YENİDEN
Gürültülü bir müzik geliyor içeriden. Perde dantellerini havalandıran rüzgâr içeri süzülürken taşıyor ses dışarıya. Tanıdık bir düğün manzarası, yıllardır yapılanlara benzer.
Gözlerinin içini bile ışıldatan bir tebessümle izliyor oynayanları. Yıllardır ne melodiler dinlemişti böyle. Türküler de değişiyor zamanla lakin....oyunlar, figürler değişse de düğünler hep aynı. Bir gelin, bir damat oluyor, bir yerlerde bir bebek dün-yaya gözlerini açıyor. Birileri, kendisi gibi bir gözü toprağa bakanlar, sonsuz bir uykuya uyuyor. Bütün yaşamlar birbirini tamamlıyor. Servet’in, biricik kızının, kendi hayatını tamamlaması ve onun da Mediha ile tamamlanması gibi... Bizim ailede kadınlar kadınlara devrediyor mirasını.
Hayatın bütün renklerinin yavaş yavaş solduğunu görmüştü. Ne zamandır hayat dediğimiz bu serüvenin bitimine dair hayaller kuruyordu. Her gün “belki bu gün” diyerek uyuyor ve yine aynı korkulu ümitle uyanıyordu. Mutlaka herkesin yaşadığı gibi o muhteşem finali, o da yaşayacaktı bir gün. Kim bilir... belki, bu gün. Ölümün bir Tanrı misafiri gibi ansızın geleceğini düşlediği zamanlar çoktan geçmişti. Evet, artık her gün, her an gelebilirdi. Bekliyordu. İçinde hayatı tutan incecik bağ birden kopabilirdi.
“Şükriye teyze” diye sesleniyor bir tazecik. Ellerine sarılıyor. Kemikleri bile yumuşamış, pamuklaşmış ellerine. Hatırlayamadım, diyemiyor. Zaten o uzun zamandır kimseye bir şey diyemiyor. Ne zamandır? Biraz evvel konuşurlarken duydu. “Doksana geldi” dediler. Kim ben mi? Doksan yok.... doksan olamaz. Devir değişince yıllarla ilgili hesaplar da değişmiştir belki. Evvelden günler yirmi dört saat, yıllar üç yüz altmış beş gündü. Öyle miydi acaba? Şimdilerde pek hatırlayamıyor.
Günler günlere benziyor son zamanlar. Sanki her gün tüketilemeyen, “bir gün”e uyanılıyor.
“On yıl kadar zamandır böyle, konuşmaz.” diyorlar. On yıl... Artık hikâyeler de eskidiğinden ve kimse merak etmediğinden beri konuşmuyor.
Mediha’yı zemheride nişanladılar. Damat elimi öptüydü. Güzelce bir çocuk.
Anası babası da görgülü insanlar. Lâkin hangi zemheri? Bu yıl mı, evvelki mi? İşte pek hatırlamıyor.
Ara ara aydınlanıyor hayatın gölgeleri. Birden üzerine ışık tutulmuş objeler gibi parlayıp belirginleşiyor. Yoksa konağın odalarını bekleyen terkedilmiş, kimsesiz eşyalara benzer, karanlıkta öylece duruyorlar. İşte o vakitler hayat üzerimden akıp gidiyor. Nasıl deredeki taşların yüzleri ıslanır, içleri ise kupkuru kalırsa, su değmezse özlerine, öyle. Akıp giderken içime değmiyor ama saçlarımı ağartıp gözlerimi bulandırıyor, kulaklarımı uğuldatıyor.
Gençlik, güzellik demek. Şimdi bilmez bu tazeler ama. Böyle pırıl pırıl yüzler taşırken. Her gün ufak tefek de olsa umutlarla uyanırken. Çocuklar mektepten, kocalar işten gelecek diye beklerken, hele bir askerliğini göreyim, bir çoluk çocuğa karıştığını derken... Bekledikçe, hayat tekrar ettikçe, roller ezberlendikçe ihtiyarlar insan, çürür içten içe. Beklemek de anlamını kaybedince artık aynaya bakmak gelmez içinden. Güzel bir yüz görmek mümkün değildir. Başka yüzlere bakıp elinden uçup gidenlere hayıflanır insan. Umut, hüzün, azap hepsi bir canlılık taşır. Benim gibi hayata ve bütün duygulara karşı kayıtsız kalanlar içlerinde ölümü yaşamaya başlıyorlar aslında.
Hakikaten bizim tahtaları gıcırdayan tozlu konağa benzedim. Doksan ha... Biz çocukken yetmişindekilere “çok ihtiyar” derdik. Yılları devirdikçe, hayat ilerledikçe otuzun da, altmışın da bir kıymeti kalmıyor. Kırkından sonra her geçen yıl hüzünleniyor insan “biraz daha ihtiyarladım” diye. Lâkin altmıştan sonrası... Çok çabuk geçmiş. Bir zamandan sonra her şey artık birbirinin aynı oluyor ve çok yaşanmışlıktan olmalı, birbirine karışıyor. Hepimiz bizden öncekilerin tıpatıp tekrarı gibiyiz.
Osman Ağa yetmiş ikisinde göçtü dünyadan. Aramızda on- on bir yaş varmış. Validesi onu, 92 Harbinden sonraki yıl harman zamanı doğurmuş. Kelli felli adamdı. Zatürree olmuştu. Sarardı, soldu, yatağa düştü. Yanakları çöktü, karnı kocaman şişti. Kanser dediler. Çok ıztırap çekti. Üç ay nöbet tuttuk başında. Biraz dediği dedik adamdı. Tam ölümü düşlediği anda hayatı bırakıp gitti. Herkes gibi, öldü.
Bekleyecek bir şeyi kalmayanların içinde böyle oluyor. Hayat orta yerinden kırılıyor. Bütün umutlar, tatlar, geçmişe dönüyor. Geriye doğru bir akışla.
Tepsilerde gelin çerezi, nar şerbeti ikram ediyorlar. Bizim Servet de eskidi, eskilere karıştı artık. Kayınvalide oluyor. Eski bakır işlemeli tepsiler, şerbet bardakları, zarflı fincanlar, oymalı sahanlara sahip çıkıyor. Nar şerbetini de unutmamış.
Servet de benim ellerimden böyle bir düğün merasiminde uçup gitti. Daha dün dünyaya nasıl bir bebek getireceğimi merak ederken... Düğününde, benim gelinliğimi giyeceğim diye tutturmuştu. Servi sandıkta saklamıştım, sırmaları solmasın diye. Damat, Servet’ime sarı simli kumaştan pabuç ve çanta yaptırmıştı. İyi baktı kızıma. İncecik dal gibi bir oğlandı. Eskilerden bana bir yürek sızısını hatırlatırdı. Belki bu yüzden hiç itiraz etmedim.
Bizim sokaktaki o delikanlıyı. İlk, karşı evin taraçasında gördüm onu. Etrafı dolduran akşam sefası kokuları içinde ve gül mevsiminde. Ürkek, titrek bir çocuktu. Bir rüzgâr esse uçacak kadar narin vücudu, minicik bir serçe gibi kaçkın bakışları vardı. Narin, nazenin bir kadın inceliğinde. Herkesin, hatta anasının- babasının bile unuttuğunu sandığım bir şeydi. Her an hayat üzerinden siliniverecek, belli belirsiz bir varlık. Ne olmuştu da bir gün kayıplara karışıvermişti. Belki bir rüzgârın peşine takılıp gitmiş, belki de bir rüya gibi kendisinden uyanılıvermişti. Akşam sefaları da, Şükriye de kimsesiz kalmıştı o gidince. Böyle ürkek ve titrek bir yürekle. Ağlamanın ve hüznün tadını o vakitlerden bilirdi.
Şükriye de ona benzemişti artık unutulmak hususunda. Önce hayat, sonra etrafındakiler unutmuştu onu.
Hep böyle olurdu. Tam hayattan vazgeçilecek zamanda çıkar gelirdi bu çocuk. Buğulu ve sıcak bir rahmet olurdu. Aslında, herkesinki gibi vuslatı olmadığından büyüyen bir sevdaydı fakat... O hastalık zamanlarında, bizi peşinden sürükleyen hummalı hayaller gibi... İçimizin bir yerinde gizler, besler, yetiştiririz onları.
İhtiyacımız olunca, ruhumuzda boşluklar doğunca çıkıp gelsinler diye. İçimizde hummalı gezintilerini gerçekleştirsinler, hüznü yahut yaşamı bize bildirsinler diye. Bazen çok acı verici bir şey olurdu yaşamak. Zaten hayata refakat eden hep bir hüzün vardı.
Geldi içime çöreklendi yine. Mahzun bakışları, salınışı, çiçeklere su verip, gülleri budayışı. Artık şüphem yok, bahçedeki nisan tasına o gül-i rânâyı, o bırakmıştı. Sanki şimdi karşımda gençliğimdekinden daha güzel, daha sahici, bir tebessümle duruyor.
Ne oluyor bana? Düğünlerde herkesin oynadığı bu müzikler beni hep kederlendirir zaten. Bu sızı, o rüyalı çocuğu hatırladığımdan mı? Yoksa, Osman Ağa’nın kelli felli yakışıklılığı, ufak tefek çapkınlıklarından... Servet ‘in gelinliği, canım torunum Mediha ‘nın yuvadan uçuşundan mı?
İşte... İçime sıcacık bir şey yayılıyor, ruhuma sükunet. Sanki hayatın başka bir boyutu gelip önümde sırlarını açıyor. Damarlarımda dolaşan, bir can suyu. Taze, yeni filiz veren narin bir dal gibi. İçim dupduru, tertemiz, sımsıcak. İçtiğim nar şerbetinden mi geliyor bu tat? Yoksa bu ölüm mü ... Hayatın ikiz kardeşi? Hiç bu kadar gerçek olmamıştı her şey.
Artık ne ihtiyarım, ne eski. Eskimiş olan her şeyi bırakıp, kavuşacağım tazeliğe. İçime yeniden hayat dolacak, belki başka bir alemde. Bir ölü için bir daha ölüm var mıdır? Peki neden bunca zamandır seni korku ile bekledim ölüm? Demek senin yüzün bu kadar sıcaktı.
Elinden şerbet bardağı düştü Şükriye’nin, gözlerinde iki damla yaş ve kimsenin anlam veremediği bir gülümseme...
YORUMLAR
O kadar rahat bir diliniz ve üslubunuz var ki; hayran kalmamak mümkün değil!
Sıradan insan ve olayları öyle güzel tahlil ve tasvir ediyorsunuz ki....
Eksik olmayın...
Tebriklerimle...