Kendime mektuplar (XI)
Antik kentlerin ruhundaki hüzün…
Bu gün hava öyle güzel ki; güneş penceremden içeri sızıyor, sanki gözlerimin içine sokuyordu ışıltısını. Uzunca bir süre direndim. İçimden kalkıp dışarı çıkmak gelmiyordu; bir taraftan da güneş içimde kıpırdanmalar yaratıyordu. Sonra kalkıp kahvaltımı hazırladım. Kahvaltımı yaparken bir taraftan da PC min başına geçtim biraz şiir ve yazı okudum. Ama güneş daha da ısrarla pencereme, oradan odamın içine ışıklarını yayıyordu. Dayanamadım kalkıp perdelerimi açtım. Pencereden balkonumdaki çiçeklerime baktım. Topraklarının yenilenmesi gerekiyordu ve bunun için daha zaman vardı. Tekrar oturdum. Umursamamaya çalışıyordum güneşi ve pırıltısını... Ama kıpırtılar artmaya başladı içimde. Zihnim; fotoğraf çekmeye gitmeli diyordu ve gidilecek yerleri düşünmeye düşlemeye başladı istemsiz.
Güneş parladıkça ve ışıltıları gözlerimin içine değdikçe kışkırtıcı özelliği daha da artıyordu. Öyle dayanılmaz hale geldi ki bu durum tekrar balkona çıktım. Gözlerimi kapatıp gün batımını düşledim. Fotoğraf makinemi elime aldım; açıp kapattım. Sonra telefona ilişti gözüm ve kararlılıkla uzanıp aldım. Aradığım numarayı bulup arama tuşuna bastım. Evde sıkıldığımı söyledim telefonun karşısındaki sese. O da fotoğraf çekiyordu ve araşıra birlikte fotoğraf arıyorduk. Ben de aynı durumdayım deyince hadi fotoğraf çekmeye gidelim dedim. Saat öğleden sonra iki buçuk gibiydi. Uzak bir yerlere gidemeyiz yakın bir yerlere gidelim dedik ve hemen hazırlanmaya başladık. 15 dakika sonra yola çıkmaya hazırdık. Yolda giderken gideceğimiz yeri kararlaştırdık.
Hedef Seleukeia (Lybre)…
Bu şehir Büyük İskender İmparatorluğu parçalandıktan sonra Asya topraklarında kurulan Selevkoslar zamanında kurulmuş bir kentti. Devasa su kemerleri vardı şehrin etrafında. Şehre ulaşmadan önce bir köyün içinden geçmemiz gerekiyordu. Köyde eski taş evleri görünce durduk ve fotoğrafladık. Biraz oyalandık yaşlı bir kadın bulabilir miyiz diye fotoğrafa konu olacak. Yaşlı bir teyzeyi kısa süreliğine ikna ettik. Çok az kalmıştı bu eski taş evlerden ve bunlarda terk edilmişti. İçinde ne yazık ki yaşam yoktu. Köyün içinden geçerek ve kemerleri izleyerek çam ormanlarının içinde ki antik kente ulaştık. Kentin alt tarafında su sesi duyduk, önce oraya yöneldik. Ne görelim tüm Manavgat ve Akdeniz gözümüzün önündeydi. Arka taraf önü açık ama sığınılabilecek ölçüde mağaramsı bir yerdi ve kayaların aşağıya bakan tarafında bitkiler yeşermiş bir kısmı aşağı doğru sarkıyordu, bu bitkilerin arasından küçük bir şelale akıyordu. Bu görüntüyü seyretmek muhteşemdi.
Burayı istemeye istemeye bırakıp antik kentin içlerine doğru girdik. Oklarla gösterilmiş bölümlerini gezdik. Agora, tapınak, mezarlık, sarnıçlar vb. her şey öyle muhteşemdi ki… Ve ben her antik kente uğradığımda tuhaf bir hal alıyorum sanki oraya, o döneme gidip ya onlardan biri oluyorum ya da o dönemi bir çerçeveye alıp onları zihnimde canlandırıyor ve öylece seyrediyorum. Bu kentlerde o dönemin ruhunu hissedebiliyorum. Saatlerce kalsam hiç ayrılmak istemiyorum. Sanki onlardan biri gibi agora meydanında gezinip alışveriş yapıyor gibi hissettim. Belki de burada deriden takılar tasarlayıp satan bir tüccardım kim bilir. Belki de Sevgilisiyle buluşmaya gelen bir genç kız ya da agoranın hemen yanındaki tapınağa ibadet için gelen bir kadındım.
Zihnimden bunlar geçerken arkadaşımın sesiyle irkildim. Şuradan yürür müsün diye sesleniyordu. Aklımdan geçenleri söylesem, kim bilir hakkımda neler düşünürdü. Gülümseyerek kalkıp söylediğini yaptım. Bir süre kenti fotoğrafladıktan sonra gün batımını seyrettik. Çam ağaçlarının arasından pembe tonların ağırlıklı olduğu bir kızıl kuşak çizgi halinde dağ silsilesinin arkasında uzanıyordu. Uzunca bir süre gözlerimiz huşu içinde dalıp kaldı gökyüzünde.
Bu gezinti için günün ikinci yarısında gelmemize, zamanımızın az olmasına rağmen çok memnun bir şekilde dönüş yoluna koyulduk. Gökyüzünü seyrederek aşağıya doğru yol alıyorduk. Benim zihnim bu kentteki o eski dönemdeydi. Ruhum hala oralarda geziniyordu.
Yurdumun öyle güzel ve zengin yerleri var ki; biz burnumuzun dibindeki bu zenginliklerin ve güzelliklerin farkında değiliz. Hatta bu güzellikleri genelde talan ediyoruz. Ya ahır olarak kullanıyoruz ya da kaçakçıların dediği gibi gömü aramak için yıkıyor, parçalıyoruz. Turistler buralara geldikleri zaman bize eminim çok gülüyorlardır. Bu zenginliklerin farkında değiliz ve asla değerini bilemeyeceğiz.
Antik kentleri çok seviyorum ama her antik kente uğradığımda bu güzelliğin ve zenginliğin tadını çıkarırken talan edilmiş, yıpratılmış hallerini görünce de derin bir üzüntü duyuyorum.
Çünkü hissedebiliyorum antik kentlerin ruhundaki hüznü. Antik kentleri ziyarete gittiğinizde dinleyin onları, duvarlarına kulağınızı dayayın. O zaman siz de duyarsınız taş duvarların hıçkırık seslerini…
yeşil düşlü şair/gülsüm öztomurcuk
4 şubat 2014/21.22