- 563 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (16)
İSLAM’IN YERYÜZÜNE HAKİMİYETİ, İNSANLIĞIN YENİDEN DİRİLTİLMESİDİR.
Bundan önceki bölümlerde Allah ile insanlar arasındaki engelleri kaldırmaktan söz ettik. Allah’ın kitabını okuyacak Müslümanlar ile ayetler arasındaki engelleri anlattık.
İslam’ın yeryüzüne hâkimiyetini sağlamak, Allah ile insanlar arasındaki engelleri kaldırmaktır. Allah’ın gönderdiği ayetlerle insanlar arasındaki engelleri kaldırmaktır.
Müslüman kardeşlerimizin çoğu, İslam’ın yeryüzüne hâkimiyetini sağlamayı, dünyanın her tarafında Allah’ın yasalarının uygulaması olarak düşünürler. Bu düşünce özde doğrudur. Ancak anlayışta yanlıştır. Zira anlayışın içinde, İslam’ın tüm hükümlerinin yeryüzünde uygulanır hale gelmesini istemek vardır. Hâlbuki işin özü bu değildir. Çünkü Allah kendisine açıkça İslam tebliği edilip de kabul etmeyenlere zorlama yapılmamasını ister. Yani inanmayanlar Allah’ın hükümlerinden sorumlu değillerdir. Allah insanların ayetlerle engel olmadan muhatap olmalarını ister. Birileri ayetleri anlamanın önüne geçebilir. Birileri insanlara ayetleri ulaştırmanın önüne geçebilir. Allah engelleri kaldırın diyor. Engelleri kaldırın ki, insanlar özgürce ayetleri okusun, anlasın. Okuyup anladıktan sonra özgür iradeleriyle karar versinler. Kimse onların özgür iradesine karışmasın. İnsan inkâr edecekse özgürce etsin. İnsan dini kabul edecekse özgürce kabul etsin diyor. Müslümanlardan bu ortamı sağlamalarını istiyor.
Bu bağlamda düşündüğümüzde, Müslümanların diğer insanlara inanmaları için baskı yapmaları, ayetlerle insan arasına engel koymaktır. Bazı Müslümanlar insanların inanması için baskı yaparak iyilik yaptığını sanır. Kötülüğe zorlamak nasıl insana baskı kurarak zulüm yapmaksa, iyiliğe de zorlamak insana baskı kurarak zulüm yapmaktır. Özellikle hidayet konusunda asla baskı yapılamaz. Elbette dini yaşama konusunda da insana baskı yap yetkisi verilmemiştir. Hidayet olgusu öncelikle insanın özgür olmasını esas alır. İnsan özgürce Allah’ın ne istediğini anlayacak. Sonra hidayeti talep edecektir. Talep edilen hidayete de Allah cevap verecektir. Hidayetin talebi, talebe cevap konusunda insan da, Allah da özgürdür. Kimse bu konuda baskıcı bir anlayışa sahip olamaz. Mesela, hiçbir Müslüman insan hidayeti talep ederse Allah mutlaka hidayet eder diyemez. Müslümanlar Allah’ın yetkisine iradesine karışamaz. Aynı zamanda Müslümanlar insanların da yetkisine iradesine karışamaz. İmtihanın sırrı buradadır. İnsanlar baskı, zulüm altında hidayet edemezler. Veya insanlar baskı, zulüm altında hidayetten uzaklaştırılamazlar.
Müslümanlar İslam’ı hâkim kılacağız diye baskı yaparlarsa, ortaya inanmadıkları halde inanıyoruz diyen münafıklar çıkar. Münafıklık ise insan tipleri arasında en tehlikeli olanıdır. İster içlerinde kötülük olsun, ister olmasın bir kimse münafık konumuna düşerse Müslümanlar açısından en büyük tehlikedir. Baskı altında Müslüman olduğunu söyleyen, ama inanmayanlardan içlerinde kötülük olmayanlar, Müslümanların yaşamına karışarak, İhlâssız (samimiyetsiz) bir toplum oluşmasını sağlarlar. Geçmişte Müslümanların iktidar olduğu dönemlerde bu tür gelişmeler olmuştur. Müslümanlar bize zarar vermesin diye Müslüman olmadıkları halde Müslüman olduk diyenler olmuştur. Onların inanmadan yaşadıkları Müslümanlık, düşüncelerine, hayallerine, sözlerine, yaşamlarına yansımıştır. Genellikle farklı kültürlerden, ırklardan Müslüman olan toplumlar, iktidarların baskısından kurtulmak isteyerek bu yöne sapmışlardır Ülkemizdeki Türk kökenli alevi toplumların yapılanması bu şekilde olmuştur. Farsların ŞİA kökeni, Mezopotamya’daki, yani Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin topraklarındaki Arapların alevi kökenleri böyle oluşmuştur. Ne yazık ki, Müslümanların Medine’de kurduğu devlet, yeryüzüne yayıldıkça bu tür gelişmeler olagelmiştir.
Allah Nahl suresinin 106. Ayetinde “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse -kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan başka- fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır” demektedir. Ayetin anlamına baktığımızda, bir kimse imandayken, küfre saptırılmak üzere baskıyla zorlanmışsa, onun inkâr etmesi bir şey ifade etmez. Aynı şekilde iman etmesi için insana baskı yapılırsa, onun iman etmesi de bir şey ifade etmez. Her iki halde de baskı yapan, insan iradesine baskı yapmıştır. Baskı yaptığı için zalimdir. İslam’ın yeryüzüne hâkimiyeti baskı yaparak olmaz. Zalimlikle, zulümle İslam yeryüzüne hakim kılınmaz. Allah bunu kitabında yasaklamıştır.
İslam’ı yeryüzüne hâkim kılmanın amacı, yeryüzünden baskıyı, zulmü ortadan kaldırmaktır. İslam; barış, esenlik anlamındadır. Bu özü geçmişteki bölümlerde defalarca tekrarladık. Barış ve esenlik dini olan Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmak, yeryüzüne barışı, esenliği getirmektir. Barış ve esenlik insanın özgürleştirilmesiyle sağlanır. Özgür insanlar birbirini özgürleştirdikçe, yeryüzüne barış, esenlik gelir. Savaş insan iradesine baskıdır. Çünkü savaş düşüncesi güce dayalıdır. İnsan gücüyle savaşarak karşısındakini ya öldürür, ya esir alır, ya da yaşamına zorlar. İslam dininin savaşa bakış tarzı, asla saldırgan, fetihler peşinde koşan, ülkeleri zapt edip insanlarını köle alan bir tarz değildir. Aksine ülkeleri baskılayan, insanları köleleştiren düzenlere karşı barışı sağlamak için İslam savaşı emreder. Baskı gören toplumların çağrıları üzerine, Müslümanlar onları kurtarıp, inançlarını istedikleri gibi yaşamaları için savaşır. İnançlarının İslam olup olmaması önemli değildir.
İnsanın insana kulluğu olarak tabir edilen yaklaşım, insanın başka insanların aklına, mantığına, iradesine, yaşamına egemen olmasıdır. Günümüz düzenleri, eğitimleriyle, yasalarıyla insanların aklına, mantığına, iradesine, yaşamına karışırlar. Müslümanların kurduğu devletlerde kurulan medreseler de aynı şekilde, aklı, mantığı, iradeyi, yaşamı etkileyen, iradesi altına alan yapılanmalar oluşturmuşlardır. Dinin özü olan, aklın, mantığın, iradenin, yaşamın özgürleştirilmesi, ne yazık ki başarılamamıştır. Hz. Muhammed’in Medine’de oluşturduğu devlet içinde, toplumu oluşturan, Müslümanlar, Yahudiler, Putperest Araplar özgürce yaşarlarken, sonradan özgürlükler ortadan kaldırılmıştır.
Kaldırılan her türlü özgürlük, baskıyı, zulmü ortaya çıkarmış… Özgürlük alanlarını yok eden her düşünce, Allah ile insan arasına, ayetlerle insan arasına girmiştir. Aileler çocuklarını özgür yetiştirmeleri gerekirken, aile yapısı çerçevesinde, sıkı aile kurallarıyla yetiştirmişler. Çevre insanların özgürlüğünü esas alacakken, çevre baskısını öne çıkaran çevre kuralları oluşturmuşlardır. “Müslüman dediğin böyle yapmaz” veya “insan dediğin böyle yapmaz” başlığı altında kültürümüzde sıralanan düşünceleri gözden geçirmeniz gerekir. Müslüman dediğinle Müslümanları, insan dediğinle bütün insanları bağlayıcı kurallar geliştiren toplumlar, sanki el birlik etmişçesine insanın özgürlüğüne müdahale etmişlerdir.
Günümüzde oluşan çağdaş düzenler olan, kapitalizm, liberalizm, sosyalizm, demokrasi, cumhuriyet gibi düzenler, özgürlükleri sağlamak olarak üzere oluşmuşlardır denilse de, ortaçağ düzenlerinden daha kuralcı, daha baskıcı düzenler haline gelmişlerdir. Özellikle kapitalizmin ana hedefi olan çıkar sağlamak düşüncesi, sadık tüketim toplumu oluşturmak için, insan aklına, mantığına, iradesine, yaşamına akla gelmez baskılar kurmuştur. Elbette hiç kimsenin beynine silah dayamamışlardır. Ancak, düzenlerin eğitimleri, reklamasyon sistemleri insanı tüketim kölesi haline getirmiştir.
Ülkemizde kurulan cumhuriyet rejimi, kuruluşundan itibaren insanlarını batı tipinde insan normuna sokmak için her türlü baskıyı yapmıştır. Cumhuriyet düzeninin yaptığı, tarih, yasa, düzen, düşünce dayatmaları, ülkede yetişen insanların özgürlüğünü kaybetmesine neden olmuştur. Özellikle eğitim düzenlerinin yapılandırılmasındaki beyin yıkama metoduyla ülkede yetiştirilen nesiller, batı tipinin dışında düşünemez, algılayamaz, yaşayamaz hale gelmişlerdir. “On yılda on beş milyon genç yarattık” diyen düşüncenin, nasıl bir gençlik yarattığını düşünürsek, İstiklal savaşını veren düşüncenin özünden sapmış, batıya hayranlığıyla sarhoş olmuş, batıyı kendine önder kabul ederek yolunu düşmüş gençliği görürüz. Batının her dediğine doğru diyen insan tipinin doğru insan olduğunu düşünmek zordur. Ülkesini işgal eden, savaş sonrası ülkesinin yer altı yer üstü zenginliklerine sahip çıkan, kendi düzenlerini, kültürlerini dayatan batının çıkarcılığını anlayamayan gençlik özgürlükten söz edemez. Aklı, mantığı, iradesi, yaşamı batının kontrolüne geçmiştir. Bunu başaran yönetimlerin kurtuluştan söz etmesi ise manidardır. Neyden, nelerden kurtuldukları üzerinde ciddi araştırmalar yapılmalıdır.
Bir düzenin sorgulanamaz, değiştirilemez ilkelerinin, yasalarının olması, insan aklına, mantığına, iradesine yapılan en büyük baskıdır. Duygusal yaptırımlarla zorlanan bu tür baskılar, bütün nesilleri düzenin kuruluş felsefesi doğrultusunda baskılamak, beyinlerini yıkamak, normla belirlenmiş insan üretmek olarak ortaya çıkar. Hâlbuki her insan kendi çağının gereklerine göre, kendi aklını, mantığını, iradesini kullanmak hakkına sahiptir. Ayın şekilde kendi yaşamını yaşamak hakkına sahiptir. Bugün Kemalizm dışında düşünmenin yasaklandığı ortamın özgür ortam olduğu iddia edilemez. Hâlbuki Kemalizm olarak dayatılan düzen, birinci dünya savaşı arkasındaki zor şartların oluşturduğu bir düşünce tarzıdır. Aradan yüz yıla yakın zaman geçmiş olmasına rağmen ülke insanlarının hala aynı noktada beyinlerinin yıkanması, aksine düşüncelerinin önüne engel konulması, akla, mantığa, iradeye yapılan baskıdan başka bir şey değildir. Bugün insanlar şunu deme hakkına sahip değillerdir. “O günden bugüne yüz yıla yakın bir zaman geçti. Bilim ilerledi. Kültürler gelişti. Akıl, mantık, irade farklı noktalara geldi. Biz kendi zamanımızın değerlerine, şartlarına göre yeniden düzen oluşturmak zorundayız” dese, yer yerinden oynar. Günün aklı, mantığı, iradesi, yaşamı doksan yıl öncesine köle kılınır. Böyle bir olguyu çağdaşlık, modernlik, devrimcilik olarak sunmak olası değildir. Ne var ki günümüz Kemalistleri böyle bir olguyu, çağdaşlık, modernlik, devrimcilik olarak vurgulamaktadırlar ki, akla zarardır.
Resul devrinden bu yana gelişen bazı değerler, Allah ile insanlar arasında engel oluşturmaktadır. Yani Allah ile insanlar arasına girmektedir. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz.
Dünyevileşmek; insanın dünya yaşamını asıl kabul etmesiyle başlar. Dünya yaşamını asıl kabul eden insan, dünyada varlıklar edinmeyi, dünyaya sahiplenmeyi öne çıkarır. Sahiplenme isteği sadece kendi yaşamıyla ilgili değildir. İstekteki arzular, hırs, insanları kendi yaşamlarından sonraki zamanları da bağlayacak şekilde dünyaya bağlar. Böylece bütün hayatını dünyayı kazanmak adına harcar.
Dünyevileşmeyi sadece dünya malı kazanmak olarak algılarsak yanlış olur. Müslüman veya Müslümanlık adına, yeryüzünde insanlara baskı yapmak, baskıcı toplumsal kurallar oluşturmak da dünyevileşmektir. İnsan aklının ürettiği bütün değerleri İslam’dan saymak da, dünyevileşmektir. Mezhepçilik oluşturmak. İnsanların ürettiği usul esaslarını İslam’dan sayıp dayatmak… Müslümanların içtihatlarını dinden sayarak insanları aklına, mantığına, iradesine, yaşamına dayatmak… Dünyevileşmenin başka açılımlarıdır. Tarihimizde oluşan mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatçilik anlayışları dünyevileşmenin uzantılarıdır. Hâlbuki özellikle tarikatlar yaptıkları işin uhrevileşme olduğunu düşünürler. Ama işin aslı bu değildir. Tarikatçılık dünyevileşmekten ibarettir. Dünyevileşen her şey Allah ile insan arasına girer. Allah’ın ayetleri ile insan arasına girer. Böylece mezhebin, tarikatın, cemaatin insana egemen olduğu anlayışlarda, insan özgür değildir. İnsanla Allah arasına bu anlayışlar girmiştir. İslam’ı yeryüzüne hâkim kılarak insanları, mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatçilik anlayışlarından kurtarmak gerekir.
Taassup dediğimiz şey… Yani insan aklının, mantığının, iradesinin, gözlerinin, yaşamının körleşmesi, belirli bir noktada ısrar eder hale gelmesidir. Bu tür anlayış, İslam anlayışından uzaktır. Günümüzde muhafazakârlık olarak nitelenen taassup anlayışı, ne yazık ki, insanların Allah’a yakınlaşmasını önler. Çünkü taassubun temelinde, insan aklı, mantığı, iradesi, yaşamı bir düşünceye, bir yaşama, bir döneme köle kılınır. İnsan köle olduğu yerden kendini kurtaramaz. Dilimize Arapçadan geçen taassubun karşılığı Türkçemizde bağnazlık olarak tanımlanır. Bağnazlık, bir kimseye veya bir şeye aşırı düşkünlük ve tutkuyla bağlılık, bağnazca davranış, taassup, mutaassıplık, fanatiklik, fanatizm olarak anlatılır. Bağnazlık Allah’ın ayetlerinde belirttiği “akıl etme” kuralına aykırıdır. Zira bağnaz insan, bağlı olduklarına tutkuyla bağlıdır. Başka şeyleri akıl etmez. Fanatiktir. Fanatikliğin temelinde tutkuyla bağlı olunanları başkalarına dayatma anlayışı vardır. Dayatma anlayışı dünyeviliktir. Bu nedenle taassuba, bağnazlığa dünyevilik diyebiliriz. İslam’ın dünya yaşamı için söylediklerini kendi tutkularıyla anlayan, anlayışlarını fanatiklik haline getiren, taassup içindeki bir Müslüman dünyevileşmekten başka bir şey yapmamıştır.
Hâlbuki insan dünyada geçici bir süre yaşayacaktır. Asıl yaşamı ahirettir. Dünyada verilen kısa ömür içinde insan geleceğe hazırlanacaktır. Geleceğe yani, ahirete hazırlanan insanın, dünyaya ait tutkularının olması yanlıştır. Dünyevileşen insanın durumunu şöyle bir örnekle anlatalım. Mesela; bir arkadaşın evine üç günlüğe misafir gidiyoruz. Birinci günümüz hoş bulduk günü olsun. İkinci günümüz misafir bulunduğumuz evde yaşama günü olsun. Üçüncü günümüz misafirlikten ayrılacağımız gün olsun. İnsan yaşamını da aynı şekilde paylaştırabiliriz. Birinci gün doğumdan rüşt sahibi olduğumuz ana kadar geçen dönem. İkinci günümüz rüşt olduğumuz andan ölüm günümüze kadar geçen dönem. Üçüncü günümüz ölüm günümüzdür.
Birinci gün misafirliğimiz, misafir olduğumuz evde nasıl geçer?. Özlemle sarılmalar, halden hatırdan sorgulamalar. Geçmişten nostaljik paylaşımlar. Henüz yatacağımız oda bile belli değildir. Yataklarımız hazırlanmamıştır. Misafir olduğumuz için, misafir olduğumuz evin konusu komşusu da hoş geldiniz demeye gelmişlerdir. Eve henüz tam yerleşmemişizdir. İkinci gün ise, kalacağımız oda bellidir. Yani evde bir odamız olmuştur. Yatağımız bellidir. Yani evde bir yatağımız olmuştur. Eşyalarımızı odamıza yerleştirmiş. Yolculuk için giydiğimiz kıyafetleri çıkarmış. Normal kıyafetlerimizi giymişizdir. Ev sahipleri, evlerinde bize bir yaşam alanı tahsis etmişler. Yaşam alanına egemenliğimiz tescil edilmiştir. Ama biz gerçekte ne o odanın sahibi, ne de o yatağın sahibiyizdir. Fakat egemenliğimiz altındadır.
Şimdi şöyle düşünelim. Ev sahibi bize oda tayin etse de, evdeki bazı yaşam alanlarını tahsis etse de. Bizler tahsis edilen yerlerde egemen olsak da, bu egemenliklerimiz geçicidir. Asılda eve sahip olan ev sahipleridir. Biz sadece misafir olduğumuz süre içinde egemenliğimize verilen yerleri kullanma hakkına sahibizdir. Ayrılırken hepsini bırakıp gideceğiz. Ama diyelim ki şöyle bir şey oldu. Biz misafir olduğumuzu unuttuk. Bize verilen egemenliği yanlış anladık. Odaya sahip çıktık. Bize tahsis edilen yaşam alanlarına sahip çıktık. Ev sahiplerinin tüm haklarını gasp ettik. Ev sahibine dedik ki, artık bu oda bizim, sizin girme çıkma hakkınız yok. Kullandığımız banyo, tuvalet, mutfak, oturma odası için dedik ki, buralar da bize aittir. Buraların asıl kullanıcıları biziz. Ev sahipleri bizden izinsiz egemenlik alanlarımızı kullanamaz hale geldiler. Hatta daha ileri gittik. Odanın, mutfağın, banyonun, tuvaletin, oturma odasının, giriş holünün, kapılarının boyasını beğenmedik. Yeniden boyamaya kalktık. Kullandığımız araç gerekleri beğenmedik, yenilerini alıp yerleştirmeye kalktık. Daha da ileri gittik. Biz gitsek de, çocuklarımız bizim haklarımıza sahip olacaklar dedik. Ev sahiplerini ikinci plana ittik. Söz haklarını elinden aldık. Evdeki yaşam kurallarını değiştirdik. Eve yeni bir düzen getirdik.
Düşünün, evinize misafir gelen birileri böyle bir tavır takınsalar ne yaparsınız? Evinizin tüm yaşam kurallarını değiştirseler… Evde krallıklarını ilan etseler… Hatta kendileri gittikten sonra bile, nesillerinin evdeki haklarını belirleseler… Ne dersiniz?
İşte bir Müslüman’ın dünyevileşmesi örnekteki gibidir. Misafir geldiği, kısa ömür geçireceği dünyaya hâkim olmayı amaçlar. Dünya yaşamına ait Allah’ın koyduğu kuralları değiştirir. Allah’ın dünyaya egemenliğine karşı çıkar. Kendi egemenliğini ilan eder. Sadece kendisi için değil… Çocukları, torunları, gelecek nesilleri için bunları yapar. Elbette buna gücü yetenler bunları başarır. Ancak gücü yetmeyenler… Gücü olmadığı için yapamayanlar dünyevileşmemiş midir? Elbette onlarda dünyevileşmişlerdir. Zira onların hayalinde de, ah bir imkânım olsa, aynı onlar gibi yapabilsem düşü vardır. Fiili yapamamakla, düş kurmak ilintisiz değildir. Dünyevileşme kuralı illaki yapmak değildir. Dünyevileşmek, inançta, düşüncede, sözde, eylemde karşımıza çıkar.
Müslümanların İslam’ı dünyaya hâkim kılması demek, dünyadaki misafirlik olgusunu hâkim kılmasıdır. Yani dünyevileşmemek, dünyada efendiliğini, ya da krallığını ilan etmemektir. Ancak Müslümanların düşüncelerine baktığımız da, ellerine fırsat geçse, dünyevileşmemeleri mümkün değil gibidir. Saf, temiz kalmaları mümkün değildir. Misafirlik olgusu bilgisin de, bilincinde kalmaları mümkün değildir. Müslümanların bugünkü durumu böyle bir tablo ortaya çıkarıyor. İşte bu anlayış Allah ile aramıza girer. Dünyevileşme duygularımız, hayallerimiz Allah ile aramıza girer. Allah’ın ayetleriyle aramıza girer. Kendini dünyada misafir görmeyen anlayış ayetleri anlamaktan uzaktır. Günümüzde Müslümanların çoğu dünyadaki misafirliklerini sözel olarak belirtirler. Onlara sorulduğunda “biz dünyada misafiriz, bugün var yarın yoğuz derler” sonra eklerler “dünya malı dünyada kalır” derler. Ancak, bu sözlerin hiçbiri inanca, yaşama aktarılamaz. İnanca, yaşama aktarılan şey, dünyada kazanma hırsıdır. Kimi başarır kimi başaramaz. Başaranın da, başaramayanın da inançları, yaşamları aynıdır.
Atalar dini, yani geçmişten günümüze gelen bütün dini kültürümüz, duygularımız, yaşamımız ayetlerle aramızda engeldir. Çünkü geçmişten gelen din kültürümüzün ana dinamiğinde Kur’an-ı kutsallaştırma, rafa kaldırma vardır. Kutsallaştırılan kuran düşüncesiyle, belden aşağı tutulamaz, abdestsiz okunamaz, herkes anlayamaz, anlamak için ileri düzeyde bilgili olmak gerekir, mevlitlerde, cenazelerde okunur. Anlamını bilmeden okumak fazilettir. Anlamak için okuyanlar sapıtırlar. Bu özlerdeki düşünceler Allah ile aramıza girmiştir. Artık bu noktadan sonra ayetleri anlamamız mümkün olmaz. Üstelik anlamıyla okumaktan korkar hale geliriz. Zaten Kur’an-ı anlamak, ona göre hayat yaşamak olgusu yoktur. Mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatçilik olgularının temelinde insanları Kur’an-dan uzaklaştırma olgusu vardır. İnsanlar Kur’an-dan uzaklaştıkça, Allah ile aralarına başka varlıkları, başka düşünceleri sokar.
Allah’ın yardımı düşüncesi yerine, evliyaların, erenlerin, âlimlerin yardımı düşüncesi, insanların Allah ile aralarına yardım edecekleri sokmaktır. Allah’ın erişemezliğine dayanan bu tür düşünceler nedeniyle insanlar ile Allah arasına başkaları girmiştir. Onlar insanın Allah’a yakın olmasına engel olurlar. Onlar öncelikle kendilerine yakın olmayı öne çıkararak, insanlara Allah’ı unuttururlar. Ayetler, Allah’ın yardımından söz ettiğinde, onlar koskoca Allah bize yardım etmez. Bize Allah’ın dostları yardım eder derler. Allah’ın dostları dedikleri, âlim, evliya, eren olarak iddia ettikleridir. Belki de âlim, evliya, eren iddia ettiklerinin bunlardan haberi bile yoktur. Belki ahretteki hesap günü, âlim, eren, evliya olduğu iddia edilenler, insanlardan hak talep edecekler, Rabbin huzurunda “Ya Rabbi bizim bunlardan haberimiz yok, biz onların düşüncelerinden uzağız” diyeceklerdir. Ama Müslümanlar bu noktadan hiç düşünmezler. Bu anlamda ayetler olsa bile onları dinlemezler. Ayetlere karşı, kör, sağır kesilirler.
Böylece yanlış yardım kavramı ayetlerle Müslümanlar arasında engel olur. İslam’ı dünyaya hâkim kılmak, Allah’ın yardımıyla ilgili ayetlerin anlamını dünyaya açıklamak, Müslümanların anlayışlarını bu noktadan düzeltmektir.
Şefaat kavramı da aynı şekildedir. Allah ayetlerinde “şefaat yalnız Allah’a aittir” dese de, Müslümanları atalarından öğrendikleri şefaat anlayışı gereği ayete inanmazlar. Şefaat konusunda araya resulü, âlimleri, evliyaları, erenleri sokarlar. Hâlbuki Allah’ın şefaatle ilgili gönderdiği ayetler putperest Arapların, Yahudilerin, Hıristiyanların düşünceleri üzerinedir. Ayetler indirilirken Müslümanların şefaatle ilgili hiçbir kaygıları olmamıştır. Önce Mekkeli Putperestler, sonra Yahudiler, Hıristiyanlar şefaatle ilgili aykırı düşüncelere sahip olmuşlardır. Ne yazık ki, Yahudilerin, Hıristiyanların, Putperestlerin şefaatle ilgili düşünceleri bugün Müslümanların düşünceleri haline gelmiştir. İslam’ı yeryüzünde hâkim kılmak, şefaatin yalnız Allah’ta olduğuna inanmaktır.
Ayetlerin orijinalinde mucize kelimesi geçmemesine rağmen, tefsirlere, meallere, Müslümanların kültürüne mucize anlayışının sokulması, Müslümanların İsrailiyat kültürünün etkisinde kalmasındandır. Ne yazık ki, Müslümanlar, Yahudilerin, Hıristiyanların ürettiği fantastik mucize hikâyelerinden etkilenmişlerdir. Etkileşimle, hem resul hakkında mucize uydurmuşlar… Hem de geçmiş resullerin hikâyelerini mucizevî olaylarla açıklamaya çalışmışlardır. Şurası muhakkak ki, Allah hiçbir resulüne mucize gösterme yetkisi vermemiştir. Allah’ın bütün resullerine gönderdiği ayetler mucizedir. Tıpkı Kur’an-ın kendisinin mucize oluşu gibi. Davut’a verilen Zebur… Musa’ya verilen Tevrat… İsa’ya verilen İncil mucizedir. Ne Davut’un, ne Musa’nın, ne İsa’nın mucizesi yoktur. Kur’an-da geçen bazı ayetler, bazı sembolik anlatımlar, İsrailiyat kültürün etkisiyle fantastik mucize anlatımlarına dönüştürülmüştür. Mesela; günümüzde de, büyük felaketler olmaktadır. Ancak dünya iletişim araçlarıyla küçüldüğü için… İnsanlar dünyadaki birçok olayı bilimsel olarak açıklayabildiği için… Kimse olaylara mucize gözüyle bakmıyor. Büyük sel felaketleri… Yanardağ patlamaları… Yerleşim yerlerini yerle bir eden, artık bir daha insanlığın yaşayamayacağı hale getiren depremler, tsunamiler, hortumlar… Bilimsel olarak açıklanırken… Hatta oluşumdan önce, oluşum anında takip edilirken… Eldeki teknolojik imkânlarla etkileri azaltılmaya çalışırlarken… Geçmişte bütün bunlar mucizevî olaylar olarak anlatılıyordu. Allah geçmiş kavimlerden örnek verirken, doğal olaylardan söz ediyor. Ayetlerde mucize kelimesi geçmezken, bunlar tefsirlere, meallere mucize olarak geçiyor. İsrailiyat; geçmişte olan bu tür olayları mucize olarak anlatıyor. Hâlbuki birçok olay bugün geçmişteki olaylardan daha büyük olmaktadır. Bugün dünya üzerinde dün olmayan, birçok göl, nehir, kanal oluşturulmuştur. Yapılan barajlarla birçok bölge sular altında kalmıştır. Dün depremlerle, yanardağ patlamalarıyla oluşan bu tür olgulara bu gün insan eli de değmiştir. İnsan teknolojik gücü orantısında yeryüzünün görünümü değiştiriyor. Yaşanacak yerleri yaşanmaz, yaşanmayacak yerleri yaşanır hale getiriyor. Bunları görmeyen, anlamayan bir toplum, bütün değişikleri mucize olarak yorumlayabilir.
İslam’ın yeryüzünde hâkim kılınması, mucize anlayışını Allah’ın ayetlerine göre anlamayı sağlamaktır. Geçmiş kültürlerden gelen, yalan üzerine kurulmuş, fantastik olaylarla süslenmiş bütün mucizevî anlayışları Müslümanların kültüründen, insanların kültüründen silip atmaktır.
İslam’ın yeryüzünde hâkimiyeti, insanlığın yeniden diriltilmesidir. İnsanlık dediğimiz zaman, günümüz Müslümanlarının aklına hemen hümanizm geliyor. Hâlbuki hümanizmin insanlıkla bir ilgisi yoktur. Hümanizm temelde insanın kutsallaştırılması, tanrılaştırılması demektir. İnsanlık ise, yaratılmış olan insanın insani tutumlarından ibarettir. Bundan önceki bölümlerde, Allah’ın üç temel kural ile din gönderdiğinden söz etmiştik. Bunlar; insanın yapması gerekenler, yani farzlar. İnsanların yapmaması gerekenler, yani haramlar. İnsanlara kimsenin hüküm koyamayacağı serbesttiler, yani helaller. Üç kuralda toplanan din kurallarının dışında insan özgürdür. Yaşamında karşılaştığı bütün konularda, üç kural dışına çıkan her konuda istediği hükmü verebilir. İnsanın buradaki özgürlüğüyle helallerle Allah’ın belirttiği özgürlük farklıdır. Allah’ın helal olarak belirttiği konularda insanlar farklı hüküm koyamaz. Ancak insanların özgür bırakıldığı, hüküm vermekte serbest olduğu alanlarda insanlar istediği hükmü verebilirler.
İnsanların yaşamı Allah’ın kuralları ile bu kurallara ters olmayan insanların ürettiği kurallardan oluşur. İnsanların kurallarıyla oluşan yaşam biçimine gelenek, örf, adet denilmiştir.
Bu noktada İslam’ın hâkim kılınması demek, haram, helal, farz hükmünün dışında insanların karşılaştığı olaylara özgürce hüküm verilmesinin sağlanmasıdır. Tabi tek bir kuralı vardır. İnsanların verdiği hükümlerin dinden sayılmamasıdır.
İnsanların üretimleriyle yaşanan adetlerin, örflerin, geleneklerin Allah’ın ayetlerine ters düşmedikçe serbestçe yaşanabilir olmasını sağlamaktır. Her insan, her toplum, Allah’ın ayetlerine ters düşmeyen adetlerini, örflerini, gelenekleri özgürce yaşamakta özgürdür.
Müslümanların kültürüne baktığımızda, Arap kökenli Müslümanlar, Arapların geleneklerini, örflerini, adetlerini, İslam olarak algılamış, başka toplumlara dayatmışlardır. Kılığından, kıyafetinden, yaşam biçiminden tutunda, hayat algılarına kadar Arapların algıları, yaşam biçimleri İslam olarak lanse edilmiştir.
İslam’ın dünyaya hâkim kılınması, Araplara ait yaşam biçiminin, algıların İslam olmadığının belirlenmesi, her toplumun kendine özgür yaşam biçimlerinin, algılarının, ayetlere ters düşmedikçe özgürce yaşanabilir kılınmasıdır.
Çünkü toplumların ürettiği tüm değerler, ayetlere ters düşmedikçe insanidir. İnsani olanlar ayetlere ters düşmedikçe Allah tarafından ret edilmemiştir. Dünyadaki insanlık, kendine özgü olarak, ayetlere ters düşmeyen birçok güzel şeyler üretmiştir. Bunlardan istifade etmek, insanların ürettikleriyle yaşamalarını sağlamak önceliktir.
70’li yıllarda kitapçılık yaparken, Ertuğrul Düzdağ’ın Dünden yarına isimli bir kitabı çıkmıştı. Orada Mao’nun gençliğe öğütleri vardı. Öğütleri kimin söylediğini belirtmeden, Müslümanlara okuttuğumda, hemen herkes bunlar hadis demişti. Yani resulün sözlerine benzetmişlerdi. Onlara sözlerin kime ait olduğunu söylediğimde şaşırıp kalmışlardı. Dünyanın her yerinde, düşünen, aklıselim, sağduyulu insanların güzel, temiz düşünceleri vardır. Yaşamlarında güzellikler vardır. Özellikle saygıya, sevgiye, paylaşıma ait değerleri önemlidir. İslam güzel olan, saygıya, sevgiye, paylaşıma ait değerleri ret etmez. Yeter ki, ayetlerin özüne aykırı olmasın. Ret etmediği gibi, bu değerlerin yaşatılmasını tavsiye eder. Zira Allah, hep iyiden, güzelden yanadır.
İslam’ı yeryüzüne hâkim kılmak insanlığın, yaratılış üzerine tekrar diriltilmesidir. İnsanlar dünyevi arzularıyla, yanılgılarıyla, bencil duygularıyla, yaratılış üzerine yürüyen, saf, temiz insanlığı kirletmişlerdir. Müslümanlara düşen görev, yaratının yaratıcı, insanın yaratılmış olarak bilinmesini sağlamak… Bu anlayışın önüne geçen anlayışlara doğru eleştiriler, doğru sorgulamalar göndererek, insanlık üzerindeki etkilerini gidermektir.
İnşallah Müslümanlar olarak, İslam’ı düşüncelerimize, hayatımıza hâkim kılıp, yeryüzünde yaşanır hale getirmeye çalışırız. Ancak bunu yaparsak, Allah ile aramıza kimse giremez. Ayetleri anlamada aramıza hiçbir şey engel olamaz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.