- 1204 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
373 - KIDEM
Onur BİLGE
Evimizin güneydoğusunda briketten yapılmış tek odadan ibaret bir gecekondu vardı. Kuzeyine bir kaydırma yapılmış, mutfak olarak kullanılmaktaydı. Bu küçük evde dört kuşak bir arada yaşamaktaydı. Arkadaşım Emine, annesi Feride, Anneannesi Kadriye ve onun annesi Kadini… Giritlilerin en yaşlısı... Belki de sadece bizim mahallede değil, Antalya’da ondan daha yaşlı kimse yoktu.
Ona Kadîni diyorlardı. Bazen de Kadîn… Asıl adının ne olduğunu kimse bilmiyordu. Yaşı yüzün üstündeydi. Yüz on mu? Yüz yirmi mi? İki büklümdü. Doksan derece… Güçlükle yürüyordu.
Güneş batıya yöneldiğinde dışarıya çıkar, kapının önündeki küçük iskemlesinde güneşlenirdi. Üst dudağıyla burnunun arasında siğil gibi üremiş bir şey vardı. Bir et beni grubu muydu, neydi? Minik minik, üst üste dizilmişlerdi. Frengi olduğu söyleniyordu. Frengi öyle mi olurdu? Başka bir hastalığı olup olmadığı belli değildi. Gerekmedikçe ağzını açmaz, açınca da Giritlice bir şeyler söylerdi.
Koyu renkli, küçük çiçekli elbiseler giyerdi. Yazın basma, kışın pazen… Etekleri yerlere kadardı. Önü sarkar, arkası kalkardı. El yapımı, basit bir bastonu vardı. Kalınca bir değneğe şekil verilerek yapılmış, her tarafı dümdüz bir asa… Normalden çok kısa… Ona dikkatlice dayanarak, yavaş yavaş yürürdü.
Yüzünün derisi yaşlandığından köseleye dönmüş, burnunu ve çenesini siyah noktalar kaplamıştı. Yüzü kuru, kemikli ve oldukça kırışıktı. Gözleri çukuruna kaçmış, gözkapaklarının arasına saklanmış, güçlükle görülmekteydi. Dudaklarının yanlarından bıyık gibi kıllar sarkıyor, çenesinin şurasında burasında benzerleri çıkıp kara kara uzuyor, o buna hiç aldırmıyordu. O hiçbir şeye aldırmıyordu.
Parmaklarında et namına bir şey kalmamış, buruş buruş olmuş, kemikleri eğrilmiş büğrülmüştü. Vücudunun tamamındaki kemikler aynı halde olmalıydı. Dizler yanlara kaymış, bacaklar çarpılmış... Ayaklarında takunyalar vardı. Her yere onlarla gidiyordu. Tarak kemiğinin dışa çıktığı, parmakların sıkışa sıkışa hizaya geçmeyi öğrendiği anlaşılıyordu.
Kızı da o da ellerine, ayaklarına ve saçlarına kına yakıyorlardı. Tırnakları bazen yarım, bazen tam kınalı oluyordu. Kızı Kadriye Hanım ölü yıkardı. Oradan artan kefen parçalarını falan eve getirir, onlar birleştirilerek sedir örtüleri, çarşaflar, yorgan yüzleri, yastık kılıfları; kesilip biçilerek de iç çamaşırları, çocuk giysileri, çocuk bezleri falan, neler neler olurdu. Nalınlarla kınalar da oralardan gelir, yedi sülaleye yeterdi. O zamanlar, ölülere bile kına yakıldığını duymuştum. Sünnetmiş.
Kadriye Hanım, hemen hemen her gün Andızlık Mezarlığına gider, kabirler arasında dolaşır, mezar ziyaretine gelenlerle selamlaşır, tanışır, konuşur, arzu ederlerse ölmüşlerine Yasin falan okur, onlar için dua eder, ne verirlerse alırdı. Büyü yaptığı, kısmet açtığı, büyü bozduğu da söyleniyordu. Büyü yaparken Yasin kitabını yere atıyor, hatta üstüne oturuyormuş.
“Aman! Ne yapıyorsun? Çarpılırsın, Maazallah!..” diyenlere:
“Ne olcek, canim? Bi şe olmaz! İpe bağlayip çukura salleyanlari gördüm ben, morisi!” dermiş.
Seksen yaşına yakındı. Gerçek yaşını o da bilmiyordu. Belki daha fazlaydı. O kadar gösteriyordu. Oldukça dinçti. Onun da teşhis konmuş bir hastalığı yoktu. Hafifçe kamburdu ve sadece sol omzundan aşağıda dirseğinden aşağıya sarkan, orta boy kavun kadar bir şişlik vardı. Onu hep başındaki tülbentin altında saklıyordu. Kanser olduğu zannını veriyordu ama değildi. Hiçbir zararının olmadığını söylüyordu. Kızı, ona elbise dikerken o kolu çok daha geniş kesiyor, fazla bir sorun yaşanmıyordu.
O da annesi gibi koyu ve küçük desenli giysiler giyiyordu ama annesi gibi her zaman şarpa denen, kenarları oyalı kapkara bir başörtüsü değil, ara sıra tülbentten yapılmış namaz örtüleri de kullanıyordu. Onlar kare şeklinde değil, kolları da içine alabilecek şekilde, bileklere kadar indirilerek kesilen tülbenttendi. Bazılarında, örtüldüğünde başın üstüne gelen yerinde, bazılarında da ön tarafına boylu boyunca uzanan, zemine zıt renkte taş basması desenler oluyordu. Bunlar da hep ölü yıkadığı, Mevlit okuduğu yerlerden geliyordu. Giyip çıkardıkları da ölü sırtları olabilirdi. Yiyecek sıkıntısı çekmekte olsalar da hiç giyecek sıkıntısı çekmiyorlardı.
Ona da Haladana diyorlardı. Ne anlama geldiğini bilmiyorum.
Yıllar önce Giritten gelip, diğerleri gibi Şarampol’e yerleşmişlerdi. Kocası, geldiklerinin beşinci yılında ölmüş, üç oğlan bir kızla kalakalmıştı. Bütün Giritliler gibi çok sıcakkanlı, hatırnaz ve şakacı bir insandı. Çok yaşlı olduğundan rahatça her türlü şakaya geliyor, ağır esprileri bile kaldırıyordu. Bir gün yine şakalaşırlarken annem:
“Günden güne güzelleşiyorsun! Vaktin geldi, Kadriye Hanım. Seni evlendirelim artık! Ne dersin?” dediğinde:
“Kocani alcem ben, kocani! Beni eş isteyon mu? Senin üstüne gelcem! Ben başkasini istemem!” diye cevap vermişti.
“Gel gel! Güzel güzel geçiniriz, ne olacak?” demişti o da ona ve bu konuda mutabık kalmışlar, o konuşmadan sonra birbirlerine: “Eşim!” diye hitap etmeye başlamışlardı. Her karşılaşmalarında benzer konuşmalar yapıyor, gülüp eğleniyorlardı.
Bana, Kadini çok ilginç geliyordu. Kapının önüne çıkıp oturduğunda, oralardaysam sağında solunda dolaşıyor, her halini inceliyordum. Bir eliyle özellikle burnunun altındaki kızarmış şişliklere konmak için her manevrayı denemekte olan karasinekleri kovuyor, bir eliyle de otururken bile değneğini tutuyordu.
Kapının eşiğinin sağına ekilmiş bir Koklangız çiçeği vardı. Sarmaşık halinde kapının üstüne ağmış, oradan saçağın altını almıştı. Çiçekleri fasulye çiçeğine benziyordu. Salyangoz çiçeği diyenler de vardı. Salyangoz gibi sipiral şeklinde kıvrım kıvrım uzayan; mor, eflatun, sarı ve beyaz karışımlı ebruli çiçekler açıyordu. Gövde ve yaprak yapısı da aynen sırık fasulyesininki gibiydi. Ne kadar güzel kokardı! Galiba ona onun için Koklangız demişlerdi. Aslında onlar, salyangoza da koklangız diyorlar ve onları pişirip yiyorlardı.
Acaba o çok yaşlı kadına nine, hanımnine veya haminne demiyorlardı da neden Kadini diyorlardı? Bazıları da kısaltarak telaffuz ediyor: “Kadin!” diyordu. Ne demekti Kadin? Kadın demek miydi? Kadim demek miydi? “Yaşlı kadın…” demek istiyorlardı da zamanla Kadim ve Kadın sözcüklerini birbirlerinde eriterek Kadin diye bir isim ya da sıfat mı türetmişlerdi? Bu konuyu onlara sorduğumda cevap alamamıştım. Babama sorduğumda:
“Belki Kadim demek istemişlerdir. Belki de Kadın… Nerden bileyim, kızım!” demişti.
“Kadim ne demek?” diye sorduğumda da bir başlayış başlamıştı ki unutamam!”
“Dinle bakalım! Madem sordun… Öyle bir öğreteyim ki bir daha asla unutama!” demişti.
“Kıdem, ezeli olmak, başlangıcı olamamak, varlığının üzerinden uzun zaman geçmek, anlamında kullanılan, Allah’ın varlığının başlangıcın olmadığını, var olmak için kimseye ihtiyaç duymadığını belirten bir sıfattır.”
Şimdi ben ikinci sıfattayım. Allah’ın Kıdem sıfatını öğrenmeye ve onun hakkında yazmaya çalışmaktayım. Hemen hemen öğrendiğim her sözcükte emeği olan babama müteşekkirim. O benim konuşan lügatim, ayaklı kütüphanem… Bugün bir şeyler yazabiliyorsam, onun yüzündendir. Kelime haznemin artmasında, bilgi dağarcığımın gelişmesinde, anlatım tarzımın güzelleşmesinde baş rolü oynayan odur. Buhara asıllı bir İstanbul çocuğudur. Altı yaşında ayrılmış olmasına rağmen İstanbul ağzıyla konuşmaktan vazgeçmemiş, Antalyalılardan etkilenmemiştir. Hitabet yönü veciz ve çok güçlüdür. Darbımesellerle, esprili bir tarzda konuşur ve yazar.
Şimdi, hemen hemen hiçbir sözcüğü anlamakta güçlük çekmiyorum. Allah’ın isimleri de beni bazı zaman dilimlerine götürüyor ve bana bazı olayları ve kişileri anımsatıyor. Çünkü ben o sözcükleri veya benzerlerini bir zamanlar, bir yerlerde, bir sebeple ilk kez duymuş, anlamı üzerinde düşünmüşüm ve hafızama otomatikman nakşedilmiş. İşte ben babama sevdalı ve O Nakkaş’a ölesiye aşığım!..
Kıdem sıfatı mı? Çok kolay… El Evvel’in tıpkısı…
Kadîm veya Kadâme, evveli olmayan demektir. Sonradan meydana gelene hâdis veya hudûs denir. Kıdem sıfatı, ancak Allah’a ait olabilir. O’ndan başka ne varsa hâdistir ve yaratıktır. Bunun için Kıdem, İlah anlamına da gelir ve Uluhiyetin temel vasfı kabul edilir.
Bir varlığın diğerine göre zaman bakımından önceliğinin, yani eskiliğinin ifadesidir ve Kur’an’da yaratıklar için kullanılmıştır. Allah’ın ezeli varlığıyla beraber hiçbir şey olmadığını belirtmek için El Evvel sıfatının yeterli olduğu da düşünülebilir.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 373