- 1398 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
375 - MUHALEFETÜN LİL HAVADİS
Onur BİLGE
Muhalefetün li’l-havâdîs, hakkında da bir şeyler yazmak için araştırma yaptım. Önce sözlüğe baktım, sonra birkaç kitap karıştırdım. Bu sıfatın, Allah’ın sonradan olan şeylere muhalif olması, yani benzememesi anlamına geldiğini, zıddınınsa mümaselet yani benzemek olduğunu öğrendim. Zaten zat ve sıfatları bakımından birbirine zıt olan şeyler birbirlerine benzemezler.
Her yaprağa, her çiçeğe, her insana ayrı bir şekil veren Allah, yarattıklarının hiçbirine benzemez. Göz göze benzemez, ses sese benzemez. Farklı parmak izleri, farklı retinalar, avuç içleri… Her çiçeğe apayrı bir koku, her yiyeceğe bambaşka bir lezzet…
“Ol!..” emriyle başlayan oluşum, tek noktadan yayılan makro ve mikro varlıklar… Her birine birer şekil, hacim, renk ve desen… Her birinde farklı bir güzellik, muhteşem bir yapı… Saç, kaş, göz, ve cilt renkleri arasında akıl almaz uyum…
Her nereye bakılsa, güzellik ve altın oran… Muazzam hesaplama, harika yapıtlar… Mimar kim? Desinatör, dekoratör kim? Bunca güzelliğin fışkırdığı güzellik kaynağı acaba ne kadar güzel? Nasıl bir Zat?
Akla zarar yedi kat gök! Akıl almaz yedi kat yer! Makrodan sonsuza, mikrodan idrak dışına… Kol, dirsek, bilek, parmak, tırnak… Bir tırnak yapamayan insanoğlu ne kadar kör, nasıl da sağır! Yol ararken yol bitmiş! Aptal arata gitmiş!
Hangi uzva bakılırsa: “El Bedi!..” diye haykırıyor. Hangi çiçeğe, hangi böceğe bakılırsa hep o imza, o zikir! Güzelin güzel yaratışı…
Yapraktan topraktan duyulan isimler, görülen sıfatlar… Taş toprak, çiçek yaprak uyumu… Dokusu özürsüz, yapısı hatasız…
Zatında ve sıfatlarında, yarattıklarına benzemeyen, eşsiz ve gizli güzellik… Akla getirilen, hayal edilen hiçbir şeye benzemeyen, her türlü noksandan uzak, tüm kemal sıfatlarına sahip olan zevalsiz…
Bütün gözlerden gören, hiçbir gözün kendisini göremediği; cisim, cevher, şekil, sayı, mahiyet, zaman, mekân, araz, organ doku zerre gibi özelliklerden münezzeh olan Nur…
“Yerleri ve gökleri yaratmadan önce Allah neredeydi?” sorusunun cevabı: “Altında ve üstünde hava olmayan A’mâ’da idi!” olurken belirtilen husus, Allah’ın Zâtıdır.
O’nun varlığını inkâr eden körler ve sağırlar aşikâr olsaydı da göremezlerdi. Çünkü onlar, ezelden göremeyen, zaman içinde bulamayan nasipsizlerdir. Öyle gelmiş, öyle gideceklerdir. Burada göremeyenler, orada da görme ve işitme şerefine eremeyecekler, her türlü nimetten be en acısı O’ndan mahrum kalacak olan zavallı akılsızlardır. Diğerleriyse, Kalu Bela’da görmüş, sözleşmiş; sonra kaybetmiş, azimle aramakta veya görüp kavuşmuş olan kişilerdir. Orada da görecek, selamını duyacak ve vuslata ereceklerdir. Ne mutlu onlara! O müminlere...
Tüm yaratıkların cins, tür ve benzerleri; cüz ve cisimlerin bitişme, ayrılma, hareket gibi özellikleri vardır. İstisnasız hepsi bitimlidir.
Allah, Azamet ve Ahadiyyet perdesi arkasındadır. Gözleri madde dünyasına ayarlanmış olan madde bedenli faniler O’nu göremezler. Yücelik ve mahiyetini değil idrak etmek, hayal bile edemezler. Onun için yaratılanları, nimetleri ve varlığına işaret eden ayetleri hakkında düşünmemiz istenmiş, Zat ve mahiyeti hakkında düşünmemiz yasaklanmıştır. Ancak dikkat çekilenleri görebilir, belirtilen hususlar üzerinde düşünerek varlığını idrak edebiliriz. İlmimiz de zorunlu değildir. Sonradan kazanılmıştır, kalıcı değildir, yenilenmektedir ve çok eksiktir.
Allah, zaman ve mekândan münezzehtir. Şekil ve sureti yoktur. Sonlu ve sınırlı değildir. Hakkıyla işitici ve görücüdür.
Yedullah’taki el, kudret ve nimet; Vechü Rabbike’deki yüz, Zat anlamında olabilir. Kürsü’den kasıt, Hakimiyettir. Aslını yalnız ve ancak Allah bilir.
Mücahededen mahrum olanlar müşahede edemezler. O’nu bulmak isteyenler için Allah ne kadar gerekliyse, mücahede de o kadar gereklidir. Bu cihat, nefisle savaş olup, asıl anlamındakinden çok daha zordur.
On yaşındayken okuyup bitirdim Kitabını. “Anlayamıyorum!” diye kıvrana kıvrana… “Oku! Okumaya devam et! O, kendisini sana anlatır! Acele etme! Acele etme, okumaya devam et ve bekle! Sabırla bekle!” dedi annem. Çok yabancı kelime vardı. Anlaşılmaz pek çok kavram... Yabancısı olduğum iç içe ve zincirleme olaylar, ilk defa duyduğum hikâyeler, tekrarlar...
Evimiz, partililerle dolup taşıyordu. Sürekli politika yapılıyor, çok konuşuluyordu. Bir tarafta iktidar, bir tarafta muhalefet vardı. Birbirlerini çekiştirip duruyorlardı. Halk iki partinin sempatizanı olarak ikiye ayrılmıştı. Birileri aralarına fitne sokmuş, birbirlerine düşürmüştü. Hazreti Adem’den kardeş, aynı ırktan Türk, aynı topraklardan vatandaştılar. Aynı Peygamberin ümmeti... Neyi paylaşamıyorlardı? Neden bu hale gelmişlerdi?
Koyu bir partizanlık hüküm sürmekteydi. Kahvehaneler, yollar, hatta camiler bile ayrılmıştı. Sadece mezarlıklar ortak kullanım alanlarıydı. Bir taraf kazansın diye adaklar adanmakta, birileri öldürüldü diye kurbanlar kesilmekteydi. Bunca hırs ve hiddet, bunca gaddarlık ve şiddet bize yakışmıyordu. Müslümanlık ve Türklük en mükemmellik demekti. Böyle bir hal, mükemmellikten fersah fersah uzaktı.
O yaşta, sedirin üzerine yüzükoyun yatmış, dirseklerimi çeneme dayamış vaziyette, okumakta olduğum Kur’an Meali önünde siyaset denilen boş laflardan tiksinerek kendi kendime, asla parti tutmayacağıma, siyasetten uzak kalacağıma, sadece Allah’ın kurallarına uyacağıma söz verdim. Ölünceye kadar O’nu aramaya ve buluncaya kadar elimden geleni yapmaya ant içtim!
Politika denen şey, havanda su dövmekten başka bir şey değildi. Bana ne kazandırabilirdi? Kazancım olsa bile kabrin ötesine benimle beraber gelemezdi. Siyaset, kitleleri zehirleyen bir atmosferdi. Öyle bir salgındı ki yediden yetmişe herkese bulaşmıştı. Dedikodu, yalan, zan ve iftira gibi mikroplar saçıyor, müzminleşmeye yatkın kin, nefret ve düşmanlık yaraları açıyordu. Egoizm, riya, büyüklenme, bilgiçlik taslama, aşağılama ve hırs gibi kötü şeyler yüklü bir meşguliyetti. Bana göre değildi.
Ne varsa, önümdeki Kitap’ta vardı. En güzel sözleri Allah söylemişti. En iyi ve en güzel O’ydu. En çok sevilmeye layık olan… En doğru yol, O’nun yoluydu. En Sevgili O olmalıydı. En güzel slogan:
“La İlahe İllallah, Muhammeden Rasulullah!” sözüydü. Bu söz, sözlerin en güzeli ve en faydalısıydı. Bana yeterdi. Gerisi teferruattı.
Babam seçime hazırlanıyordu. Ciple dere tepe, dağ taş geziyor, propaganda yapıyor, bir yerlere varmak, bir şeyler yapmak için gece gündüz savaşıyordu. Bu iş annemi de onu da bizleri de yordu.
Ne olacaktı olsa olsa? Belediye Reisi, Millet Vekili… Bakan, Başbakan… Tamam da, çok mu lazımdı? Ne olacaktı daha sonra? Nasılsa elinde tutamayacağı dünyevi bir sıfat kazanmak için bunca çabaya ne gerek vardı!
İnsanların verdikleri payeler, onlar gibi bitimliydi. Allah’ın vereceği kalıcı paye önemli olmalıydı. O’nun vereceği derece… Takva smokini giymek, çıkarmamak… Sultan kaftanı giyebilmek… Allah’ın memuru olup hizmet etmek, askeri olup rütbe almak… Eren evliya apoletleri takabilmek…
Nefse hoş gelen ne boş işlerdi onlar! Babam gibi saf ve dürüst birisi için değildi. Her telde oynayabilen cambaz işiydi. O, onların yaptıklarını yapamadı. Onca gayret ve çalışması bir işe yaramadı. Hayret de etmedim.
Neticede büyük paralar sarf ettiğiyle kaldı. Atı alan aldı, Üsküdar’ı geçti. Millet, kendi adamlarını seçti. Leyleklerin ömrü laklakla geçti. Enflasyon, alım gücünü kökünden biçti.
Elde kalan hiçti.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 375