"HERKES KENDİ ÖYKÜSÜNÜ KUŞANMIŞ… GİDİYORUZ."
"HERKES KENDİ ÖYKÜSÜNÜ KUŞANMIŞ… GİDİYORUZ."
Bir kış akşamı. Kuru bir soğuk var. Havada tek bulut yok. Gökyüzü pırıl pırıl.
Her gün şehrin bir başka semtine gidiyorum. Bu tasarlanmış tasarlanmamış gezintilerin, yirmi yılı aşkın bir zaman, iş mekânlarının iç mekânlarına sıkışmış ömrümün dar çerçevesini kırma isteğinden kaynaklanma olasılığı yüksek. Bazen hiç bilmediğim son duraklarda iniyorum otobüsten ya da dolmuştan. Bazen eski ya da eskimemiş bir arkadaşın evinde çay içerken buluyorum kendimi.
İşte yine böyle bir gezmeden dönüyorum. Havanın karardığını, bu rüzgârlı yüksek tepedeki blok apartmanlarda oturanların kapılarını çoktan kapatıp evlerinin sıcaklığına çekildiğini ayrımsadığımda, dolmuşta oturuyordum. Aşağılarda şehir, gökyüzünden kesilip yere düşürülmüş bir yıldız tarlası gibiydi. Ve ben, buğulanmış yan camlardan değil, dolmuşun ön camından seyrettiğim bu yıldız tarlasına doğru adeta kayıyordum.
Çantaları, torbaları ve kucağındaki küçük çocukla arkadaki dörtlü koltuğa yayılıp oturmuş olan yaşlı kadın, apartmanların bittiği yerde indiğinde, dolmuşta benden başka hiç kimse olmadığını anlıyorum şaşkınlıkla. İçimde kıpırdanmaya başlayan huzursuzluğu bastırmak ister gibi sürücüye bakıyorum. İki eliyle direksiyona yapışmış, sanki yoldan çok uzaklara bakıyor. Camda asılı bir levhada, “Maziye Döndüm” yazıyor ve kıyısında levhanın, küçücük bir “Öpsene beni…”
“Henüz, ellerimde ısınmadan ellerin… Nereye böyle?” diyor tatlı bir kadın sesi. Bu ayrıntıların içinde genç sürücü, kendi dünyasına doğru sürüyor dolmuşu. İçerisi sıcacık. Mavi bir flüoresan ışığının, yaldızlı bir örtü gibi dökülüp yayıldığı ellerime, tırnaklarıma, döşemelere bakıyorum. Bakıyor ve şehre koşuyorum, sıcak, mavi, müzikli, cam bir fanusun içinde.
Gecekondu önleme bölgesine dikilmiş ve neredeyse bir kasaba oluşturmuş apartmanlar hızla arkada kalıyor. Yaklaşık iki kilometre kadar ışıksız bir yoldan, bomboş bir arazinin içinden geçiyoruz. Gecekondu mahallesine girer girmez bir sıcaklık kaplıyor yüreğimi. Düzensiz yapıların pencerelerinden ölgün ışık demetleri dökülüyor. Hava çok soğuk olmalı. Etrafta kimsecikler yok. Sağda, sırtta kocaman bir yapının ışıkları görünüyor. Yolun solunda, camları buhar kaplı, önü kemer biçiminde Kemerli Kahve var. Sağda, Kız Yurdu Durağı. Kolumla camdaki buharı silip durağa bakıyorum. Aracın farları, kedi gözü gibi parlatıp geçiyor bir çift gözü. Paltosunun yakalarını kaldırmış bir genç kız, kapalı durağın köşesine büzülmüş duruyor. Aynı anda, silah sesine benzer bir ses duyuluyor. Sürücü frene basıyor. Dolmuştan aşağı iniyor. Ben de durağın içindeki kıza iyice bakma fırsatı bulmuş oluyorum. Yamaçtaki kız yurdunda kalıyor olmalı. Saçları, kulaklarının altından kesilmiş. Kakülleri, uçları kalkık kaşlarına inmiş. Dolmuşa kuşkulu bakıyor. Biraz kararsız, çokça sabırsız. Sonra yanaşıp açıyor kapıyı. İçeri girerken, yabancı kalmak isteyen bir bakış atıyor bana. Göz göze geliyoruz. Tam önüme oturup cama yaslanıyor. Mavi ışık, kızıl saçlarını eflatuna boyuyor. O da kendi dünyasına dalıyor. Ve üçümüz, genç kız, genç sürücü ve orta yaşlı ben, aynı cam fanusun içinde, şehrin kalbine doğru kaygan bir yolculuğa çıkıyoruz.
Bu tuhaf kış gecesinde, geceyi yurtta değil de dışarıda geçirmeye hazırlanan üniversiteli bu genç kızla, bir fanusa benzettiği dolmuşunu, başka bir dünyanın üstüne süren genç sürücü arasında bir seçim yapmak zorundayım. İkisinden birinin öyküsüne girmek için şiddetli bir istek duyuyorum.
Birden kar suyu atıştırmaya başlıyor. Sokak lambalarının, neonların, vitrinlerin ışıkları, dolmuş camına vuran damlalarda dağılıyor. Artık dışarısı seçilemiyor. Aklı başına yeni gelmiş gibi sıçrayan kız, başını öne doğru uzatıp, nereye gidiyor bu dolmuş, diye soruyor. Soruya soruyla yanıt veriyor sürücü: Siz nereye gidiyorsunuz?
Kız bocalar gibi oluyor. Nereye gittiğini bilmiyor mu? Deniz kıyısına inecektim ben, diyor sonra. Biz de o tarafa gidiyoruz, diye karşılık veriyor sürücü. Fikrimi sormadan. Kızın öyküsüne takıldığımı mı anladı? Gizli bir anlaşma oluştu sanki aramızda. Yoksa kendini korumaya mı çalışıyor? Evet evet. Ben kızın peşinden gideceğim. Delikanlı böylece saf dışı kalacak. Kendini kurtaracak yani. Öyle mi acaba? Kim bilir? Hava puslandı. Hiçbir şey net değil artık.
Kız çabucak durağın içindeki durumunu alıyor. Koltuğun kıyısına büzülüp, olabildiğince paltosunun içine saklanıyor. Gözlerini kısıp, cama vuran damlacıklardaki pırıltıları yakalamaya çalışıyor.
Dolmuştan aynı yerde iniyoruz. Araç, yanımızdan geçip gidiyor. Ayrılıyoruz. O, yine kendi hikâyesine doğru yol alıyor. Ben de ondan kopmamayı umarak yürüyorum sokaklarda.
Gecenin bir vaktinde Sisi’de görüyorum onu. En dipteki masaya oturmuş. Paltosuyla çantası yanındaki sandalyenin üstünde. Duraktaki gibi köşeye çekilmiş. Kıstığı gözlerini kapıdan ayırmıyor. Kırmızı bir ışığın aydınlattığı masalarda genç çiftler oturuyor. Girişteki masada iki travesti, yüksek sesle gülüşüp konuşuyorlar.
Birkaç birahaneye girip çıkıyor sonra. Gece ilerliyor. Gençlerden oluşan bir gruba takılıyor bir ara, şakalaşıyorlar. Arkadaşları olmalı. Bira içiyor. Huzursuz görünüyor. Gözleri kısık ve kapıda yine. Hep birini arıyor, bekliyor, sanki.
Daha sonra sahilde, bir yere yetişmek ister gibi hızlı hızlı yürürken görüyorum onu. Kafelerin, birahanelerin, lokantaların önünden geçiyor. Bakışlarıyla çevreyi tarıyor bir yandan. Birini aradığını artık iyice belli ediyor.
Vakit gece yarısını bulurken Pasaport’ta bir sabahçı kahvesine giriyor. Liman işçilerinin yorgun, uykulu bakışlarının arasından süzülüp, televizyonun karşısında bir masaya oturuyor. Bu kez kapıya dönüyor sırtını. Arayıp da bulamadığına küstü mü? Çay içiyor. Üşüdü mü körfezin soğuğundan? Bakalım bir daha ne zaman, nerede karşılaşacağız, diyorum içimden. Onu orada bırakıp dışarı çıkıyorum.
Kapalı mekânların dışında birilerini görmek zor artık. Gece ilerledi ve hava iyice soğudu. On yılda bir kar yağar bu şehre ve bu gece yağacak gibi.
Sonraki karşılaşmamız, bütün duvarları aynalarla kaplı bir kulüpte gerçekleşiyor. Bütün cesaretimi toplayıp yanına gittiğimde, yine kapıyı en iyi şekilde göreceği masayı seçmiş olduğunu anlıyorum.
Çantasından bir sigara paketi ve çakmak çıkarıyor. İçinde renkli bir içki olan kadehin kıyısında geziniyor bir eli. Diğer elinde külü uzamış bir sigara var. İnce parmaklarının sinirli titreyişleriyle kül, masaya dökülüyor. Bir düş dünyasında yitip, ortamdan iyice soyutlandığında, bu gece elime bundan daha iyi bir fırsat çıkmayacağından emin olarak, ona yaklaşıyorum. İçinde yittiği düşü okumaya çalışıyorum yüzünden.
Bir gölge gibi yanına sokulmam hoşuna gitmiyor. Tanıdık bir yüz görmek istemiyor olmalı. Oysa benimle dolmuşta karşılaştığını anımsadığını hissediyorum. Yine de onu ürkütmek istemiyorum. En yumuşak bakışımla bakıyorum yüzüne. Gülümseyerek. Daha çok rahatsız oluyor. Depresyonda gibi. Aradığı yüzden başka, görmeyi istemediği ne denli yüz varsa çıktı önüne işte. Ama umudunu hâlâ yitirmemiş görünüyor. Birazdan şu kapıda belirecek aradığı. İçeri girecek. Yanına gelecek, yüzüne eğilecek, gülümseyecek. Böyle olmalı.
- Oturabilir miyim? Başka boş yer bulamadım da…
- Sizinle daha önce de karşılaşmıştık. Bu gece. Neredeyse beni izlediğinizi düşüneceğim.
- Belki de izliyorum sizi.
-Saçmalamayın. Benimle ne işiniz olabilir? Ne yaşımız uyar ne… Ne iş yaparsınız? Yakından bakınca yüzünüz yabancı gelmiyor pek ama… Yine de sizi tanımadığımdan eminim.
Fısıldıyorum:
- Sizin öykünüzü yazıyorum.
Yüzünden bir alevin dili geçerken, şaşkınlıktan ağzının açık kaldığını ayrımsayıp dudaklarını sımsıkı yumuyor. Sonra kendini toparlayıp tersleniyor:
- Ne öyküsü? Kimsiniz siz?
- Öyküler toplayıp yazarım ben.
- Eee?
- Bu gece de sizin öykünüzü yazmaya karar verdim.
- Neden benimki?
Sesine bir merak titreşimi katılmasına engel olamamıştı. Doğrusu, gece onun için de ilginç olmaya başlamıştı. Hem böyle bunalım içindeyken bu yeni ve alışılmadık durum, belki düşüncelerinden biraz kurtulmasına da yardım edebilirdi. Sanırım deli olduğumu düşünüyordu. Bu gece onun da aklı başında değildi.
- Sizinkini yazmak istedim. Çünkü bence bir öykünüz var.
- Nasıl belli oluyor?
- Gözlerinizde tutku ve ateş görüyorum. Soğuğu ve ateşi duyumsayanların yazılmaya değecek bir öyküleri hep vardır.
- Seçildim mi yani?
- Evet. Alaylı bir sesle sordunuz bunu, ama evet. Bu gece seçildiniz.
- Peki, nasılmış benim öyküm?
- Tutkulu bir aşk.
- Fallara ve falcılara hiç inanmam, ama falcı mısınız kuzum siz, diye haykırıyor.
Usulca yanıtlıyorum,
- Söyledim ya size demin, ben öykü toplarım.
Gözlerini kocaman açarak,
- Aşk öyküleri mi toplarsınız, diye soruyor.
- Hayır. Öyle sayılmaz pek. Aşk çok özel bir durum. Öyle özel ki ancak yaşayan tarafından anlatılabilir. Ben aşk öykülerinin peşinden gitmem. Ama bir aşkın, bir tutkunun, bir düşün peşinden giden insanların öyküleri ilgimi çeker.
- Peki öyleyse, diyor meydan okur gibi bakarak, haydi, girin bakalım öyküme. Ben de bunu nasıl yaptığınızı göreyim.
- Neden böyle yırtıcısınız? Mutsuzluktan çok bir isyankârlık hali içindesiniz. Sanırım işlerin yolunda gitmesi için hiçbir şey yapmıyorsunuz. Tam tersini de yapıyor olabilirsiniz. Yapılmaması gerekenleri yani. Bu bir oyun mu?
Yanıtı neredeyse arkadaşça.
- Bir oyun bu, evet. Biliyor musunuz? Onu çok seviyorum. Ama hep küçük oyunlar oynuyoruz birbirimize. Hep düşüncelerimizi yakalamaya ve tutsak etmeye çalışıyoruz. Ve birlikte olmayı başaramıyoruz.
- Burada onu mu bekliyorsunuz?
- Evet. Gelmeme olasılığı çok yüksek olsa da…
- Gelmeyeceğini bile bile beklemek…
- Hayır, pek öyle sayılmaz. Üç olasılık var aslında. Birincisi, gelmeyecek! Anlatılmaz acılar içinde kıvranıp, kim bilir neler yapacağım? İkincisi, bir kızla gelecek. Beni de görecek ne kadar saklansam bu köşeye. Abartılı gülüşlerle gülecek. Ben… ne yapacağımı şimdiden bilemem. Buna oyun başladığında karar veririm. Üçüncü olasılığa göre, yalnız gelecek. Yanıma yaklaşıp, bütün gece her yerde seni aradım, diyecek. Bir yandan da gözlerime… Ah! Gözlerime bakışını bir görseniz. Öyle derin ve tutkulu, kirpiklerinin gölgesinde kadife gibi yumuşak… Neden anlatıyorum bunları size?
- Belki de öykünüzün yazılmasını istiyorsunuz.
- Peki. Siz de yazın o zaman. Mademki bu öyküyü yazacaksınız, söyleyin öyleyse, bu gece gelecek mi?
- Önce onu tanıyıp tanımadığınızı sormak isterim.
- Tanıdığımı söyleyemem. Hem her zaman tanıdığım biri kadar yakın bana, hem öylesine yabancı. Onu gördüğüm günden beri sürüyor bu oyun. Büyüleyen bir ateşin, tehlikeli sıcağında.
Birden kalkıyorum masadan. Arkamı dönmeden önce ona doğru eğilip,
- Gelmeyecek, diyorum.
Gelmeyecek dediğimde yüzünde öyle bir acı beliriyor ki… Bir yandan da, bildiği bir şeyi söylemişim gibi gülümsüyor. Ağzı çarpılıyor hafiften. Sonra sigarasıyla oynamaya başlıyor. Yakıyor, söndürüp yeniden yakıyor, paketi evirip çeviriyor. Bu arada bir delikanlı yaklaşıyor yanına.
- Selam! Ne haber yahu? Ne yapıyorsun burada yalnız?
- Dolaşıyorum işte. Biraz müzik dinlemek istedim.
- Yalnız olduğuna şaşmadım. Seninkini gördüm akşamüstü. Yanında sarışın bir kız vardı.
Sırtına bıçak yemiş gibi irkiliyor kız. Daha fazla dayanamıyorum. İçim sızlıyor. Onları masada bırakıp dışarı çıkıyorum.
Zaman hızla akıp, geceyi yutmaya başlıyor. Dolmuşun mavi ışığı iyice solmuş, yorgun yüzünü kapladığında yeniden göz göze geliyoruz. İrkiliyor. Geri doğru sıçrıyor.
- Yine mi siz?
Bir çığlık gibi sesi. Gece, bir düş gördüğünü sanmış olmalı. Çünkü çok üzgündü. Çok yalnız ve yaralıydı. Olup bitene inanmak zordu. Ama gün ağarırken kendini yine benimle, üstelik aynı dolmuşta görünce neye uğradığını şaşırdı işte.
- Evet, benim ya. Kötü bir geceydi, değil mi?
- İyi ya da kötü! Kendinizde başkalarının yaşamına girme hakkını nasıl buluyorsunuz? Bunu nasıl yapıyorsunuz ayrıca?
- Birileri yaşar. Birileri de bu yaşananları yazar.
- Sizden hiç hoşlanmadım.
- Ama neden?
- Şu uzlaşmacı tavrınız, yumuşak ve her şeyi bilir gibi bakan gözleriniz hiç hoşuma gitmedi.
- Birincisi, hiç uzlaşmacı değilim. Uğraşarak ve zorla girdim öykünüze. Kapıları açıvermediniz bana, unuttunuz mu? Hem dün gece aradığınızı hiç bulamamış olmanızın suçlusu benmişim gibi davranmayın.
- Karşılaşmadığımızı da mı biliyorsunuz? Siz çok oldunuz ama.
- Başka şeyler de biliyorum.
- Neler onlar?
- Seni sahilde bir erkekle gördüklerini söylediler ona. Sırtından bıçak yemiş gibi oldu.
- Olamaz! Ah! Bu bir kâbus olmalı. Her şeyi biliyorsanız söyleyin o zaman, o ne yaptı?
- O da bir oyunu sürdürdü bütün gece. Senin gibi.
- Bir şey daha soracağım. Söyleyin bana, kimsiniz siz?
Kız Yurdu Durağı’ndayız. Dolmuş, akşamki yerinde duruyor. İnmek zorunda artık. Bocalıyor biraz, ama iniyor. Kapı arkasından kapandığı anda hızla dönüp bana bakıyor. Gözleri kocaman açılmış. Öfkeyle saldırıyor kapıya. Yumrukluyor, bağırıyor.
- Ah, sen! Yine sen! Anlamalıydım, daha önce anlamalıydım. Tanıdım seni, tanıdım!
Ürperiyorum. Yürümeli artık şu dolmuş. Hemen hareket etmeli. Kız, deli gibi…
- Sen ne utanmaz birisin ha? Bir de bana kendini öykü toplayıcı diye tanıtıyorsun. Şu koltuğa yayılan gövdene bakılırsa, sen en fazla iyi bir yağ toplayıcı olursun.
Zıplıyor, yanı başımdaki camı tırmalıyor, üstelik bas bas bağırıyor.
- Bir de benimle alay edersin ha? Geçmişin ipleri elinde öyle mi? Geleceğin pusulası da cebindedir kesin. Bak şu haline! Kendine bir bak! Benim olan her şeye ihanet etmişsin sen! Orta yaşlı, zavallı bir kadın olmuşsun!
Ben mi? Ben ha? Orta yaşlı ve zavallı ha? Üstelik iyi bir yağ toplayıcısı. Yüreğim sıkışıyor. Bu ne küstahlık böyle küçük hanım?
Küstahlık sürüyor:
- Sevgilime ne yaptın, söyle? Onu da kendine mi benzettin? Böyle gece yarıları karşıma çıkıp caka sattığına bakılırsa onu da kendine benzetmiş olmalısın. Ne yaptın ona? Ne yaptın?
Geri çekiliyorum. Rezalet bu. İsyan.
- Çek ellerini artık üstümden, duyuyor musun? Yıllardır beni didiklemenden bıktım, usandım. Öyküsünü aradığın her genç kızda beni bulmandan, ortaya çıkarmandan fenalık geldi. İçimi dışıma çıkardın. Bu yetmezmiş gibi, beni bilgisayara sokup her yere göndermeye hazırlandığını da biliyorum. Yeter artık. Bu yaptıkların seni benden üstün kılmaz. Anlamıyor musun? İyice bak bakalım, sana benziyor muyum? Benim dilim, benim bakışlarım bir jilet kadar keskindir. Oturduğu alelade bir koltuğa bile bu denli uyum sağlayan seninle benim, ortak bir yanımız olabilir mi? Konuş! Bu yüzden, benim gençliğim, ya da ben genç bir kızken, filan diyerek beni sahiplenmeye kalkma. Sen, bana ihanet ettin. Yetinmeyip daha da ileri gittin. Beni değiştirmeye kalktın. Bunu yaparken de bütün izlerimi yok etmişsin lanet olasıca, yok etmişsin!
Korkmaya başlıyorum.
- Neden duruyoruz hâlâ? Gitsek ya artık, demek için başımı öne uzatıyorum. Sözcükler ağzıma tıkanıp kalıyor. Dolmuşta yalnızım çünkü. Sürücü yerinde yok. Koltuğu boş. Kolumla camı silerken, dışarda yerden doğrulan delikanlıyı görüyorum. Yüz yüze geliyoruz. Çabucak ön kapıyı açıp koltuğuna sıçrıyor. Hafifçe arkaya dönüp şöyle diyor bana:
- Kusura bakmayın bayan. Biraz beklettim. Bir dolmuş geçse durdurup aktaracaktım sizi. Ama bu saatlerde bu yol çok ıssız oluyor.
- Neden duruyoruz?
- Lastik patladı, duymamış olamazsınız. Silah sesi gibi bir sesle.
- Duydum ya, evet, silah patladı sanki.
- Neyse ki yedeğim hep vardır. Değiştirdim. Artık gidebiliriz.
Genç sürücü, vites koluna elini atıp birinci vitese geçiriyor. Sonra gaza basıyor. Ama ayağını debriyajdan kaldırmadan önce, aklına bir şey gelmiş gibi duraklıyor, vitesi geri alıyor. Birkaç metre gerileyip, Kız Yurdu Durağı’nın tam önüne yanaşıyor. Kapıyı açıp sesleniyor:
- Alsancak!… Alsancak’a gider.
Kapalı durağın köşesinde, paltosuna sımsıkı sarılmış duran genç kız, yerinden ok gibi fırlayıp dolmuşun yanına geliyor.
- Kemer yazıyor ama üstünde…
- Olsun. Biz Alsancak’a gidiyoruz.
- Öyleyse açın kapıyı.
Delikanlı düğmeye basıp otomatik kapıyı açıyor. Kız, bir sıçrayışta çıkıyor basamağı. Önümdeki koltuğa oturuyor. Mavi flüoresan ışığı saçlarına, ellerimize, yüzlerimize ve döşemeye yaldızlı bir örtü gibi yayılıyor.
Gökyüzünden kesilip yere düşürülmüş bir yıldız tarlasına doğru sürüyor dolmuşu delikanlı.
Herkes kendi öyküsünü kuşanmış… Gidiyoruz.
Işıklı, müzikli, mavi cam bir fanus içinde ve…
Şehrin üstüne üstüne…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.