve gece vardiyasından çıkmış uyuyan emekçiler…
Eşikteki ve beşiktekiler…
Ve hastalar…
Gürültü kaldıramayan yaşlı kafalar…
Ve yirmi beş yıl, otuz yıl, otuz beş yıl köle gibi çalışmış şimdi başını dinlemek isteyen emekliler ve kahvelerde dinlenen her kesimden kimseler…
Ulan bu ne?
Daatt… Düüt… Trınim, trınim, trınim… Biiip… Patada, kütede, dan dan dun, Ürü üüü… Bu ne gürültüüü?
Alay geçip gitti arkasından bakakaldım…
Sonra kendime gelip tekrar önüme baktım. Gazetelerdeki akşamki maçla ilgili yazılara, ay yıldızlı resimlere baktım. Sonra aklıma geldi de garsona seslenip kendime bir çay daha ısmarladım.
Daha ısmarladığım çay gelmeden Lüleburgaz’dan yeni bir alay geldi. Daat… Düüt… Biip… Pata, küte, dan, dun, ürü üüüü…
Alay araç konvoyuyla geldi, davul, zurna, korna, klaksonla ve tozla, dumanla geldi. O da çatalın sağındaki yoldan gitti, istasyon önünü kolaçan etti, dönüp sol yoldan geri geldi.
Sünnet arabasının plakasında acaba nasıl bir yazı vardı? Azcık ucundan mı, yoksa kökünden mi? Her neyse, bağırıp çığırarak o da geçip gitti.
Kahvede topu topu yarım saat takıldım. Yarım saatte tam altı alayla bu ıstırabı yaşadım. Sonra dayanamayıp kalkıp kaçtım…
Ulan bu ne kendini beğenmişlik!
Ulan bu ne bencillik, ne düşüncesizlik!
Sen kimin çükünü kesiyorsun?
Kime haber verip, kimi davet ediyorsun?
Bana ne, ona ne, kime ne!
Bu ne çığırtkanlık?
Bu ne kural tanımazlık?
Ulan bu ne ukalalık!
Sonradan görmüşlük mü, yoksa görgüsüzlük mü? Bu ne be, bir düğün mü?
Bugün cumartesi, bunun yarını da var. Allah istasyon mahallesi halkının yardımcısı olsun! Yaz bitsin de okullar açılsın diye yatıp kalkıp dualar mı okusun, ya da bütün çocuklar sünnetli mi doğsun. Ya da hem benzin, hem mazot daha pahalı olsun da konvoya katılacakların ceplerini mi kurutsun...
Atlet bir buçuk, külot biiir… İki çift al da hem kendini hem eşini giyindir. Yıpranmaz, yırtılmaz, yüz üç derecede kaynat daralmaz, kısalmaz… Çamaşır suyuna bas rengi kaçmaz…
Bir şişe soğuk su alıp da gideyim, hava çok sıcak pazarcı eşim susamıştır...
LaTekmen. 21/Haziran/2008 İstasyon Mahallesi
YORUMLAR
Âlemsin abi ya hu... tam-tamına hepsini bir nefeste okuttun bana ya Sana helâl olsun...
Sen yaşlanmazsın be abi...
Vatanımı Siz gibi İnsanlarla daha çok seviyorum... Samîmiyetiniz var ya o bana yetti...
Bir acı söz eklesem kızmazsınız?... Trabzon, Türkiye'nin 4. başında olduğu halde, demiryolu ile tanışamadık. Karpuzu ve kavunu tarla fiyatının 10-15 katına yiyoruz... bu konuda yazdıklarımı, yazılarımda bulabilirsiniz.
Teşekkür ve Sayglarımla...
kadiryeter Kadir Yeter.
12.02.2014 TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=126041
Tevfik Tekmen