- 517 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Atatürk Olmasaydı Atatürkler Olur Muydu? 1
Ben hep Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının bunca gezme, tozma içinde; günden üç dört kez ve saatler kez konuşma periyotları içinde bulunmasının yanı sıra; hangi ara düşünüp, hangi ara kendisini yenileyip; hangi ara ülkeyi yönetip; hangi ara ülkenin işleri ile haşir neşir olup; yönetsel sorumluluğa denk düşen hangi aksamalardan uykularının kaçıp ta; “Fırat’ta kayıp olan kuzunun vebalini duyuşçu” nedenle hangi ara manen çöktüğünü ve bu nedenle dinlenmeyi kendisine haram kıldığını merak etmişimdir.
Partiler, sistemin çarpıklığını ve sistemin daletsizliğini birbiri ile yarışırcasına Kerbela olaylarıyla ya da Hz Ömer, adaleti ile dile getiriyorlar. Bu ne dejenerasyondur. İyi de Dünya’da Japonya, Çin, Kore, Rusya, Brezilya, Kanada vs. gibi onlarca Kerbela’sı, Hz Ömer’i olmayan ülkeler adaleti düzeni nasıl sağlıyorlardı? Bu soruları sormayan halk, bu kabil izansızlığı duymaya müstahaktır.
Atatürk olmasa başka kurtarıcılar olamaz mıydı? Buna cevap vermek olmuş bitmişlik bağlamında olanaksızdır. Tarihi bilinç bağlamında bir cevap ve anlayışı, oluşturmaksa; pek ala olasıdır. Bu cevap ilerisi içinde bir seçme ayıklama kuralı oluşla çalışır. Bu cevap doğanın kullandığı mekanizmalarından sadece birisidir.
Şu iki bağıntı hiç unutulmamalıdır. Koşullar olgunlaşmadan, koşulun gereği olan sonuç ortaya çıkamaz. Koşulun gereği olanın ortaya çıkabilmesi için de, koşulun gereği olacak tepkinin çevre içinde sesiz sedasız ya da işe yaramaz tuhaf mutantik sunum oluşla çevre verileri içinde, çevre şartlarını okuyabilen bir denk düşme oluşla bulunması gerekir.
Mozart bir Viyana koşulları ürünüdür. Mozart, Viyana koşulları belirdiğinde Viyana koşulları ortamı içinde bir etkilenme bir girişici ve okuyucu oluşla şartlara uygun veri, dönüt olarak var bulunmaktadır.
Viyana koşulları Mozart’lık için çevresel bir etkilenme ve seçme yapan dayatma ise Viyana ortamı belirinceye kadar Mozart gibi var olan enstrümanlar bir hilkat garibesi olarak, ne işe yaradığı bile bilinmeyen tuhaflık olarak ve ender olarak var bulunacaktırlar. Yani suyu görene dek yüzemeyecektir.
Viyana şartlarının belirmesiyle Mozart gibi ender tuhaflıklar bir değer, bir üstünlük, bir aktiflik ve bir seçilim şansı elde edecektirler. Es kaza Mozart gibi hilkat garibeleri Viyana şartlarında değil de Bambu şartlarında doğsa idiler yine Mozart olurlar mıydı? Eş deyişle Mozartlar, Mozart’lık çevre seçilisine tabii olabilirler miydi?
Şunu da unutmayalım. Her Viyana ortamı içinde doğan kişi, Viyana şartları ortada var diye Mozart olamamaktadırlar. Demek ki iç ve dış koşulların varlığı bir seçilim dayatması oluşla ortaya çıkmaktadırlar. Atatürk, Osmanlı’nın dağılış döneminde; Osmanlı’nın kendi iç şartlarıyla doğan ve konjonktür sel gelişen bir diyalektiktir.
Yurdun paylaşımı ortaya çıkmadan Atatürk’ün bir önder bir kurtarıcı bir sistem kurucu ve bir önder olarak ortaya çıkması olanaksızdı. İşgal şartları ortaya çıkana kadar Atatürk iyi mücadele veren ama verdiği mücadelelerle bu dağılmayı önleyemeyen diğer her hangi bir sıradan çok değerli komutanlar gibiydi.
Osmanlı’nın imparatorlukî yapısından ötürü, uluslaşma sürecini başlatabilecek her unsurlara Osmanlı’nın sentezci var bulunuşu tıpkı Mozart’ı yetiştiren Viyana şartları gibi verimli ve olumlu bir dış şarttır.
Osmanlı imparatorluğu uluslaşma süreçleri için dış şart oluşla, bir Sırp, bir Makedon, bir Rum, bir Arap vs. için ulusal kültürlere her zaman basınç olan bir dayatmaydı. Bütün imparatorluktu yapıların kaderi budur. Sırp gibi Rum gibi Arap gibi iç şartlara karşı direnç oluşla var olan bir çevresel etkiydiler.
Batıdaki imparatorluklar içinde görece iç ve dış şartlar en az 16. yüz yıldan beri oluşmuştu. Ama Osmanlı 600 yıl boyunca bu birçok milleti olan unsurlar içinde Atatürk (Mozart) gibi kurtarıcı az bulunurluk olanlar, ne çıkmıştır, ne çıkabilmiştiler. İvmenin gücü ile ve öznel yapının bu öznel bilince uygunluğua dek dile getirişlerle an kütlede kopmuşun düzen seyri içine girip oluşan iç özgüçle yapılaşmışlardı.
Osmanlıda akışın seyrine olan aşırı ve egemeni tutucu ikinci bir süreç nedeniyle, Atatürk gibi bir diyalektik biçimleniş zorunlu olmuştu.. Bu uğurda yüzlerce heves gedeler, bir macera; bir serüven olmaktan öte gidemezdiler ve gidememiştiler de. Demek ki Atatürk gibi yapının iç çevresel olgunlukları bulunuyorlarsa da; sözüm ona bu kabil garip tuhaflıkları; her zaman, her yerde, her çevresel faktör içinde bulunmaya biliyorlardı.
Şunu da belirtelim çevresel seçilimin sadece tek bir öngörüsü yoktur. Bu nedenle çevrenin seçilimi içinde Atatürk gibi olmayan ama Atatürk te onlar gibi seçilim olmayan, yüzlerce farklı zenginlik sunumlu seçilimler vardır. Her bir seçilim öznel nedenlerle diğerinin yerine rol oynasa bile, rol alsa bile; diğerinin yerini tutmazlar.
Çevrenin sahip olduğu her hangi bir matematik sel ortamı da kuşkusuz ki Atatürk’ü seçmeyecekti. Atatürk ne kadar matematik bilirse bilsindi, bir Gauss, Bir Öklid, bir Labaçevski, bir Kartezyen uzmanı gibi asla olamayacaktı.
Osmanlı içindeki alt bileşenli milleti unsurlar, Osmanlı dağılıyor olduğu halde bile hala kolaylıkla bir kurtarıcılarını ortaya koyamamıştırlar. Adeta Osmanlı, dış sosyal konjonktürün egemen devletler etkisiyle bu ulusçu yapıları doğum yapmış olan bir ölüydü. Bir Yunan ulusu, bir Bulgar Ulusu, böylesi bir ölünün dönüştürüldüğü ama önder yokluğundan cılız kalan, atıl kalan dirençleri; Osmanlı gibi konjonktüre imani kaygılarıyla direnç göstermeyip konjonktür etkisiyle uluslaşmalarını başlatabilmişlerdi.
Osmanlı bakiyesi olan sözüm ona o günlerin hem moda, hem kukla ulusları olan, ama yüzeysel olmayan diyalektiki bilinçe liderleri olmayışla yönetilen; dayatma olan ve sorunsal olan yapılar ortaya çıktılar. Bunların içinde tek bir yapı bu mücadeleci oluşuma; tek bir lider öncülüğünde alt bileşenlileriyle direnç verip ulus bilinçli bir ulus yapı kurmanın kader birliğini ettiler.
Eğer şartlar olgunlaştı mı Atatürk’ler oluşsaydı; bu şartı okuyan padişahın sağduyusuyla başta Osmanlı imparatorluğu dağılmazdı. Ve Atatürk’ü, Atatürk eden işgal süreci; en başta ve en kolaylıkla padişah Vahdettin’i Atatürk ederdi!
Padişah Atatürk olamazdı, çünkü imparatorluğun sürmesinden yana bir reel konjonktürel olmaktan çok imani bir istemci nedenlerle davranış oluşturuyordu.. İkinci olacakla da işgale karşı ne bir etkin direnci vardı, ne de işgale karşı alternatif bir yol üretmişti.
Atatürk şartları içinde, aynı koşulların etkisinde olanlar da Atatürk olamazdılar. Çünkü onların da istemleri (iradeleri) padişahtan yana, ya da mandadan yana oluşla; konjonktür zamanın tükenen unsuru olan imparatorluğun, her durumda sürmesinden yanaydılar.
En büyük handikapları da (açmazları da) Dünya konjonktürünün 200 yıllık uluslaşma sürecini görememiş olmalarıydı. Sanayi toplumunu ne anlayıp, ne de etüt etmişlerdi. Ulus sürecini başlatacak köleci sistemi demokratike eden adımları dahi emperyal baskılarla yapıyorlardı. Hala millet, ümmet mantığı içinde gelgit yapıyorlardı.
Bu ulusçu kader birliği bilincini, Atatürk eline alarak, sevk ve idaresini ortaya koydu. Oysa bu yapı kendisine, bu ulusu kuran kültürler bileşeni oluşla, "Türk Ulusu" adını koydular. Türk ulusu artık etnik ve dini kimlikli tanım olan millet değildi. Git gide emeği eksene doğru çeken aidiyetin inşası olacaktı. Millet toplumsal vurgusu az, özde imani kişilerdi grupsal, öznel cemaati sosyal bir dinsel anlayıştı.
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.